Bekir Tuncer Salihoğlu ile Keyifli Bir Söyleşi

Bekir Tuncer Salihoğlu ile Keyifli Bir Söyleşi

Bekir Tuncer Salihoğlu ile Yeni Çıkan Kitabı ''Çakı Çakmak Ayna Tarak ''Üzerine Keyifli Bir Söyleşi

Bekir Tuncer Salihoğlu ile Yeni Çıkan Kitabı ''Çakı Çakmak Ayna Tarak ''Üzerine Keyifli Bir Söyleşi

Semra Bay Uçmaz

'' Çakı Çakmak Ayna Tarak''. Samimi, tecrübeli bir kalemden, sıcacık, içimizi ısıtan, buram buram Anadolu kokan on beş hikâye. Yazarı Bekir Tuncer Salihoğlu. Salihoğlu'nun daha önce çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış makale ve hikâyeleri var. Ayrıca bir tiyatro eseri yazmış ve bu eser sahnelenmiş.   ''Çakı Çakmak Ayna Tarak'' yayınlanmış ilk eseri. Basılmayı bekleyen üç hikâye kitabı daha var. Eser, Reçete Yayınlarından çıkmış. Reçete’den okurlarına güzel bir armağan.

Kitabın ilginç bir dili var. Ve bir o kadar da ilginç hikâyeler var eserde. Okunası hikâyeler bir adım ötenizde yani. Kitabı yakından tanımanız amacıyla, Bekir Bey'le edebiyat hayatı ve eseri hakkında keyifli bir söyleşi yaptık.

Memleketiniz Konya -Ereğli. Hikâyelerinizde de hep Ereğli var. Hayatınızdaki yerini merak ediyorum?

Ereğli, Toros Dağlarının eteğinde kurulmuş, gerçekten güzel bir ilçe.  Geçmişi m.ö.3000 yıllarına dayanıyor. İklimi güzel. Hayat ve Ersu diye içtiğimiz şaşal sular Ereğli'den, İvriz’den Toroslardan çıkıyor. Yeşillik, çiçeklik, ağaçlık bir yer. Orada yaşayan insanların kadir kıymet bilir yapıları, çok güzel bir çocukluk dönemi geçirmeme yardımcı oldu. Şu an bile ekmeği uzak illerde olmasına rağmen Ereğli'den ayrılmak istemeyen birçok insan tanıyorum. Fakat ben okumak için henüz on iki yaşında iken ana kucağından ayrılan bir bebek misali memleketimden koptum. Bilerek, isteyerek. Hem Ereğli'den hem gerçekten ana evinden; iki anadan ayrılmış gibi oldum. Bunun için, hikâyelerimde vefa borcu olarak, bir Ereğli tadı bulunsun istedim.

Neden ilk kitabınız için hikâyeyi tercih ettiniz?

Lise sıralarında Bolvadin'de haftalık çıkan bir gazetede hikâye yazmıştım ve okuyanlarda derin izler bırakmıştı. Aynı sıralarda MTTB'nin ''Çatı'' dergisinde şiirlerim de yayınlandı. Okuyanlar, üslûbumun daha çok hikâyeye yatkın olduğunu söylerdi.  Hatta ortaokul sıralarında,  henüz 13-14 yaşlarında iken simit satan bir çocuğun hikâyesini yazmıştım. Türkçe öğretmenimiz, kırk dört kişilik sınıfta arkadaşlarıma dönerek ''Çocuklar, bu arkadaşınızın ilerde, vitrinde kitaplarını görürseniz şaşırmayın.'' demişti. Aşırı zayıf olmasından dolayı kendisine ''veremli'' diye hitap edilen öğretmenimiz Abdülkâdir Bey'in bu sözünü erken alınmış bir ödül gibi kabul ettim. Beni şımartmasından korktum.

Lİse sıralarında da edebiyat öğretmenimiz Osman Şişik(aslında kendisi bir müzisyendir. Sivas’ta Âşık Veysel’den saz dersleri aldığını anlatmıştı.) altı sayfadan aşağı düşmeyen kompozisyon ve hikâye ödevlerimi bana iade etmezdi.

Selçuk Üniversitesi’nde edebiyat öğretmenimiz Ali Rıza Bey çok daha ileri giderek hayranı olduğu Rus edebiyatından Puşkin, Dostoyevski ile kıyaslar duruma gelmişti beni.

1978 yılında Türkiye çapında haftalık yayınlanan Şûra Dergisi, hikâyeleştirdiğim yazılarıma iki büyük sayfa ayırarak, henüz fakültenin 1. sınıfında okuyan beni taltif etmişti. Bu izlenimlerden de anladım ki benim yazı üslûbum hikâyeye daha yatkın.

 

Tüm bunlar benim için, doya doya çıraklık ve kalfalığı yaşamamış birinin erken ödüllendirilmesi gibi geldi. Bu cümlelere lâyık değildim kendimce.

Şımaracağımı, yürüyüşümün değişeceğini, yeni bir çevre arayışına gireceğimi, herkesin benden bahsetmesini bekleyeceğimi, kısaca ene’min kabaracağını, nefsim gerçekten hak etmediği bir taltifi erkenden alırsa, düşüşün çok kötü olacağını ve bunalım geçireceğimi, kendimden başka belki hiçkimseyi beğenmeyeceğimi, sınır tanımaz bir münekkit olabileceğimi… düşündüm. Yazılarımın devamına yüklenmedim, kesintiye uğrattım. Okumayı değil, sadece yazmayı.

Hikâye yazmaya ara verdiniz yani?

Evet. İkinci sebep; yazılarım genelde kültür, aksiyon, gençlik, îmâni konular üzerineydi. Yalnız bir damarımın zayıf olduğunu, eksik kaldığını hissediyordum. Aslında bu kokuyu Yunus Emre, Mevlâna ve Hacı Bektâşi Velî'lerden alıyordum. Ancak bu misk-i amber, üzerime serpilmiş geçici bir koku gibi geliyordu. Ben istedim ki bu damar devamlı aksın, kalbimi beslesin. Kalbimin dışa vurumu olsun, kalemimde vücut bulsun.

Bu eksiklikten dolayı bir müddet ara verdim yazmaya.  Kana kana olmasa da, bu âb-ı hayattan içtikten sonra,  satranç taşlarının yerlerine oturduğu, içlerinden hiç birinin eksik olmadığı kanaatine vardım. Üç yıl kadar önce tekrar yazmaya başladım. Kalbi besleyen bu damarın ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Samimiyet, ihlâs diyorum ben ona. Bugün ihlâsın içerisine azıcık nefsin zerk edildiğini hissetsem yine yazmayı bırakırım. Okuyucularıma rol yapamam; onlar ilk hikâyenin ilk cümlesinden anlarlar bencilliği, ene’yi, gururu. Veya tersinden; samimî yazılar onları alır götürür, kitabın sonuna kadar.

Hemen her hikâyenizde dinî öğeler var. Bir mesaj verme gayretinde gibisiniz?

Yüzlerce hikâye okuyoruz hemen her gün. Elbette her yazarın, hikâyelerini kaleme alış sebebi vardır. Bunu, size ikram edilen bir fincan kahve, ya da hediye edilen bir mücevher gibi de düşünebilirsiniz. Size sunulan “Şey”in değerini,  hem ambalajından hem tadından hem de parlaklığından hatta size sunuluş şeklinden de anlayabilirsiniz. Beni, farklı konularda hikâye yazmaya sevk eden nedenler,  okurlara,   yaş baremi ne olursa olsun; doğru ve faydalı bilgiler sunmaktır.

 Anlatmak istediğim, içimde düğümlenen konular, hikâyelerimde dile geliyor.  Eminim okuyanlar, bilgi seviyelerine göre bazı çıkarımları olur veya güzel bir tebessüm bırakırım yüzlerde, zihinlerde.

 Hikâyelerinizde dikkatimi çeken bir nokta da “siyaset”in olmaması. Bu konuya hiç girmemişsiniz.

Günlük hayat, gazeteler, televizyon, otobüs, tramvay, okullar, parklar…  her yerde siyaset var.  Bunun içine bir de ben girmeyeyim dedim. Kendimi ve okurlarımı uzak tutmak istedim. Buradan, dürüst siyasetin, tukaka olduğu anlamı çıkmasın. Siyaset de kendi içerisinde ayrı bir sanattır.

Hikâyelerinizde esprili bir dil var. Eğlendirirken, öğreten bir dil. Neden böyle bir dil kullanıyorsunuz?

Hikâyelerimin bir bölümü duygusal. Gözlere yağmur indiren nitelikte. Yazarken kaç mendil kuruttuğumu bilmiyorsunuz. Aralara esprili, tebessüm ettiren konular da serpiştirdim. Bilirsiniz ki,   yağmurdan sonra güneş açar. Güneşle birlikte gökkuşağını seyretmek, doyumsuzdur. Gerek hüzünlü,  gerekse esprili hikâyelerin akışında, sizin de fark ettiğiniz nükteli cümleler, tasvirler, betimlemeler,  okumayı alışkanlık haline getirmemiş hatta bir kitabı bitirmeye tahammül edemeyen okuyucularımın,  derenin üzerindeki dal parçasının, suyla birlikte akıp gitmesi misali, hikâyelerin içerisine kendilerini bırakmalarını istememdendir.

Hikâyelerinizde genelde orta halli hatta fakir, emekçi insanların hayatlarına yer vermişsiniz. Özel bir nedeni var mı?

Nüfusumuzun büyük çoğunluğu eski tabirle orta sınıf. Bizim insanımız bunlar, ben de onlardan biriyim. Elit tabaka ismini verdiğimiz,  sayı vermek gerekirse beş on bin kişilik bir aile. Onların hikâyeleriyle halkımızın şimdilik ilgilenmediğini hatta merak da etmediğini düşünüyorum. O açıdan, fakir halk, yoksul insanlar veya orta sınıf diye adlandırdığımız kesimin hikâyelerini yazmak daha inandırıcı daha samimi geliyor.

Belki ileride şöhret, lüks, konfor içerisinde yaşayan; içimizde ama bir o kadar da kendi değerlerine uzak,  pek çoğunun bunalımlar içerisinde kıvrandığına inandığım bu azınlığın da hikayesini yazacağım. Ama ileride.

Kitap kapağı olarak neden Süleymaniye semtinden bir kesit tercih ettiniz?

Beyazıt semti, Süleymaniye muhiti ve Osm. ahşap konakları bir tünel ağzı gibi ferahlığa, Süleymaniye Külliyesine açılan bir kapı. Ufuk…  Tarihin hüznü, kasvet ve iç burukluğu, özlenmişlik kapağın üzerinde olsun istedim. Kitabı okumadığı halde kapağına bakarak duygulananları gördüm.  Kör kuyuya boşu boşuna taş atmadığımı düşündüm. Yani isabet etmişim bu kapağı kullanmakla.

Kitabın ismini nasıl seçtiniz?

''Çakı Çakmak Ayna Tarak'' tabiri yabancı değil insanımıza. Eskiden, köy yerlerinde 'Çerçi' ismini verdiğimiz insanlar at arabasının içerisinde, köy meydanlarına halkın ihtiyaçları olan eşyaları getir, satarlardı. Günümüzde de seyyar satıcı ismini verdiğimiz bazı vatandaşlarımız kahvelerde otobüs duraklarında ve parklarda bu eşyaları bizlere sunarlar. Yani ''Çakı Çakmak, Ayna Tarak''  deyince benim ne vermek istediğimi okuyucum kolayca anladı. Muhterem Valimiz, Hüseyin Avni Mutlu’ya eseri takdim ettim bir toplantıda. Lütfettiler. Esere bakar bakmaz, “Gemilerde el ve omuzlarında satış yapan kardeşlerimizi hatırlattı bana,” dedi. “Evet, efendim,” dedim. Gördüğünüz gibi, eser kapağındaki resmiyle, ismiyle hatta samimiyet kokusuyla kendisini okutturmalı, “Ben buradayım, aç kapağımı” demeli. Almak lütfünde bulunan Milletvekillerimiz bile ne kadar önemli toplantıda olurlarsa olsunlar kısa bir hikâye okumadan kitabı kapatmamışlardır. Bu bana sıradaki eserlerin, behemehal devreye girmesi gerektiği cesaretini verdi.

Ne kadar süredir bu kitap üzerinde çalışıyorsunuz?

Yazılmış olan hikâyelerin tasnifi, tashihi, düzenlenmesi ve son şeklini alabilmesi altı ayımı aldı. Hatta son iki aydır, eserin okuyucuya hatasız ulaşması için yeni hikâye yazamadım. Buna üzülüyorum sadece. Editör’üm benden titiz çıktı, yükümü hafifletti sağ olsun.

 Yazdıklarınız genelde yaşanmış hikâyeler mi? Mesela Kamber...

Hikâyelerimin genel iskeletini oluşturan kahramanlar veya olaylar hayatımızın içinden. Kamber gerçekten yaşamış bir kahramanım. Yalnız şu ana kadar benim penceremden bakan olmamış. Kutören Belediye Başkanı Uğur Bey aradı beni. “Kamberin sülâlesi size teşekkürlerini iletti. Benden söylemesi. Bu hikâyeyi okuduktan sonra onlar, deli (veli)leriyle gurur duyuyorlar,” dedi. Ben tabir-i caizse iskeletin üzerinde restorasyon yapıyorum. Bu restorasyonun kaliteli ve güzel olması eseri yaşatacaktır. Kelime aynı kelime, harf aynı harf. Ben isabetli cümleler için sadece Allah’ıma yalvarıyorum. “Okus pokus’lu, Açıl susam açıl! ” türü, sihirli yeteneğim yok. Var dersem yalan olur, inanmayın.

Bundan sonraki hedefiniz nedir?

 

Mevcut üç eserin hikâyeleri hazır. Tasnifler, guruplar yapıldı. Editör aşamasında. Onların istifadenize sunulması yaklaşık üç ayımı alabilir. Öğrenciliğimde, Kenan Evren döneminde yazmış ve sahnelemiş olduğum bir tiyatrom var. Onu ya romanlaştırmak ya da tiyatro şeklinde öğrencilerin istifadesine sunmak istiyorum. Bir de sütunlarını kestiğim, biçtiğim, düzelttiğim ve üst üste yığdığım bir romanım var. İçimde yeşerip büyüyen. Onu okuyucularımla paylaşmak en büyük hayalim. Ancak, uzun bir hikâye yazımından sonra romana geçiş dönemi, şok havuzuna atlamak gibi olacak. Bunun zor olacağını biliyorum.

Bahsettiğim bu iki eser şu an demlenme aşamasında.

 Hikaye yazmak mı, roman yazmak mı dersek. Sizce hangisi zor? Şok havuzu tabiriyle ne anlatmak istiyorsunuz okuyucunuza?

Hikâyede kurguyu, çok uzak tutamazsınız. Belli kelimelerin seçimine dikkat edersiniz ve az malzeme ile çok şey anlatmak istersiniz. Ben bu işi “konsantre” meyve suyuna benzetiyorum.

Romanda ise kendinizi dar kalıplar içerisine sıkışmış hissetmeyebilirsiniz. Sahife ve olay sınırı yoktur. Anlatımın da. Başlangıçta anlaşılamayan olay ve şahıslar, ileride çok rahat anlaşılır. Hikâyede dar imkânlar içerisinde illa ki anlaşılmak ve anlatmak zorundasınız. Halı sahada top oynamak gibi estetiği de göz ardı edemezsiniz. Hiç kimsenin, hele zamanımızda “Yazar burada ne anlatmak istedi,” diye dönüp dönüp hikâye okuyacak zamanları, tahammülleri yoktur. Ne demek istediğimi anladınız galiba. Cebimizdeki teknolojiyi, ikimiz konuşuyoruz ya, ikimizin üçüncüsü a sosyal medyayı kastettim. Velhasıl, hikâye yazmak ve kabul ettirmek daha zor diyebilirim.

Yazı hayatınıza hangi hikâyeciler yön verdi?

Öğrenciliğimin dar imkânlarıyla temin edebildiğim, ulaşabildiğim pek çok yazara ait hikâyeler okudum. Ancak,  itiraf etmek gerekirse,  örnek aldığım, ben de onun gibi yazayım diye hedef tahtasına oturttuğum favori yazarım yok. Usta çırak ilişkisi içerisinde olmayı çok isterdim. Lâkin, varsa bile böyle bir usta çırak halkasına ulaşamadım. Uzun müddet olgunlaştığıma kendimi inandıramadım. Halen o duygum devam ediyor, sıraların en sonunda, odaların kapıya yakın tarafında, salonlarda ayakta durmak çocukluğumdan kalma bir alışkanlık. Herkes yahşi, ben yaman; Herkes buğday ben saman, gibi bir şey.

  Hikâyelerin genelinde soramadığımız soruların cevabını alıyor muşuz gibi geliyor. Bilmem tespitim doğru mu?

Evet, doğru söylüyorsunuz. Kadıköy’de “Şampiyon Bilgisayar Kursları” öğretmeni Sevilây Hanım bana çocukluğunu anlatarak,  “Küçük yaşta çok sevdiği babaannesini kaybettiğini, bunun onda derin izler bıraktığını, tabutunun arkasından koşarak babaanne babaanne diyerek ağladığını,  ninesinin halen kendisini duyup duymadığını merak ettiğini, dua ederse haberdar olup olmayacağını veya nasıl bir faaliyetle kendisini çok sevdiğimi belirteyim,” diye bir soru sordu.

Kendisine, dakikalarca ölüm ve ötesi ile ilgili bilgiler aktarmak yerine  ''Babam bu mezarda yatıyor'' adlı hikâyemi verdim. Okuduktan sonra,  kafasında oluşan soru işaretlerinin yok olduğunu söyledi.

    - Teklifimi reddetmediniz, söyleşimiz için teşekkür ediyorum.

    -Rica ederim. Teşekkür benden. İlk defa size açıldım, bilmenizi isterim. Umarım benimle sarf ettiğiniz bu zaman diliminde edebiyat, sanat ve kültürümüz adına dişe dokunur birkaç cümle söylemişimdir.

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.