İslam Hükümeti ve Diyanet, yahut Türkler ve Hilafet

İslam Hükümeti ve Diyanet, yahut Türkler ve Hilafet

Bediuzzaman’ın, ‘bir gün gelecek, bu millet diğer İslam milletlerine karşı risale-i nur ile övünecek’ şeklindeki ifadesini de şu manayı destekleyen bir hakikat biliyorum.

Bediuzzaman, devlet gücücünün, -ifsat ve zındıka komitelerinin altadmasıyla- dindarların aleyhine kullanıldığı zamanlarda bile Türkiye Cumhuriyeti’ni, ‘hükümet-i islamiye’ ifadesiyle nitelemiştir.

Batıdan alınıp uygulanan ve çoğu İslam’ın ruhuna zıt düşen -medeni kanun gibi- bir kısım kanunlara “muvakkat” gözüyle bakan Bediuzzaman, Cumhuriyet’in dahi zamanın gereği olarak benimsediği bazı şeyleri –çünkü cumhuriyet ona göre ‘cumhur’un inancını ve geleneğini dikkate almak zorundadır ve madem ki Türk halkı Müslüman’dır, öyleyse kurduğu cumhuriyet ila nihaye dinsizlerin safında kalamaz- zamanla değiştireceğini ön görür.

Çünkü Türk milleti müslümandır, dindardır ve dine taraftardır. Onun kurduğu cumhuriyet dahi –mademki dindar bir milletin cumhuriyetidir- şayet bir takım ifsat ve zındıka komiteliri tarafından aldatılmamışsa, dinin aleyhine olmaz, olamaz. Ama vukuatta, bir çok dönemde bu cumhuriyetin imkânları dindarlar ve dinin aleyhine kullanılmıştır. İşte cumhuriyetin dindarlar aleyhine gerçekleşen bu yaklaşımlarını ifsat komitelerinin bir marifeti sayan Bediuzzaman her şeye rağmen cumhuriyeti hep ‘hükümet-i islamiye’ olarak isimlendirmiş. Şöyle diyor Tarihçe-i Hayat’ında:

“Ben Hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir Hükûmet-i İslâmiye biliyorum.” diyor  (S. 251 )

Hatta İstanbul’da müftülüğü ziyaret ettiği zaman, o makama hürmeten ayakkabısını kapıda çıkarmış, ayakkabısını çıkaramayabileceği söylendiğinde ise bunu kabul etmemiştir. Çünkü diyaneti ve teşkilatını, İslam hükümetinin ‘meşihet dairesi’ olarak görmüş ve onun varlığını; cumhuriyetin, önünde sonunda dindarlarla barışacağının bir işareti saymıştır. En azından, cumhuriyetin gücünün, zındıklar ve müfsitler eliyle, İslam’ın ve dindarların aleyhine kullanılmasının ilanihaye devam etmeyeceğine bir remiz saymıştır.

Nitekim öyle de olmuştur. Şu referandum, aynı zamanda, devletin gücünü, ‘irtica’ yaygarası altında sürekli dindarlara karşı kullanan ifsat ve zındıka komitelerini de tasfiye etmiştir. Bazı kurumların hala ekşi suratlı insanların tasallutu altında bulunuyor olmasına aldırmayın. Hepsinin hükmü düşmüştür. Millet nezdinde hiç birinin itibarı kalmamıştır. Bırakınız biraz daha oyalansınlar.

Yıllarca “İrtica geliyor”, “dindarlar dini siyasete alet ediyor” gibi aslı astarı olmayan propagandalarla devletin gücünü dindarlara karşı kullanan fakat bu arada kendileri siyaseti, dinsizliğe alet eden şu zındıka kesiminin devletin yakasından düşmesi, 300 yıllık bir dönem içindeki en mühim bir başarıdır. Merak etmeyin.

Bendeniz, yeni Diyanet İşleri Başkanımızın konuşmasını dahi bu çerçeveden görmeyi yeğliyorum.

Sayın Akif Emre’nin başkanın bütün İslam dünyasını kucaklayan ve İslam’ı, ‘mazlum milletlerin devası’ şeklinde sunan sözlerini ‘batılı bir ağızla’ hilafetin habercisi olarak lanse etmesi, ürkütülmüş insan profilinin bir tezahürüdür.

Neymiş, konuşması hilafeti çağrıştırıyormuş!

Türkiye’nin elinde, hilafet gibi bir makamın bulunması neden sayın Ermeyi bu kadar telaşa düşürüyor bilemiyorum. Evet, hilafet tıpkı batıdan devredilen bir kısım kanunlar gibi ‘ilcaatı zamanın’ gereği terk edilmiş bir güçtür.

Bizi ‘güya’ mağlup eden Batının, İslam dünyasındaki Osmanlıya bağlılık direncini kırmak ve Türk milletini Batı için bir tehlike olmaktan çıkarmak ve onu bütün bütün yok etmek için dayattığı tedbirdir. Mustafa Kemal, pekâlâ onu da tıpkı saltanat ve sair Osmanlı kurumları gibi –ilcaatı zaman gereği- tamamen ‘ilga’ edebilirdi. Etmedi. Onun ve onun gücünün bir gün bu millete lazım olabileceğinin bilinciyle hilafeti ilga etmedi, -Emre ilga tabirini kullanıyor ki yanlıştır- sadece icraatına son verdi. Fakat varlığını, ‘Büyük Millet Meclisi’nin şahsı manevisinde mündemiçtir’ diyerek muhafaza etti. Büyük bir siyasi öngörü ile lazım olduğunda, yeniden ihya edilip milletin hizmetine sunulabilsin diye onu TBMM’nin uhdesinde bıraktı.

Eğer TBMM, onu ihya etmenin zamanının geldiğine inanıyorsa elbette o gücü kullanma hakkı vardır. Tabii ki Türkiye’nin o gücünü kullanmaması için bize Sevri dayatmak isteyenler, o tutmayınca da birçok maddesini, suretini değiştirip Lozan Anlaşması içine sokuşturanlar buna mani olmaya çalışacaklardır.

En başta İngiltere ve Fransa buna mani olacaktır ama emin olabilirsiniz ki artık bir halt edemezler. Amerika’ya gelince… Amerika Lozan’ı tanımamıştır ki, onun aksine hareket etmemize bir şey söyleme hakkı bulunsun.

Esasında Türkiye’nin önünde sonunda yüzleşeceği ve yırtıp kenara koyacağı birçok madde içermektedir Lozan. Bunu en iyi bilenlerden biri de sanırım Mustafa Kemaldi ki, hilafet manivelasının millette kalmasını sağlamıştır…

Elbette Akif Emre’yi anlamak da mümkündür. İnsan ürkmesi kolay aşılabilir bir şey değildir. Hilafetten söz etmenin, Türkiye’nin başına hep işler açtığını biliyor çünkü. Ama bir şeyi unutuyor. Bahar geldi ve millet, onların aramızdaki işbirlikçilerini tasfiyeye başladı.

Ben, Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Görmez’in, konuşmasını muhit, aydınlık ve yakın geleceğimize ışık tutan bir konuşma olarak addettim. İslam’ın ayağa kalkışının emaresi gibi gördüm. Çünkü İslam’ın en büyük maksatlarından biri ve belki birincisi yeryüzünde barışın hükümran olmasıdır. Yani zulmün kalkmasıdır. Eğer İslam, bu hizmeti bugün görmeyecekse ne zaman görecektir. İslam yurtları tar u mar edilmiş, her birisi mütegallibe ve despot ailelerin insafına bırakılmış, hürriyetten ve insanlıktan nasipleri az kitleler haline getirilmiştir. Eğer İslam yurtları gerçek bağımsızlık ve hürriyetin idrakine varsalar, hiç kimse bu toprakları sömüremez, işgal edemez ve buna kalkışamaz.

Ama batılı devletlerin operasyonu ile İslam dünyası ülke, ülke, kısım kısım, mezhep mezhep parçalanmış, her birisi diğerinden bağımsız unsurlar haline getirilmiş. Afganistan insafsızca mahvedilirken, biz onların ‘taliban’ olduğu söyleniyor. İran’a kast edilirken, Müslümanları değil de ‘mollaları’ hedef aldıklarını söylüyorlar. Irak’ta ‘mazlum’ Kürtleri kurtarmak için, ‘vahşi’ Arapları ve Şiileri imha ettiklerini varsaydık.

Irak, Afganistan ve iran’da yaptıkları icraatların faturasını, Arabistan’a Ürdün’e, Mısar’a ve Türkiye’ye ödetiyorlar. İsrail’in atom bombası Türkiye için tehlike değildir ama mollaların(!) elindeki füzeler, nedense bizim için tehdit olabiliyor. Hatırlayın bir zamanlar da Saddam’ın kıyamet topu vardı ve taa İstanbul’u vuracak güçte idi.

İşte bu safsatalarla yıllarca bizi birbirimizden uzak tutular. Hilafet olsaydı bizi bu kadar kolay parçalayabilirler miydi?

Elbette ‘hilafet ilan edilsin, hilafet gelsin’ gibi bir derdim yok, bir amacım da yok. Essahtan da yok. Fakat şartlar bu milleti o doğrultuda zorluyorsa şartlara ve zamana kızmaya da hakkımız yoktur.

Bu cumhuriyet Müslüman ve dindar bir halkın cumhuriyetidir. Elbette ki, şu cumhuriyet, manevi ve maddi baskılardan kurtulsa milletin örfüne ve dinine hizmet etmeyi gaye edinecek. Her milletin kendi ideolojisini ve dünya üzerindeki menfaatlerini teminat altında tutmanın propagandasını yapma hakkına sahiptir. Amerika, İsrail, İngiltere, Almanya, Çin vs. dünyanın dört bir tarafındaki çıkarlarını ve milletler nezdindeki itibarlarını korumak için her yola başvuruyorlar da, neden ben, kültürel etki ve coğrafyamın genişlemesine hizmet edecek hilafet kurumunu kullanmayayım?

Bugüne kadar, ‘ilcaat-ı zaman’ gereği kullanmadık. Şimdi yine ‘ilcaat-ı zaman’ gereği şu kurum, kendi küllerinden doğuyorsa neden ben itiraz edeyim?

Ben kınayıcıların kınamasına aldırmam. Hadiselerin diline ve eşyadaki kanunlara hürmetim vardır. Bir şey kendisini zorunluluk haline getirmişse kimse onu durduramaz. Amerika bile!

Vatikan’ın, Fener’in hatta Rus ve Ermeni patrikliklerinin ekümeniklik peşinde koştuğu bir dönemde, Türk milletinin kendi diyanet teşkilatını ‘kısır/semeresiz bir kurum’ gibi kullanmasını beklemek abestir. Bu yüzden, Sayın Görmez’in "Dünyadaki tüm Müslümanlara, yeryüzünün tüm mazlum milletlerine, tüm Müslüman azınlıklara hizmet ilkesinden hareket edeceğim" sözünü, ‘hükümet-i islamiye’ namına alkışlıyorum.

Bediuzzaman’ın, ‘bir gün gelecek, bu millet diğer İslam milletlerine karşı risale-i nur ile övünecek’ şeklindeki ifadesini de şu manayı destekleyen bir hakikat biliyorum. Ve öyle zannediyorum ki Risale-i Nur, şu milletin hilafet makamını ihraz ve deruhte etmeye layık olduğunun gösteren en sağlam ve en haklı bir belgedir.

Nitekim de o bütün İslam yurtlarında müthiş bir taban oluşturmuş, her bir millette samimi muhipler ve taraftarlar meydana getirmiştir. Çünkü Risale-i Nur, iman-küfür mübarezesinde, bu asırda  küfrün belini kırmaya muvaffak olmuş bir hakikat-i uzmadır

Sizi şu satırlarla baş başa bırakıyorum:

“Evet inkâr edilmez ki; kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes'elemizin künhüne vâkıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın garbda ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i Enbiyanın şarkta ve Asya'da tulû'ları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya'da hâkim, galib, din cereyanıdır. Elbette Asya'nın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye, (Türkiye Cumhuriyeti) Asya'nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden (yani dinden, dolayısıyal hilafetten) istifade edecek ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir (yani tarafsızlık prensibini dinsizlik adına değil, din ve dindarlar adına kullanacktır)”. (Tarihçe-i Hayat ( 241 )

M. Ali Bulut - Haber 7
mabulut@gmail.com

Etiketler :