Kürtlerin Yavuz Sultan Selim'e gönderdiği dilekçe

Kürtlerin Yavuz Sultan Selim'e gönderdiği dilekçe

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bingöl Üniversitesinin düzenlediği “Kimlik, Kültür ve Değişim Sürecinde Osmanlı'dan Günümüze Kürtler Sempozyumu”nda bir tebliğ sundu. Prof. Akgündüz, tebliğinde geçmişte günümüze Kürtleri, Osmanlıyı ve Bediüzzaman Said Nursi’nin

"Şu andaki duruma gelince; Evvela, Doğu Anadolu'da ben Kürdüm diyenlerin önemli bir kısmı evlad-ı Resuldür yani Peygamber neslindendir. Buna bazı Alevi Kürdler de dahildir. Bunların bir kısmı aslen -Karakeçili Aşireti gibi- Türk'türler. Bir kısmı Araptır. Elbette ki Kürt aslından gelenler de bulunmaktadır. Bediüzzaman şöyle der; Anadolu asırlarca hilafet merkezi olmasından dolayı, Anadolu'daki insanların tam olarak hangi ırktan geldiğini ancak ve ancak levh-i mahfuzu inceleyerek tesbit etmek mümkündür. (2) Bu konuda günümüzdeki Kürt meselesine de ışık tutacak olan Bediüzzaman'ın cevabını aynen veriyoruz:

“KÜRDLER VE İSLÂMİYET

Sebil-ür Reşad

17 Mart 1920

Sayı: 461

“...Bu hususda en ziyade söz söylemek salahiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salabet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celadet-i İslamiyesini bihakkın temsil eden ve “Dar-ül Hikmet'il İslamiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki:

Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir.

Kürdler, İslamiyet nam ve şerefini i'la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı Hilafete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te'yid eylemişlerdir.

Ma'hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilayat-ı Şarkiyede ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu'da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak amali mevki-i fiile çıkmış olacaktı.

İşte, bu gaye ile o ma'hud beyanname müştereken imzalandı ve Konferansa takdim olundu. Ermeniler'in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkar edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif oldukları isbat ediyorlar.

Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan... Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

اَْلإِسْلاَمِ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَİslam, uhuvvet-i İslamiyeye münafi olan kav-miyyet davasını men' eder.

Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslamdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alakadar bulunduğu hakaik-i tarihiyedendir.

İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslam aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler esasat-ı İslamiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on ki­şiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi' olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir.

Kürdistan'a verilecek muhtariyetten bahsediliyor... Kürdler, Ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür.

Hülasa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendinin beyanat-ı ma'lumesine gelince: Bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum”."

Kürt Beylerinin Yavuz'a Gönderdikleri Arîza (Dilekçe)

Molla İdris vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt Beğleri tarafından Yavuz Sultan Selim'e gönderilen bu arîzanın sûretini, tarih-çi Koca Müverrih'in Bedayi' adlı eserindeki şekliyle hülasaten naklediyoruz:

"KÜRT BEYLERİNİN YAVUZ SULTAN SELİM'E GÖNDERDİKLERİ ARİZA"

"Can ü gönülden İslam Sultanı'na biat eyledik, İlhadları zahir olan Kızılbaşlar'dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid'atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi'î mezhebini icra eyledik. İslam Sultanı'nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yada başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı'nın yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye Eyaleti'ne gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana İdris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki;

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle carî olmuşdur. Ancak ümitvarız ki, Padişah'dan yardım olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbeycan'dan o zalimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhan sultanlarının payıtahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50.000'den fazla insan öldürmüşlerdir. Eğer padişahın yardımı bu müslümanlara yetişirse, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevî faydalar elde edileceği muhakkakdır ve bütün müslümanlar da bundan yararlanacaktır. Baki ferman yüce dergahındır.".(8)

Bu mektûb üzerine Konya Beğlerbeğisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir. Bu mektubda, bizzat Kürt Beyleri, Kürt aşiretlerinin sosyal yapısına çok dikkat çekici bir üslupla işaret etmişlerdir. "Ekrad, muhtelif aşiret ve kabileler halinde yaşarlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduklarında ittifak ederler. Diğer hususlarda birbirlerine uymazlar. Allah'ın kanunu böyle cari olmuşdur" şeklindeki ifade, asırlar sonra XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman tarafından özetle şöyle tekrar edilmektedir: (1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek istiyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:)

"Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum aleme karşı yücelten ve millî adetlerini terkederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma'rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlad böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaate selamet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir." (9)

-İdris-İ Bitlisî'nin Yavuz'a Gönderdiği Mektup

Diyarbekir'in Safevî Devleti'nin alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük alim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemişdir. Şimdi İdris-i Bitlisî tarafından Farsça olarak kaleme alınan bu istimaletname yani kendi arzu ve istekleriyle Osmanlıya tabi olma belgesinin Türkçe özetini beraber dinleyelim:

"Mülk ve dinin maslahatlarının nizama girmesi, metin Sultanların tedbir ve tedvirine bağlıdır. Şark ve garbda adaletin tesisi, Acem ve Arapların mazlumlarının matlub ve meramlarının te'mini, İslam Padişahının adaletine vabestedir. Diyarbekir mükimlerinden bu muhlis bendeleri arzeder ki;

Bilad-ı Ekrad denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum müslümanlar, Devlet-i aliyyenizin hizmetine taliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerinden sizin yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. Sizin Dar'ül-Hilafe yani İstanbul'a azimet haberiniz duyuldukdan sonra buradaki bir kısım muhlis bendeler, Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşa'ya arz-ı itaat etmişlerdir. Hem mezkûr Beylerbeyi ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazı maruzatlarını arzetmek istemektedirler.

Ba'zı insî şeytanların müdahalesiye Kürt kabile ve aşiretleri, başlangıçta bir kısım ihtilaf ve ihtilallere ma'rûz kalmışlardır. Ancak Allah'ın lutf u inayetiyle bu menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamakta ve Kürt Beylerini isyana teşvik etmektedir. Bilad-ı Ekrad'ın Osmanlı Devleti'ne iltihakı, İstanbul'un fethi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir tarafdan Irak yani Bağdad ve Basra'nın yolları, diğer tarafdan Azerbaycan yolları ve bir diğer tarafdan da Haleb ve Şam yolları açılmış olacaktır.

Allah'ın yardımı pek yakındır.

Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkar İdris". (10)

Gerçekten bu büyük alimin gayretiyle Doğu ve Güneydoğu vilayetleri kısa bir zaman içerisinde Osmanlı Devleti'ne iltihak etmiştir. Bütün bu gerçekler öğrenilince, bazı Avrupalı yazarlar ve Türkiye'deki bir kısım Kürtçü çevrelerin Osmanlı Devleti'nin doğuyu kılıçla kendine kattı ve fethetti tarzındaki iddiaları da ortada kalmaktadır.

Hizmetleri Karşılığında Yavuz'un İdris-İ Bitlisî'ye Verdiği Cevap Ve Taltif

İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük alimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilayeti'nin sulh ile ve istimalet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tabi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tabi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kağıdlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilayetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in'am ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.

Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şi'îleştirmek istiyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, binbir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve islah olduğuna inanılmaması icabetiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.

BU GAYRETLERİN NETİCESİ NE OLDU?

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibaren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihak eylemiştir. Bu iltihaklardan ba'zılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimalet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden ba'zıları şunlardır:

- Bitlis Hakimi Emir Şerefüddin;

- Hizan Meliki Emir Davud;

- Hısn-ı Keyfa Emîri Melik Halid;

- İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin;

- Cezire Hakimi Şah Ali Bey;

- Çemişgezek Hakimi Melik Halil;

- Pertek Hakimi Kasım Bey;

- Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir.(11)

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sayim, Benî Ata aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı'nda bulunan şu ita'at mektubu çok manidardır:

"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslamı tatbik ve adaleti te'sis için sizin hakimiyetinizi zaruri görüyoruz."(12)

OSMANLI DEVLETİ DOĞUDA NASIL BİR İDARÎ NİZAM TESİS ETMİŞTİ?

Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyaletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi'nden sonra Doğu Anadolu'da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzre bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyalet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayrı bir eyalet daha teşkil olundu. (13)

Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyalette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz.

Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti'nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulu burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyaleti'nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti'ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederler.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrad Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hakim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hanedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlardan biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi'nin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi'dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti'ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır.(14)

Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadoluda uygulanagelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran'a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti'ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzimat dönemine yani 1840'lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.(Risalehaber) 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.