Manşetlerin alkışını değil Allah’ın rızasını istedi…

Manşetlerin alkışını değil Allah’ın rızasını istedi…

Milli Gazete Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Kurdaş yazdı...

Bizden seneler önce hem de gazeteciliğin “gerçekten gazetecilik” olduğu yıllarda mesleğin tutkusuna kapılmış gazeteci ağabeylerimden de Erbakan Hocamıza dair hep güzel sözler duymuşumdur. Hayır hayır! Bunun Erbakan Hocamızın gazetesi Milli Gazete’de çalışıyor olmamla hiç alakası yok. Bilirim ki bizim mahallenin sakinleri aksini düşünse daha acımasızca yansıtırdı bizlere. Biliriz ki, “Gazeteci milleti” esirgemez sözünü. Bir de “O’nun gazetecisi” olunca hep bize söylenirdi, sorulurdu. Hiç şikâyet de duymadım değil. Duyduğum en önemli şikâyet Erbakan Hocamızın toplantılara biraz geç gelmesiydi. Geç kalmalar şikayet edilirdi ama Erbakan Hocayı takip eden muhabir arkadaşım çok iyi bilirdi ki, haberin zenginliği, haberin albenisi noktasında hiçbir sıkıntı yaşamayacaktır. Çünkü O konuşunca haberin başlığını, üst başlığını ve hatta spotlarını bile adeta en cezbedici cümlelerle verirdi. Zira gazeteci bazen siyasilerin öyle konuşmalarına maruz kalır ki; dakikaları, saatleri almış konuşmalardan bile bir başlık çıkarana kadar karnı çatlar. Ispanaktan adeta yağ çıkarmaya çalışırdı. O, konuşunca meslektaşlarımızın yaşadığı en büyük sıkıntı ise “ne yazacağım”, “ne başlık atacağım” değil, “hangisini başlığa çıkarsam” tasası olurdu. Bir yazar Erbakan Hocayla aynı masaya oturdu mu, bilirdi ki yazacağı yazı Türkiye’de konuşulacak cinsten olacak. O’nunla yapılan her röportaj, o röportajı yapan gazeteci meslektaşlarım için de meslek hayatlarının belli başlı gazetecilik deneyimleri arasında yer alır. Unutulmazlara girerdi. ZOR ŞARTLARDA, ZOR BİR SÜREÇTE 17 Ekim 2011 Saadet Kongresi’nden sonra Erbakan Hocamızın genel başkanlık günleriydi. O zor şartlarda, zor bir süreçte ve o yaşında yine büyük bir “cihat” dersi vermiş ve Genel Başkanlık mesaisine başlamıştı. “İki Mustafa” yani hocamızın deyimiyle “adaşlar”.. Yani bildiğiniz biz; Mustafa Kurdaş ve Mustafa Yılmaz ile Tanıtma Başkanı Atik Akdağ neredeyse hemen her gün hocamızın makam odasında; bir toplantıda, bir çalışmada bulurduk kendimizi. (Yazarken bile insan o tatlı heyecanı yaşıyor yüreğinde. Titriyor yürek inanın. O anları gerçekten yaşayan her insan için yıllar sonra da o anlar canlı kalabiliyor, o heyecan tekrar tekrar sarıyor benliği. Bazı nasipler vardır ki, ne kadar şükretsek azdır Allah (C.C)’a. Erbakan Hocamızla yaşanmış her anı yaşamak içimizdeki ne büyük bir özlem, hasret öyle değil mi.) Televizyon programları.. Yazar buluşmaları.. Canlı yayınlar.. Gazete ve televizyon genel yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri… Ayları kapsayan medya planlaması gün gün, ince ince yapılıyordu. Kimi zaman 5 çayı, kimi zaman akşam yemeği. İkramsız olmazdı ama çoğu zaman ya tadımlık alınabilirdi ikramdan ya da masadan aç kalkılırdı. Zira Hocamız her medya buluşmasında gündemi sarsan açıklamalar yapıyor ve tabiki “Siyonizm’i” anlatıyor, zulüm dünyası yerine ömrünü adadığı “YENİ BİR DÜNYA” projesinin nasıl kurulacağını en anlaşılır ve etkili cümlelerle anlatıyordu. Televizyon programları ya da meslektaşlarımızla çay-yemek sohbetlerinde dikkatimi celbeden en önemli ayrıntılardan birisi.. Ben 40 yıllık diyeyim, siz duayen deyin. Mesleğin en tecrübelileriyle gerçekleşen bütün buluşmalarda onların Erbakan Hocamıza gösterdiği saygı gözden kaçmayacak kadar büyüktü. Belki de saygıları Erbakan Hocayı çok sevdiklerinden değildi.. Ama Erbakan Hocanın 40 yılda Türkiye’de gerçekleştirdiği sosyolojik devrime bizatihi onlar şahitlik etmişti. Çoğu Erbakan Hocanın karşısında yer almış olsa da; birçok muhtıraya, birçok kampanyaya, birçok darbeye sürece rağmen O’nun kararlılığıyla, O’nun yürüyüşüyle Türkiye’de nelerin değiştiğinin bizzat şahitleri oldukları için Erbakan Hocaya karşı saygıları da çok büyüktü. İslami hassasiyetlerini, dünyasını benimsemeseler bile Erbakan Hocanın “devlet adamlığı”nı, “vatanperverliği”ni, “milletine olan aşkını”, “nezaketini”, “mücadele gücünü” ve “kararlılığını” müşahade ediyor, yazmasalar/yazamasalar bile bunları en az Erbakan Hocanın yol arkadaşları kadar biliyorlardı. İşte o “beş çayı” buluşmalarından birisinde Erbakan Hocamız, Ankara’nın deneyimli gazetecilerinden Yavuz Donat’ı ağırlıyordu. Nezaket timsali kişiliğiyle, Hocamız her zamanki gibi misafirini yine ayakta karşılamıştı. Zor da olsa ayakta. Bir eliyle masadan destek alırken diğer eliyle de tokalaşmıştı Donat’la. Yavuz bey gerçekten çok nazik bir insandı ama hiçbir nezaket sahibinin nezaketi Erbakan Hocanın nezaketi yanında mevzu bahis bile olamazdı. Sohbetin başlarında Yavuz bey; “Hocam” dedi.. “Zatialiniz çok çok büyük şeyler yaptınız. Sıfırdan başladınız ve hareketinizi bugünlere kadar hiç değişmeden taşıdınız. Üstelik de Türkiye’yi değiştiren bir dinamik olarak geldiniz.” Donat, bunları söylerken cümlenin sonuna 40 yıllık politikacılardan bir başka ismi daha ekleyivermişti. Hocamızla o politik şahsı kıyaslamıştı. Erbakan Hocamız tebessümle karşıladı sözü edilen “politik” isimle ilgili kanaati. Sonrasında da; “Ne münasebet” dedi. Ve oldukça vurgulu bir ses tonuyla ekledi.. “Biz asrı değiştirdik, asrı.” Ve sordu; “Söyler misiniz O ne yapmıştır?” Bir kızgınlık yoktu bu cevapta. Ya da o politik şahsın şahsiyetine de bir kastı yoktu. Ama bir hakikatin de bu kararlılıkta, bu etkide, bu netlikte ve de bu inançla ortaya konması gerekiyordu. İşte biz de bu sohbete şahitlik yaptığımız için Milli Gazete’nin Hocamızın vuslatındaki “Hicretin Kutlu Olsun” manşetinde “ASRI DEĞİŞTİREN LİDER” vurgusunu özellikle yapmıştık. EN ŞEDİD RAKİPLERİ İLE BİLE HESAPLAŞMA GAYESİ GÜTMEDİ Erbakan Hoca, kişisel olarak gazetecilerle saygın ve istismarı olmayan bir iletişim kurdu hep. O hiçbir zaman hiçbir gazeteciyle hesaplaşma derdinde olmadı. Aslında en güçlü rakipleri, hatta en şedid rakipleri ile bile hesaplaşma gayesi gütmedi. Dikkatinizi çekerim “en şedid rakipleri” dedim, zira O’nun hiç düşmanı olmadı. O’nun gayesi; tek gayesi davasıydı. Hedefine kilitlenmiş bir roket gibi, davasına kilitlenmişti. Bizzat Erbakan Hocanın yüzünden hiçbir gazeteci işinden, hiçbir yazar köşesinden olmadı. Çoğu siyasetçi için “gazeteci” genellikle “haberi, yazıyı, yorumu” ifade etmiştir. Ama Erbakan Hoca için gazeteci her zaman önce insan oldu . İlla haber yazılsın, köşe yazılarında bahsedilsin kaygısı hiçbir zaman “insan” olmanın önüne geçmedi. Elbette bir gazeteciyle iletişimde esas buydu belki. Kendini anlatmak, görüşlerin kamuoyuna mal olması elbette mühimdi. Ama; O, gazetecilerle olan özel sohbetlerini de daima “tebliğ” üzerine inşa ederdi. Bir asker de, bir mühendis de, bir iş adamı da ve tabi ki bir gazeteci de Erbakan Hoca için öncelikle Hakk olanla tanışması gereken kişiydi. O siyaseti hafızalara kazınan sözleriye, “Oy için değil, Allah rızası için” yapan biriydi. Bir vatandaşın oyundan önce gelen şey o vatandaşın yüreğinde cihat şuurunun yeşermesi, YENİ BİR DÜNYA’nın kurulmasıydı. Yüreklerde kurulacak YENİ BİR DÜNYA’nın kurulmaması imkansızdı. Bir gazeteciden asıl beklediği de haber olmak değil, önce onun şuurlanmasıydı. HİÇBİR KONUŞMASININ BAŞI VE SONU MEDYADA YER ALMADI Buna rağmen… Anadolu’yu, inancı, bu milleti millet yapan değerleri “ötekileştiren” medya yönetimi ile egemen zihniyet birbirini beslediği için olsa gerek.. Erbakan’ın hiçbir konuşmasının başı ve sonu medyada yer almadı. Medyanın hep hedef tahtasına konuldu. Bugün bile ehemmiyeti yeni yeni anlaşılan Aselsan gibi kuruluşlar, ağır sanayi fabrikaları, tank ve uçak projeleri hep itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Kıbrıs’ın fethi bile O’ndan adeta manşetlerle çalınmaya çalışıldı. “Fatih”lik payesi Bülent Ecevit’e verilmek istendi. Yalan haberler, iftiralar, ithamlar, karalama kampanyaları… Ne kadar menfi kavram varsa hep Erbakan Hocamızın üzerine sıçratılmak istendi. Muhtıralar verildi, darbeler yapıldı, süreçler işletildi, mahkemeler kuruldu. Erbakan Hoca olmadık şeylerle yargılanıp cezalara çarptırıldı. Ama O, mahkemelerden önce gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yargılandı. Hakimlerden önce O’nu hep önce gazeteciler mahkum etmek istedi. Erbakan Hocamızla ilgili yürütülen kampanyaları tek tek ele alsak sayfalar yetmez, biliyorum. Bu arenada hakkında çıkan tek bir küçük haberle bile enkaz altında kalan o kadar çok kişilik vardı ki. Tek bir haberle yerle bir olmuş, silinip gitmiş.. Ama O ne kadar düşmanca olursa olsun, ne kadar iri puntolarla atılırsa atılsın hiçbir manşetin altında kalmadı. Yapılan hiçbir itham ve karalama, atılan hiçbir çamur O’nun üzerinde iz bırakamadı. Hiçbir dezenformasyon lekesi O’nda tutmadı. Erbakan Hocamızla savaşan gazeteler, gazeteciler aslında adeta kendileriyle savaşır hale düştü. Gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında O’nun itibarını zedelemek isteyenler, kendi itibarlarını yerle bir ettiler. Zamanla hep kendileri “güvensiz” hale geliverdiler. Hani dedik ya, “Erbakan’ın hiçbir konuşmasının başı ve sonu medyada yer almadı” diye. Bir hatıramı daha nakletmiş olayım. Milli Gazete’de mesleğe başladığım ilk zamanlardı. Reha Muhtar TRT’de “Ateş Hattı”nı yapıyordu. Ve Erbakan Hocamızla bir çekim yapmak üzere Hocamızın makamındaydı. Bir taraftan TRT ekibi çekim hazırlıklarını sürdürürken, diğer taraftan da Erbakan Hocamız, Reha Muhtar’ı karşısına almış konuşuyordu. Malum çok çok uzun yıllar TRT ambargosu yaşanmıştı zaten. “Bak Reha” dedi Hoca.. “Daha önce de geldin, tam 60 dakika çekim yaptın ama 20 saniye bile yayınlamadın.” Reha Muhtar’ın yüzüne hafiften mahcubiyet hissi düşmeye başlamıştı. “Zaten sabıkalısın. Yine aynı şey olmasın. Yine sadece üç cümlemizi vereceksen hiç çekime başlamayalım ” TEK MERKEZDEN GELEN BİR EMİR VARDI Dünyada manşetlerin önce yok saydığı, sonra görmemeye çalıştığı.. Medyanın ambargosunu çok istikrarlı ve kararlı bir şekilde ve uzun yıllar devam ettirdiği.. Yok sayamayınca, görmemezlikten gelemeyince de neredeyse topyekün savaşa kalkıştığı nadir liderlerden birisiydi Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Belli ki, Türkiye’deki Hocamızın deyimiyle “bir kısım medya” tam bir orkestra performansı ortaya koyuyordu. Tek merkezden gelen bir emir vardı ve bu emir doğrultusunda genellikle isteseler de istemeseler de gazeteciler/gazeteler O’nu ya hiç görmeyecekler ya da emredildiği gibi sütunlara, köşelere taşıyacaklardı. Orkestra şefinin çizdiği figürlerin dışına kimse çıkamıyordu. Aslında sadece Reha Muhtar değil, “sabıkalı” olan medyanın tamamıydı. İşte bütün bunlara rağmen medyada “Erbakan haklı çıktı” ya da “Hoca haklı çıktı” başlıklarını da çok okuduk, çok duyduk. “Erbakan Haklı çıktı başlığı 40 yıllık zaman içerisinde tekrar edip durdu kendisini. Bütün engelleri aşarak, ambargoları delerek gazetelerin birinci sayfalarına çıkmayı başardı “Haklı çıktı” başlığı. Hocamızın vuslatından sonra, bugün bile hâlâ atılmak zorunda kalınan bir başlık; “Hoca haklı çıktı”. Evet bugün de tazeliğini koruyor “Erbakan haklı çıktı” başlığı. Yarın da aynı başlıklar atılacak. Çünkü O; her ne pahasına olursa olsun bir başbakan olmaktansa “Hakkı temsil etmeyi, haklı olmayı” tercih etmişti her zaman. O, manşetlerden alkışlanmayı değil, Allah’ın rızasını kazanmayı kazanım bilmişti.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.