A.Kerim KARAAĞAÇ

A.Kerim KARAAĞAÇ

ERCİYES’İN ZİRVESİ ve MACERA

Dünyaya gözümü açtığımdan buyana, güneşi hep onun ardından çıkarken gördüm. Dünyamı 20 yaşıma kadar çevreleyen tepelerin doğusunu hep O kapatıyordu. Önümüzde bir heyula gibi durmaktaydı adeta. İstanbul’da bile güneşin doğma zamanlarında Erciyes’ten doğacak bir güneş bekliyordum. Gözüm o vakitler hep Erciyes’i arıyor. Binaların arasından sızan güneş huzmeleri bana çok sûni geliyor.

Yıllarca önümde bazen sisli, bazen fulü, çoğu zaman da başını beyaz atkısıyla sarmış bir gelin gibi duran efsane güzele, bir gün kavuşacağımı, beni başının üzerinde misafir edeceğini hayal ederek yıllarım geçti. Hangi sevgili, sevdiğini davet eder, misafir eder de vedalaşıp ayrılırken onu merdivenden aşağı iter. Evet, sevgili zannıyla davetine icabet ettiğim heyulânın bana bir kastı vardı sanki. Henüz zirvesinden 20-30 metre inmiştim ki, beni bir uçuruma itmek istedi. Allah’a hamd olsun ki, az hasarla kurtardık.

Enişteme bir defasında “ Nasıl Şıhşabenlisin be kardeş, şu dağa bizi ne zaman çıkaracaksın ” dedim. O da “bu yıl geçti artık, önümüzdeki sene geldiğinizde Allah nasip ederse çıkalım” dedi. Zirveye o da hiç çıkmamıştı, O da en az benim kadar arzuluydu.

Yıl 2000, Haziran ayının sonları. Bir Cuma günü Cuma namazından sonra hayallerimiz gerçeğe döndü ve yolculuğumuz başladı. Önce Yeşilhisar’dan Şeyhşaban’a gittik. Şeyhşaban köyüne varır varmaz, yaylalara gidecek bir traktörün hazırlık yapmakta olduğunu gürdük.. Eğer traktörle yaylaya kadar gidersek, bu Erciyes’in yarısına kadar tırmanmak demekti. Dolayısıyla çok sevindik. Traktörün hazırlığı bitti, yaylaya gidecek olan insanlarda geldi ve arka kasasında bir miktar eşya da yüklenmiş olarak yola koyulduk. İkindi namazını Gulpah köyünün yakınlarında kıldık. Namazı, yolculuğumuzda benden yaşlı kimseler olmasına rağmen, benim sakallarımdaki aklara bakarak illa da benim kıldırmamı istediler. Elhamdülillah namazımızı sıhhatle kılıp yolumuza devam ettik.

Buraya kadar olan yolculuğumuzda bir gariplik yoktu. Şunun şurasında traktörle yolculuk yapıyorduk. Çocukluğumuz hep traktörün üstünde geçtiği için hiç garipsemiyordum.. İnip çıktığımız dereler ve tepeler de normaldi. Fakat, öyle bir yerlere geldik ki, biraz yaşlıların ve kadınların bu kayalık ve yokuşu çıkmaları mümkün değildi. Bizler, traktörün yükü biraz hafiflesin diye indik ama, “sadece bizim inmemiz ne işe yarar. Traktörde kimse kalmasa, yükünü tüm indirseniz bile, çıplak vaziyetteki bir traktörün bu kayaların üzerinden aşarak, bu yokuşu tırmanması mümkün değil” diye düşünüyordum. Meğer yanılmışım, o kadar yükü ve üzerindeki insanlarla, hoplaya, zıplaya o badireyi atlattı.

Onlar gide gele alışmışlar, hiç telaş ve heyecan yoktu. Traktör geriye takla atmasın diye ön tamponuna iki kişi oturuyor ve traktörün önü havaya kalkmıyor. Fakat o tamponda oturanları seyrettim,  hani Amerikalıların, boğa sırtında kalma yarışı (rodeo) yaptıklarını ve kalabilmek için neler çektiklerini, çoğu zaman da boğa, yarışçıyı bir iki zıplatma yaptıktan sonra sırtından havaya fırlatması var ya, aynen o aklıma geldi inanınız. Traktör o taş ve kayaların arasında aynen o boğalar misali püskürüyordu. Tamponda oturanlar da boğanın üzerinde durmaya, tutunmaya çalışanlar gibi gayret ediyorlardı. İşte size şahane spor,  üstelik yarış değil, mecburi bir can pazarı. Zavallı traktör şoförü bir sağa, bir sola direksiyon kıvırdığı gibi, direksiyon o kadar sert ki, bazen şoförü bile dinlemeyip ani sağ ve sola dönmekteydi.

Hasılı, meseleye geriden şöyle bir baktım, bu insanların yediği ne, içtiği ne, kazandığı ne ki, bu kadar zahmete katlanıyorlar..... Allah O güzel insanların yardımcısı olsun. İnsanlar var, işte bunlar gibi ekmeklerini taştan söke söke almaya çalışıyor ve oturunca yediği neticede ya yarım, ya da bir ekmek. İnsanlar var, bir tek aloo diyerek trilyonlar kazanıyor, onlar da deveyi hamutuyla yutmuyor, yediği onun da en fazla bir ekmek. Kazandığının gerisini ne yapıyor? Yığıyor, yığıyor......  Sonra, ikisi de cepsiz kefenle toprağa teslim. Mesele ondan sonra... Allah’ımız akıbetimizi hayreylesin inşaallah.

İki kilometreye yakın devam eden traktör ve dağın boğuşmasının sonunda birazcık düzlüğe çıktık. Tabii ki bu mesafeyi biz yaya olarak tırmandık. Aslında, traktörü seyretmekten nasıl tırmandığımızı fark etmedim bile. Düzlükte tekrar traktöre binip, yayla yolunun kalan kısmını da o şekilde tamamladık. Yayla da taşların arasındaydı, her yer taştı. Taşlar arasına birkaç çadır kurulmuş o kadar. Biz kurulu düzene varmıştık. Köylüler epey zaman önce yaylaya çıkmışlardı. Mevsim Yaz olduğu halde bayağı serindi. Hatta, birkaç gün önce kar bile yağdığını söylediler. Yaylaya vardığımızda akşam yakındı. O geceyi akrabamızın çadırında geçirdik. Üç erkek çadırı doldurmuştuk. Ben, misafiri olduğumuz dayım ve eniştem.

Dayımın kızı ve üç torunu bizim için, o akşam fedakârlık yapıp, yatmak için başka birilerinin çadırına sığınmak zorunda kalmışlardı. O şartlarda bu fedakârlık çok zordu. Onlar ki ( Allah Onlardan binlerce defa razı olsun), bizim için sadece yerlerini değil, yemlerini de ne var, ne yok sunarak görülmemiş bir misafirperverlik sergilediler. Düşününüz, ev sahibi hanım ( dayımın kızı) herkes çadırında yatarken o soğuğa rağmen kalkmış, dağların başında sabah namazımız için abdest suyumuzu tandırı yakarak ısıtıp, biz kalkmaya hazır etmiş. Efendiler sizlerin, bizlerin sobalı sıcacık evi değil burası, dağ başı, dağ.  Sabah namazlarımızı kılıp biraz daha yattık. Sabah kahvaltımız geldi. Her şey beyazdı. Serilen sofra bezinden tutunuz, süt ve bütün süt ürünleri ile sofra bir harikaydı. Kahvaltıyı takiben hemen hazırlık yapıp çıkmamız gerekiyordu. Aksi halde zirveden dönüşümüz geceye kalabilirdi. Saat 8 de hemen yola çıktık.

Yanımıza hazırlık olarak sadece, su dolu bir pet şişe, üç bazlama ve lazım olabileceğini düşündüğümüz çanta. Ha, bir de ben elime ne olur, ne olmaz diye dayımın bastonunu almıştım. Bizim zirve için yola çıktığımızı orada herkes bildiğinden, biraz ilerledikten hemen sonra çadırlardan birinden bir kadın bize “ Yavrum yanınıza samırsak almadıysanız size samırsak viriyim” dedi. Gerçekten de o sarımsak yükseklerde işimize yaradı. Yolculukta üç kişi varız. Bizimle gitmeye o sabah karar veren birisi daha vardı. O da dayımın en küçük torunu. Yaşı on üç- on dört ama, tam yayla malı maşaallah.

Erciyes’in zirvesini önümüze, heyecanlarımızı da yanımıza kattık yürüyebileceğimiz en hızlı yürüyüşümüzle yol almaya başladık. Bazen küçük, bazen büyük tepeler çıkıyor ve iniyorduk. Bu çıkış ve inişlerde zirve hep önümüzdeydi. Öyle ki, sanki cetvel çekmiş gibi bir ip doğrusunda zirveye doğru ilerliyorduk. Hızlı yürüyüşümüzün temposunun bir an yavaşladığını hissettim. Gerçekten, istesek de, zorlasak da çok hızlı yürüyemiyorduk, özellikle ben. Bir taraftan irtifanın artışı, diğer taraftan yorgunluk belirtileri hızımızı iyice kesmişti. Yol arkadaşlarım maşaallah iyi gidiyorlardı. Biri zaten çok gençti, eniştemse hem kısa boylu hem de zayıfça olduğundan benim kadar etkilenmiyordu. Bir teklifte bulundum arkadaşlarıma;  “Geliniz şu kalan yolumuzu, kendimizi daha fazla yıpratmadan belli aralıklarla mola vererek sürdürelim” dedim. Bu teklifime ilk önceleri biraz uydular ama, sonra bir baktım onlar gene bildikleri gibi devam ettiler. Benim o tempoya ayak uydurmam mümkün olmasa da kendimi biraz zorlamaya gayret ettim.. Zirve artık çok uzaklardan göründüğü gibi mavi değil, yakın görünümden bir dağdı sanki. Yanına varsak da hep öyle mavi görünümlü olacak sanıyordum. Çünkü, ben onu 45 senedir hep öyle görmüştüm..

Ben o kadar terlemiştim ki, inanınız paçalarımdan, kol ağızlarından, şapkamın her tarafından yağmur gibi sular damlıyordu. Şapkamdan omuzlarıma, sırtıma ve göğsüme damlayan terden sırılsıklam olmuştum. Buraya kadar havanın da sıcak oluşu sebebiyle ıslanmış olmamın pek mahsuru yoktu. İş bundan sonra başlıyordu. Şimdiye kadar hep dağın güneyinden ilerlemiştik ama, bundan sonra batıya ve kuzeye açık yerlerde önümüzdeydi. Öyle bir sırtta ilerliyorduk ki, batı tarafımızda alabildiğine vadi kardı. Yani sol tarafımız kar ve buz gibi rüzgâr, sağ tarafımızdaysa alabildiğine ateş gibi cehennem vadisiydi sanki. Çok terlemiş çok su kaybetmiştim. Bu arada pet şişedeki su da bitmek üzereydi. Eniştem kar yemediği için ona “ şu suyun hepsini sen iç bakalım, biz de çocukla şişeye kar doldurur onunla idare ederiz” dedim. Suyumuz (kar) bittikçe dağın karlı tarafına geçiyor, üşüyünce sıcak (dulda) tarafına geçiyorduk.. Eniştem susayınca pet şişenin dibinde ona biraz kar bırakıyor ve onu ben karnıma tutarak eritiyorum, hatta biraz da ısıtıyordum ki rahat içsin diye. Zirveye neredeyse gelmiştik ama, artık nefes almakta çok güçlük çekiyordum. Her molada nabzımı dinliyor, o güzel kadıncağızın verdiği sarımsaktan bir diş yiyordum. Tansiyonlar iyice yükselmişti, ( kavga başlayacaktı anlamında söylemiyorum) nefeslerimizi gerçekten de çok kısık, kısık alıp veriyorduk.

Evet, nihayet beklediğim an gelmişti. Saat 13’ü gösteriyordu. Artık zirvedeydik. Bu yaşımıza kadar dünyamızda böyle yüksek bir yere ilk defa tırmanmıştık. Müthiş bir heyecandı bu. “Her hangi yüksek bir yere çıkınca ezan okunmasını” Peygamberimizin tavsiye ettiğini okumuştum. Burası öyle alelade yüksek bir yer de değildi üstelik. Şöyle, yarım saate yakın sırt üstü yatıp dinlendikten, nefesimizi topladıktan sonra Enişteye, el başparmaklarımı kulaklarımın memesine götürerek gözümle işaret ettim. Haydi ezân oku anlamında. O da illa ki benim okumamı isteyince, o güzelim zirvede Rabbimizin adını canı gönülden her tarafa duyurmaya çalıştım. Ama, o zevkin tadı hâlâ damağımda desem yalan olmaz. Sanki, her yönde kilometrelerce mesafeden gelen o yankılar unutulacak gibi değildi. Orada namaz kılacak yer olmadığı için öğle namazını çadırlara dönünce kılmayı planladık. Çok büyük bir kayanın on binlerce, yüz binlerce parçalara ayrılmış olduğu ve bizim de bir parçasının üzerinde olduğumuzu düşünün. Çok derin yarıklarla biri birlerinden ayrılmışlar. Bazılarının dibini göremiyorsunuz. Hem zaten bir iki metreden sonra kat kat buzlarla örtülü oldukları için derinlik tam anlaşılmıyor.

Zirveden etrafın görünümü çok güzeldi. Ala dağ ve Hasan dağı tarafında biraz bulut vardı. Biz bulutların seviyesinde olduğumuz için, bulutların hem altı hem de üstü görünüyordu. Bulutları sadece Ala dağ ve Hasan dağının zirveleri aşmıştı. Zirvenin Kayseri tarafı alabildiğine uçurumdu. Uçurumun dibini görmek için bulunduğumuz yerden çok sarkmak icap ediyordu. O taraf olduğu gibi karlarla kaplıydı ve karların erimesiyle meydana gelen su şırıltıları dinlemeye ve görmeye değerdi. Bir dürbün ve bir fotoğraf makinesi götürmediğimize çok pişman olduk. O anlar belgelense çok şahane olurdu. Oturduğunuz yerde, önünüzde Kayseri serpilmiş, biraz sola dönüyorsunuz İncesu kazası, Kaymaklı, Göreme, döndükçe Niğde, Yahyalı, Yeşilhisar v.s. Ayrıca onlarca köy, hep etrafa yayılmışlar. Bunlar görünenler tabii ki. Yakın olmasına rağmen Develi’yi, Talas’ı ve daha nice yerleri seyretmek mümkün olmadı çünkü, kuytuda veya bir tepenin ardında kalıyorlardı.

Çıktığımız vadiyi şimdi zirveden seyrediyorduk. Yakınında iken hiç fark edememişiz, meğer ne kadar müthiş bir görünümü varmış sormayın. Bulunduğumuz tepeden lavlar kilometrelerce yükselip düşünce, mağma halinde akarken donup kalmış. Şimdi sanki akar vaziyette. Mağmanın akarken siyah- beyaz fotoğrafını çekmişler sanki. Uzaktan aynen öyle görünüyor. O canlı görünümü yakınındayken, hatta üzerlerine basarak geçtiğimiz halde fark edememiştik. Çünkü, soğuk ve sıcaktan genleşme ve de büzülmeler göstererek o kadar çok parçalara ayrılmış kayalar görünümünde ki, birinden diğerine zor atlayabildik. Alan da çok büyük olunca, yanındayken sadece kayaların arasından yürüdüğünüzü düşünüyorsunuz. Uzaktan topluca bakınca esas manzara ortaya çıkıyor.

Bu kadar seyirden sonra dönüş başladı. Çıkmak, inmekten daha kolay. Bir kere toprak diye bir şey yok. Bir taş diğer taşın üzerinde. Bu bazen büyük kayalar, bazen de küçük kayalar şeklinde. Meyil de aşırı olunca, inerken çok dikkat etmek gerekiyor. Fakat biz fazla hassasiyet göstermedik. Önümde alabildiğine derin bir vadi vardı ve ben önde olmak üzere bu vadiyi yavaş yavaş iniyorduk.. Bir an aklıma önümdeki, çapı bir metre civarında olan bir kayayı yuvarlamak geldi. Kaya hafif bir dokunmayla hareket alacak gibi duruyordu. O kayanın, taa vadinin tabanına kadar nasıl paldır küldür gideceği düşüncesi, bende aniden sevinçli bir heyecan meydana getirdi. kayaya doğru iniyordum.. Bastığım yerlere hep dikkat ediyordum. İşte o haleti ruhiye ile zannediyorum bir gaflet oldu. Ayağımın altındaki taşın kaymasıyla kendimi yerde buldum. Düşerken, geride bir yerlere tutunmak için sağ elimi rast gele attım. Çok ciddi bir yanma hissetmeme rağmen, tutunup kaldığım için o acıyı dikkate almadım. Çünkü, yuvarlamak istediğim kayanın yerine, vadinin tabanına takla makla ben inecektim. O kayaya kadar süründüm, ayaklarımın ona çarpmasıyla durdum. Büyük bir felaketten kurtulmuştum. Durdum ama, sağ elimin bileği şiddetli acıyordu. Hemen saatimi çıkardım, kol düğmesini çözdüm. Aşırı bir kanama vardı. Sol elimle yara yerini biraz geriden iyice kavrayıp sıktım. Kan kaybından korkuyordum. Hele bir de o bölgedeki atardamar kesilmişse; hemen yetişebileceğim ne bir ilk yardım yeri, ne de bana yetişebilecek yakın bir sağlık kurumu mevcuttu. Orada, o şartlarda kendi imkânlarımla inemeyecek kadar ciddi bir yaralanma ile karşı karşıya olsam, ölümü beklemekten başka yapacak hiçbir şey yok, Allah korusun.

Bir müddet sol elimle sağ bileğimi sımsıkı başımın hizasında tutmaya devam ettim (15 dak. kadar). Sonra, yavaşça bıraktım. Gördüm ki kanama hafiflemiş. İşte o zaman atar damara bir zarar olmadığını anladım ve rahatladım. Çünkü, yara hem derin hem de bileğin iç yüzünün yarısından üst kısmının yarısına kadar devam etmekteydi. Çok önemli bir hasar olduğunu biliyordum fakat, müdahale imkanım olmadığı için de inceleyemiyordum.

Tam düştüğüm anda bir taraftan da cep telefonumun çaldığını duyuyordum. Cep telefonum eniştemdeki çantadaydı. O dertte “telefona bak enişte” diyordum. Eniştem çıkarıp telefonu bana uzattı veya bana vermesini ben söyledim. Arayan Mükremin di. “Biz tekir yaylasındayız, eğer bu tarafa yakınsanız, bu taraftan inin de sizi alalım” diyordu. Ben de, o tarafa uzak olduğumuzu dolayısı ile gelemeyeceğimizi söyledim. Tabii ki düşme olayından hiç bahsetmedim.

Sağ kolum başımın hizasında inmeye başladım. Yaranın, dikişe bir an evvel yetişmesi gerekiyordu, aksi halde dikiş zor tutacak, belki de imkânsızlaşacaktı. Bunu bildiğim için çok hızlı iniyordum. Hatta bir ara öyle dalmışım ki, etrafımda ses seda kesilmişti. Geriye dönüp bir baktım ki yanımdaki yoldaşlarımın çok gerilerde kalmışlar. Neredeyse görülemeyecek derecede arayı açmış ve kaçar gibi iniyordum dağdan. Bir taraftan da Erciyes’e kızgınlığımı içimde dillendiriyordum. “Misafir böyle mi karşılanır, böyle mi ağırlanır, üstelik her zaman gelerek çok rahatsız da etmemiştim, şu yaşıma kadar bir kere geldim, belki de bundan sonra hiç gelmeyecektim” diye sitayişimi dağın yüzüne karşı haykırıyordum. Birden aklımı başıma topladım ve “Aslında suçlu dağ değildi, ne suçu olabilir ki dağın, sen neler söylüyorsun, bak bir de suçunu bastırmak için dağa bağırıyorsun” diye kendimi ayıplamaya başladım. “Suçlu sensin, dikkatsiz sensin, görgüsüz sensin, nerede bulunduğunu unutup kendini Fatih’in caddelerinde geziniyor zannettin değil mi? Bu hatayı bana karşımda duran bir adam yapsa, elimden çekeceği vardı” diyordum. Lakin kendime kızmakla yetiniyor başka bir şey yapamıyordum.

Kayadan kayaya atlamaktan başka bir işim yoktu. Atlamaktan bacaklarım bir garip olmuştu. Özellikle uyluk kaslarım infilak etmek üzereydi. Çadırlara geldiğimizde saat 16 00 yı gösteriyordu. Namaz kılmamıştık. Çok hızlı ve atlayarak indiğim için ne abdest alacak ne de ayakta namaz kılacak takatim vardı. Adeta bitmiştim. Kollarım havada kalmaktan, bacaklarım zıplamaktan “bizden bu kadar arkadaş” diyorlardı sanki. Öncelikle yarayı orada ilkel şartlarda da olsa pansuman ettik. Allah onlardan razı olsun, bir oksijenli su, bir krem ve bir gazlı bez o şartlarda ne büyük nimetti. “Evet, bundan sonrası, ya bundan sonrası” demeye başladım kendi kendime. Bir hastaneye nasıl yetişecektim, kafamda hep bu vardı. Oradaki güzel insanları da kendi derdim yüzünden töhmet altında bırakmıştım.

Acaba şimdi benim için ne düşünüyorlardı, ne yapacaklardı. Bunun hesabını yapmak bana düşmezdi fakat, merak etmemek elimde değildi. Artık onlar neye karar verirlerse ona razı olmak düşüyordu bana. Öyle de oldu. Dayım, “eşşeği hazırlayın çabuk” dedi. Bir an şaşırdım, eğer geldiğimiz yoldan gideceksek “en yakın köy bile en az 10 km mesafede” diye düşünüyordum. Sadece merakla takip edip uymaktan başka bir şey yapmıyordum. Sonra gördüm ki, en güzeli de buymuş. O bölgeyi onlar biliyorlardı ve en güzel planı onlar yapacaklardı. Hayvan hazırlandı. Bu defa da “neden bir eşek” diyordum? Çünkü; “ben yürüyemezdim, dayımsa yaşlıydı. Eniştemi rahat yürüyebileceği için hesaba katmasak bile en az iki eşek hazırlanmalıydı. Eğer eşeğe dayımla beraber binersek, hayvan o kayalıklardan nasıl inecek” diye düşünmekten edemiyordum. Eşek düz yolda rahatlıkla iki kişiyi de taşıyabilirdi fakat, böyle bir arazide bir kişiyi bile taşıması çok zordu. Üstteki düşüncelerimde haklıydım. Ben bu düşünceler içindeyken, iki güçlü adam geldi beni aldıkları gibi eşeğin üzerine oturttular. Dayım bana “iyi tutun”, eşeğe de “dah” deyip elindeki değnekle bir vurdu. Yola çıkmıştık.

Dayımın yaya yürüyüşü beni çok mahcup ediyordu. O yaşlı haliyle eşeğin arkasından geri kalmadan takip ediyordu. Sonra anladım ki, onun için bu gidişin bir de dönüşü vardı. Dönüşte iki eşeği tekrar geri getirmek daha zor olacaktı. Ondan dolayı yürümeye razı olmuştu. İstikametimizden anlıyordum ki geldiğimiz yoldan değil, farklı bir yoldan gidiyorduk. Dayım bu yolun, bulunduğumuz yere en yakın Develi’nin bir köyüne gittiğini söyledi. Patika bir yola düştük, eniştem önümde, dayım arkamda ilerliyorduk. Öyle bir yerlere geldik ki, eniştem bile ilerlemekte zorlanmaya başladı.

Yol daracık ve kıvrımlı, sağ ve sol yanlarımız yüksek ve çok çıkıntılıydı. Dağ üzerimize düşecek gibi eğilmişti. Eniştem önde, eğiliyor, bükülüyor yazık, bir adım atmak için ne kılıklara giriyordu. Ama, beni taşıyan eşek o yollar için öyle antremanlıydı ki; ben, “şimdiye kadar çarpmadı ama, bu sefer mutlaka beni bir yerlere çarpacak” diye düşündüğüm her zaman yanıldım. O eşeğe, ne yolun daracık ve kıvrımlı oluşu, ne yolda kocaman taş ve kayaların bulunması, ne de üzerinde birilerini taşıması sıkıntı vermiyordu. Ayrıca, kendi keyfini de hiç ihmal etmiyordu. Bir taraftan o kadar taş ve kaya arasında ayağını basacak yer bulabiliyor, diğer taraftan, daha önce oradan geçmiş olan eşeklerin pisliğine rastladığı her yerde ani duruşlar yapıyor, o pislikleri koklayarak burnunun üzerine de bir miktar alıp kafasını yukarıya kaldırıyordu. Gerçekten de bunların hepsini bir arada beceriyordu. Müthiş bir eşekti. Eşekleri çok iyi tanıdığımı zannederdim. Meğer bunlar bizimkilerden çok farklı şartlarda bulunduklarından, çok farklı oyunlar öğrenmişler.

Bizim eşeklerimiz düz ovada yetiştikleri için bu kadar marifetli değillerdi. Üstelik çok da tembellerdi. İlle de çalının altını, ille de bir gölgeliği kollarlardı. Çalışmada pek gözleri yoktu. Zorla, sopalayarak bir işe giderlerdi. Üstlerine binmek için yüksek bir yere yanaştırmak istersin, ne mümkün, inatlarından dakikalarca seninle çekiştiği olur. Ama yazık, bu yüzden de çok sopa yerlerdi.  

O sarp kayaları, patika yolları sağ salim atlatıp daha rahat yerlere inmiştik. O sırada uzaklardan önüne bir eşek katmış bir adam belirdi. Yanımıza yaklaşınca da boş olan eşeklerden birisine dayımın binmesi ile benim üzerimden büyük bir yük kalktı. Varacağımız köye yaklaşmıştık. Köye girmeden Develi’deki teyzemin oğlunu (Şükrü Özdilek) cep telefonun ile arayıp köyün camisinin yanına arabayı alıp gelmesini söyledik.  Akşam, yatsı derken, köyde misafir olduğumuz evden ayrılmamız saat 22:00‘yi buldu.

Teyze oğlu dikiş işini ille de Develi de yaptıralım diye ısrar etti ama, “Yeşilhisar da tanıdık doktorlar var, ben ancak onlara güvenirim” dedim. “En iyisi beni sen Yeşilhisar’a götür” diye ben de ona ısrar ettim. O da Allah razı olsun, “sen öyle istedikten sonra canım başım üstüne” deyip beni kırmadı. 

Yeşilhisar da aradığımız doktoru bulup hastaneye gitmemiz gece yarısını buldu tabi ki. Anestezisiz atılan dikiş sonunda, havanın da aşırı sıcak oluşu sebebiyle kan terler içinde kalmıştım. Eve vardığımızda anam yatmıştı. Sabah uyandığımızda anam da şok oldu! Bir şey yok demişsem de içi rahat değildi. Ona hissettirmemek için rahat davranıyor, elimle tutacağım her şeyi önemli bir şey yokmuş gibi kavrıyordum ama, kanın zorlamalarla sargının üstüne çıktığını gördüm.

Yeşilhisar da bir hafta daha kaldık. O sırada dikişleri de aldırdık. İstanbul’a böyle maceralı bir hatıra ile dönmüş oldum.

Dt. Abdülkerim Karaağaç

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.