A.Kerim KARAAĞAÇ

A.Kerim KARAAĞAÇ

GRAFİK YÜKSELİYOOOR

1930 ve 1940, tek partili yıllar. Malum kişilerin, bir rivayete göre 17 bin alim ve allemeyi astıkları ve iğnelerle şehid ettikleri diktatörlük dönemi.  

Oy kullanmanın açıktan, oy sayımının gizliden yapıldığı gayri meşru dönem. İnsanların ufacık bir ihtiyacı için dahi kuyruklarda çürütüldüğü dönem. Dinî hiçbir faaliyetin uygun görülmediği hatta, çok ağır bir şekilde cezalandırıldığı dönem. Üç değil, iki kişinin bile evlerde bir araya gelmesinden, hortlak görmüş gibi korkan bir rejim. Geçmiş tarihinden istifade etmek nere, üstünü topraklayıp, ona ait ipuçlarının görüldüğü her yerde kökünden söküldüğü dönem. Ezan’ın sanki, dağdan yuvarlanan bir varil gibi “tangur tungurdur, tangur tungurdur” diye okunduğu kahrolası dönem.

İnsanların seçim dönemlerinde mecburen oy kullanmaya götürüldüğü, gitmez ise çok ağır cezalarla cezalandırıldığı dönem. İnsanlar patlamak üzere ama, korkutularak sindirildiği için, kanının içine aktığı dönem. Yönetime isyanını dillendiremeyen insanların, istihbarat tarafından sinsice ve gizlice tesbit edildiği dönem.

İçerde bu gizli isyan, dışarıda (Avrupa devletlerinin), “bu tek parti diktatörlüğüne son verin” şeklindeki ciddi baskısı. Kendisini birazcık köşeye sıkışmış hisseden CHP diktatörlüğü, içlerinden birine bir teklif götürür. Bu da Adnan Menderes’ti. Menderes CHP milletvekiliydi.

“Sen pısırık, beceriksiz ve sessiz birisisin. İçeriye ve dışarıya karşı ikinci bir partimizin daha olduğunu göstermemiz gerekiyor, buna da en uygun seni görüyoruz” diyerek, razı ettiler. Aynı zihniyette bir parti daha kurduklarını düşünerek pek rahatsız olmadılar. Arkasından seçimlere gidildi.

Seçim sonuçları Menderes’i bile şaşırttı. CHP seçimlerde adeta silinmişti. Arkasında yüz binleri gören Adnan Menderes, tekrar gene seçilebilmek ve koltuk sevdasını tatmin için, milletten bazı temsilciler çağırarak “sizler için neler yapmamı istersiniz” diye sordu. Gelenler bu soru karşısında önce ne söyleyeceklerini şaşırdılar. Çünkü, böyle bir teklifle karşılaşmak akıllarından bile geçmemişti. Onlarda; “ne olur bize birkaç tane İmam Hatip Okulu açar mısınız? Bir de, ezanı Muhammedi’yi  Arapça aslına döndürürseniz çok seviniriz. Şimdilik bu bize yeter ve artar” dediler. Menderes’te, bu teklifi hemen meclise getirdi ve kabul edildi.

Menderes çok iyi niyetli, milletinin geleceğini düşünen güzel bir insandı. Fakat, o dönemin yetiştirdiği İslâm’i bilgisi az, ahlâken İslâm’dan uzak bir hayat tarzı vardı. Daha geçenlerde, CNN türk tv de yaşlı bir kadınla röportaj yapıyorlardı. Kadın, (afedersiniz) “Menderes’i çok seviyordum, ondan bir çocuğum olsun istiyordum, fakat çocuğum ölü olarak doğdu” diyordu. Bunu ben kulaklarımla duydum. Kadın yalan söylemiyorsa, Adnan Menderes’in zinacı olduğunu söylemiş oldu aynı zamanda.

                “Ben gamlı hazan, sense bahar dinle de vazgeç

                  Sen kendine kendin gibi taze bir bahar seç

                  Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç

                  Sen kendine kendin gibi taze bir bahar seç”

Bazı kendini bilmez aşk teklifinde bulunanlara Menderes merhumun cevabıydı bu dörtlükler.

Bu şarkı güftesi (mü’in olarak öldüyse Rabbimiz Rahmet etsin inş.) Adnan Menderes’in. Makamına gelerek ilânı aşk eden bir sürü kadın olmuş. Bu kadınlardan bazıları anlaşılan arzularına kavuşmuş.

Halk, Demokrat partiyi CHP ile mukayese ederek oy veriyordu. O şartlarda da yapılabilecek de ancak o kadardı. Her şeye rağmen, iktidar olsa da muktedir olamadı garip insan. Kurulu düzenin çakılmış büyük kazıkları, Menderes’e ancak on yıl tahammül edebildiler. Yazık, Menderes’i yağlı urgana gitmekten ne duble yollar kurtarabildi, ne de lâiklik dininden gözükmesi. Çok fazla değil, Ezan’ın Arapça aslıyla okunmasına ve İmam Hatip okullarının açılmasına müsaade etmesi yetti idama gitmesine.

 

Menderes’in idamına rağmen, Müslümanların lehine bir basamak daha yükseliyordu grafikte. İpler, geri plânda hep sistemin elinde olmasına rağmen, halkın düşüncelerine pranga vuramıyorlardı. Bilgilenen halk, şuurlanan kitleler ancak oy zamanı sisteme haddini bildiriyordu. Fakat, seçilenlerin ettikleri yeminden çıkaracakları kanuna, giyimlerinden konuşmalarına kadar, kurulu sistemle uyumlu olduklarını her defasında deklere etme borçları vardı. Her şeye rağmen, öyle gözüküyordu ki, her yeni başbakan öncekinden daha ileride koşuyor, grafiğin bir çıta daha yükselmesine yardımcı oluyordu adeta. Allah (c.c.) mü’milerin yüzüne bakıyor, islâmi bilgisi pek fazla olmasa da, hatta içinden pazarlıklı, niyeti bozuk olsa da, Müslümanlar’a öyle bir başbakanla hizmet ettiriyordu.

 

Millet artık CHP den başka bir alternatif bulmuştu ya, hemen arkasından Süleyman Demirel’i iktidara taşıdı. Hem Demirel köylü çocuğu Çoban Sülü’ydü, ağzı farklı bir şive ile hitap ediyordu. Hatta denk geldiği yerde Cuma namazlarını da kılıyordu. Sanki dini yönden Menderesten daha iyi idi. Menderes 6-9 adet İmam Hatip okulu açmışsa, Demirel 109 adet açmıştı. Kıvırmayı çok iyi beceriyor, nabza göre şerbet vermede üstüne yoktu. Entrika çevirmede, lafta kimse boy ölçüşemezdi. Şahane saman altından su yürütüyor, hatta Türkiye’nin en büyük cemaatleri, saf Müslümanlar illâ Demirel diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.

Onu (Demirel’i) da “sen nasıl olur da kurulu lâik sistemi ara sıra unutup, dincilere göz kırparsın ha” diyerek, Zincirbozan’la hırpaladılar. Otuz yılı geçti ki, hâlâ Müslüman görünümünde olup, Müslümanları hep arkadan hançerledi. Şu bir kaç yıldır gerçek kimliğini herkes öğrenmiş oldu.

CHP ise artık bir daha tek başına iktidar olma ümitlerini yitirmişti. Çünkü, 30 seneye yakın (tek başına, başka alternatife müsaade edilmediği için) ancak zulmetmişti. Bu milletin artık parti açısından sıkıntısı yoktu. Partiler çoğalmış ama, ortada bir sağ parti vardı aynı çizgiyi devam ettiren. Bir de CHP vardı ki, perde arkasındaki iktidar ve muktedir hep o idi.

 

Sonra Özal geldi. TC. tarihinde o vakte kadar gelenlerin en iyisi idi. İşini bilen, şahsiyetli, Türkiye için gerçekten de güzel şeyler yapma hevesinde olan ve bunların bir kısmını hayata geçiren. Demirel gibi iki yüzlü değil, daha ciddi ve vakarlıydı. Namazını da aksatmadan kıldığını sanıyorum.

Anayasa’dan, Müslümanları yıllardır çok rahatsız eden 163 gibi bir maddeyi çıkarıp atmış, Türkiye’yi kapatan kara duvarları yıkmış ve Türkiye’yi dünyaya açmıştı. Bunun yanında, sahillere dikilen beş boynuzlu oteller, Semra hanım ve şortlu denetlemelerle de sisteme yaranamadı, O’nu kurtarmadı. Allahu alem zehirlenerek öldürüldü.  

Başbakanlık sırası Erbakan hoca’ya gelmişti. O da geçmişe göre en güzeli idi. Hatta bu yolda beklenen en önemli isimdi. Necmettin Erbakan, çok heyecanlı, bilgili, örnek ahlâka sahip, az zamanda onlarca yıla sığdırılamayacak işleri başarma azminde olan dolu bir insandı. Fakat, bunlar yetmedi. Bazılarına fazla yem vermesi onları azdırdı. Sistemin, başbakanlık gibi çok önemli bir mevkiini ona uzun süre yedirmeyeceklerini hiç kestiremedi. Hoca, ya sistemi iyi tanıyamamıştı, ya da kendisini dev aynasında görüyordu. Bu sistem içinde hareket kabiliyeti ne kadar, yeri gelince siyasî manevra nasıl olmalı, bunu hesaplayamıyordu. Yani, zamana göre strateji çizmeyi akıl edemedi Allahu alem.  Dolayısı ile sistemi iyi tanıyamamıştı. Ölçüsüz ve zamansız davranışlar sergiliyor, yersiz sözler sarf ediyordu. Hoca’ya kalsa çok şeyler yapacaktı ve yapardı da fakat, kendisine bırakılmayacağını bir türlü akıl edemiyor ve dikkatleri hep üstüne çeken cümleleri sarf etmeye devam ediyordu.Her insanda bu tür hatalar olur ama, hocada biraz fazlaydı. O kadar bilgisinin, tecrübesinin, yılarca o verimli çalışmalarının karşılığı meyvelerini vermek üzereyken, bazı meyveler daha olgunlaşmadan yere dökülüyordu, (28 Şubat) hem kendisi, hem de Müslümanlar için bir kayıp oldu. Yani sistem, Erbakan Hoca’yı da kolay ekarte etti.

Yalnız şu var ki, her darbenin, her baskının ardından yapılan seçimlerde, Müslümanlar daha bilenmiş ve güçlenmiş olarak çıktı.

1946’lara kadar Müslüman’lara manen rehberlik eden âlimleri yok edilmiş, dolayısı ile TC. sınırları içinde din sıfırlanmış. Bazı yörelerde cenaze namazı kıldıracak insan bırakılmadığı için cenazeler bile ortada kalmıştı.

Aradan geçen 70 sene hep Müslümanların lehine çalıştı elhamdülillah. Biz şimdi çocuklarımıza anaokulundan başlayarak dinlerini öğretebiliyorsak, lâikliği yobazlaştıranlar adına çok büyük bir kayıptır. Sistemin kadrolaşmasında ve ayakta durmasında en büyük rol sahibi kazıklardan bazılarının yerinden sökülmesi kolay yutulur bir lokma değildi lâik cuntacılar için. Her zaman olduğu gibi gene fırtınalar koparılmaya devam edeceklerdi. Fakat, onların yırtınmaları, gezi parkı bahaneleri bu ülkede grafiğin güzele doğru yükselmesine mâni olamayacaktır inşallah.

 Eğer Lâik cuntacılar, sayın Erdoğan’ın başına da bir çorap örerlerse, her şey atıl mı kalacak? Hayır, görülen o ki, bu millet daha güzelini getirecektir biiznillah. Grafik de tavana vuracaktır inşaallah.

                                                Abdülkerim Dişsöken 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.