A.Kerim KARAAĞAÇ

A.Kerim KARAAĞAÇ

ÖĞRETMENİMLE 45 YIL ARADAN SONRA ACIKLI TABLO

Okulların açıldığı bu günlerde hem öğretmenlerimize hem de öğrencilerimize ders verecek yaşadığım bir hatıramı aktarıyorum.

ÖĞRETMENİMLE 45 YIL ARADAN SONRA ACIKLI TABLO
Yüzü şişmiş vaziyette yaşlı bir insan geldi muayenehaneme. Gözleri hep beni süzüyordu. Muayene bitince ben reçete yazmak için yan odama geçtim, o da arkamdan geldi.
-“Doktor bey, bana bir daha bakar mısın, yüzüme lütfen bir daha bakar mısın?” dedi.
Ben zannettim ki, dişimi bir daha muayene eder misin demek istiyor.
-“Amcacığım, baktım, muayene ettim, şimdi ilaç yazacağım” dedim.
-“Yok yavrum, muayene et demek istemedim, benim yüzüme, simâma iyice bir daha bak. Ben de sana zaten epeydir bakıyorum. Ben, sanki seni bir yerlerden tanıyorum, evet bana insanlığı hatırlatan sözlerin sahibi o ufacık çocuk sensin. Meleğim benim, nasıl unutabilirim seni, hatırladın mı beni” dedi.
Pek şaşırmamıştım bu sözlere, çünkü gelen binlerce hastadan bazıları, nadir de olsa, beş on kuruşu vermemek için öyle çok hikayeler uydururlar ki, “işte onlardan biri daha” dedim içimden. Halbu ki, ben muayene etmek ve bilgilendirmekten şu yaşıma geldim kimseden beş kuruş almamıştım. O, devam etti;
-“Hatırladın mı canım, benim güzel yavrum? Kar yağmıştı Yeşilhisar’a, öyle yağmıştı ki, sen yürürken beline kadar gömülüyordun. Havdıra dağı, Topalömer’in dağı Hele Erciyes daha bir heybetli görünüyordu. O gün ayrıca fırtına çıkmıştı birkaç saatlik. Karları alıp bir yerlerden başka bir yerlere üfürüyordu. Ve o karda senin ayakkabıların yoktu, okula öyle gelip gidiyordun. Sınıfımda 6 öğrencim vardı ayakkabısı olmayan. Sonra onların 5’i ayakkabıya kavuşmuş, ayakkabısız bir sen kalmıştın Kerim’im, canım.”
Ben bir anda şaşkına dönmüştüm. 45 yıl aradan sonra bazan hatırlayıp kendisine dua ettiğim Kuddusi öğretmenim karşımdaydı. Aklımın ucundan geçmezdi onu böyle karşımda bulacağım. Her hatırlayışımda, “acaba nerede, belki de çoktan ölmüştür kim bilir” diye düşünürdüm. Hiç unutabilir miyim böylesi merhamet ve şefkat abidesi güzel öğretmenimi?
O’nu da lüzûmsuz hikâyeler uyduran bazıları ile karıştırmam beni çok üzdü. Neden hep kötüye yorumluyordum, neden her gelene “bu da onlardan biridir mutlaka” mantığı ile bakıyordum. Beni böyle düşünmeye iten sebepler gözümün önünden geçti. Ben de çok iyi niyetliydim, bu iyi niyetimin faturasını çok pahalıya ödemiştim. Çok aldanmış, hatta bazen “Ya Rabbi, Adem'den (as) bu güne yarattığın insanlar içinde iyiler neden az ey güzel Allah’ım” diye Rabbimle dertleşiyordum. Kuddusi öğretmenime de ilk etapta öyle bakmam normaldi.
O anlatmaya devam ederken dayanamayıp, “canım öğretmenim sizsiniz haa” deyip, bekleme salonunda bekleyenlerin önünde, gözlerimden yaşlar akarak, 5-6 yaşlarındaki bir çocuk gibi öyle sarıldım ki, bırakmak istemiyordum. O beni, ben onu sanki hiç bırakmamak üzere kucaklamış, öyle sıkı sarmıştık ki, biri birimizden ayrılmak istemiyorduk.
Sonra benim odama geçtik. Bekleyen hastalarımdan yarım saat müsaade istedim, onlarda gördükleri tablo karşısında seve seve kabullendiler Allah (c.c.) razı olsun.
O karlı, fırtınalı günü benim gibi hiç unutmamış ve O, en ince teferruatına kadar hatırlıyormuş meğer. Benim hatırımda kalan sadece o soğuk günde öğretmenimin bana bir ayakkabı alarak beni sevindirmesi idi. O zor günü yeniden anlattı.
-“Sınıfa girdim. Yine her zamanki gibi selamlaştık. Bizim meslekte oturmak yok bilirsin, hakkını vermelisin aldığın paranın. Dersi ayakta anlattım, gözüm hep sendeydi, beni dinledin. Mâsum bir vaziyetin vardı. Dersi tekrar anlatman için seni tahtaya kaldırdım. Bu sefer her zamankinden farklıydın. “Kalkmak istemiyorum” dedin. Buna inanamadım küçüğüm! Sinirlendim, tekrar söyledim adını, “Tahtaya kalk!” Gözlerin doldu ama kalkmadın. Ne acı ki, gururuma yenildim. Her şeyi anladığımı zanneden bir öğretmen bilirdim kendimi. Yokluktan üşüyen onurunu anlayamadım, hissedemedim. Kalktın, evet kalktın; gözlerinden düşen damlalarla yanıma geldin, gözlerime baktın. Israr etmesem konuşmayacaktın, biliyorum. Usulca yaklaştın, kulağıma fısıldadın. Hâlâ kulaklarımda o sözün: “Öğretmenim! Ayakkabım yok, tırnaklarım taşlara çarpmaktan kanlar içinde, üstelik ayağımda çok kirli, görüyorsunuz. Bu vaziyetimi arkadaşlarımın görmesinden utanıyorum, o yüzden kalkmak istemedim…” Bilir misin kurşun insanı bir sefer öldürür, ben o an binlerce kez öldüm.
Bütün arkadaşların baktı sana, sen o kadar onurluyken. Herkes gördü senin kanayan çıplak ayaklarını.
Kaynayan bir aşın varsa evde, 3-5 kuruş paran da varsa cebinde, kralı oluyorsun dünyanın. Gözlerine perde iniyor ansızın, gözlerin ya görmüyor fakirin halini, ya da görmek istemiyor insanlıktan bi haber yüreğin.
Sen yine oturdun usulca yerine. Kolay mı ders anlatmak, o küçücük ayaklar kan revan içindeyken, donmuşken? O yalan bilmeyen dilin, yoksulluğa bel bükerken, ne kadar dinleyebilirdin anlattıklarımı, bunca emsal çocukların arasında ezik düşmüşken?
Teneffüste herkes dışarı çıktı. Kalmanı istedim, ağlıyordun. Öyle ağlıyordun ki, ancak nehirler dile gelirdi gözyaşlarında. Sarıldın sıkıca, biliyor musun, biraz evvel sarıldığın gibi? Bir daha hiç kimse sarılmadı bana. Bakıştık birbirimize, babayla oğul gibi. Sonra ağlayışımıza güldük. Cebimden para çıkarıp sana uzattım. Yeni bir ayakkabı al diye, öyle onurluydun ki almadın. Sonra bir hikâye anlattım, inandın bana. “Söz veriyorum öğretmenim!” diyerek parayı aldın.
Biliyor musun ben o gece hiç uyumadım. Defalarca sorguladım kendimi. Koluma çantayı takıp okul bahçesinde tur atmanın öğretmenlik olmadığını o gün anladım. Sıcacık evimin odasında şiirler, hikayeler yazarken, öğretmenliğin tahta başında kalmadığını seninle öğrendim güzel çocuk. Ben hayatı yeniden seninle keşfettim.
Ertesi gün Cuma idi, hayatımda daha da büyük şoku o gün yaşadım. Gülümseyerek öğretmenler odasına girdin, beni çağırdın. Kısık bir sesle “Öğretmenim gelebilir misiniz?” Gözlerindeki o parıltı var ya, sanki yeniden doğdum o ışıltınla. Ayakkabılarını gösterdin bana, ümitlerin kadar parlaktı ayakkabıların. Giderken elime bir miktar para tutuşturdun. “Bu ne?” dedim. Yeşilhisar da Cuma günleri pazardı ve sen, pahalı olmaması için ayakkabılarını pazardan aldığını söyledin. Artan parayı da bana getirmiştin. Sen ne asildin güzel çocuk, sen ne asildin. Kim öğretmişti sana bu kadar asil olmayı, dik durmayı? Ben mi öğretmendim, yoksa bana insanlığı öğreten sen mi? “Ayakkabı almışın ama, gördüm ki çorapların da yok, haydi ona da çorap alırsın güzelim!” dedim.
Aradan 45 yıl geçmiş, seninle büyüdüm, olgunlaştım, yenilendim. Kim bilir şimdi o hangi yıldızlar ülkesindedir? Hâlâ o minik ellerini, gecenin soğuğunu kimlerle paylaştığını, yarım ekmeğini kimlerle bölüştüğünü düşünüp durmaktaydım. Allah (c.c.)bizi tekrar burada buluşturdu.
Anladım ki, kitaplardan öğrenilmiyor her şey. Sana binlerce teşekkür; bana içtenliği, onuru, paylaşmayı, her şeye rağmen dürüst ve ayakta kalmayı, kısaca insan olmayı öğretmiştin KARA GÖZLÜ MELEK…”
Tekrar ikimiz de ağlıyorduk, Göz göze geldik gülümsemeye başladık. Dedim; “Öğretmenim, benim sizden ayakkabı parasını almamı sağlayan, anlattığınız hikayeyi siz de hatırlıyorsunuz. Bana o hikâyenin gereğini yerine getirmem için bu fırsatı veren Rabbimiz’e hamdü senalar ediyorum. Beni o günlerde kardan, kıştan koruyacak ayakkabılarım yokken, siz bana ayakkabı, çorap aldınız. Sizin de ağzınızda hiç dişiniz yok. O zaman siz de müsaade ederseniz, bu gün sıra bende. Şu bir hafta içinde rahat yemeye başlamanız, hiç çekinmeden gülümseye bilmeniz için sıra bende canım öğretmenim”
Beraberce gülümsedik, gülümsedik…….
Dt.Abdülkerim Karaağaç

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.