A.Kerim KARAAĞAÇ

A.Kerim KARAAĞAÇ

SİZLER ÇOCUKLARINIZA MEKTUP YAZMAYI DENEDİNİZ Mİ?

Evet kendim, kendime yazmadıysam da çocuklarıma mektuplar yazdım. Bu metodu uygulayan bir eğitimciye ise rastlamadım. 

“Çocuklara Yardım Vakfı” adı altında, gayrı resmi çalışan bir vakıf düşününüz. Bu vakfın evde, yolda, okulda ve aklınıza gelebilecek her yerde kameraları mevcut. Çocuklarınızı 24 saat görmekte ve her hallerini kayda almakta. Her yerde yapacakları yanlışları ve doğruları kaydediyor. Veya çocuklar öyle biliyor. Vakıf elindeki bu kayıtlarla çocuklara her 15 günde bir mektup gönderiyor.

Mektuplar iki bölümden müteşekkil. Birincisi; bilgilendirme bölümü. Bu bölümde çocukların ilgisini çekecek, aynı zamanda seviyesine göre seçilmiş değişik mevzûlar yer almakta. Belki sayfalarca, hatta sonraki birkaç mektuba bile sarkacak konular olabiliyordu. Diğer taraftan onları onurlandırıcı, yüceltici iltifatlarla birlikte, vakfa olan sevgileri ve bağlılıkları artırılmaktaydı. Vakıf elemanlarının kimler olduğunu bilmeden onları çok seviyorlardı. Mektupta seçilen cümleler de gerçekten çocuklarımın çok hoşlanacağı ve onları adım adım şekillendirecek biçimdeydi. Bu cümleleri ancak, onların karakterlerini, yaşlarını, daha doğrusu her şeylerini çok iyi bilen birisi yazmaktaydı. Hepsinden önemlisi, o yaştaki bir çocuğa değer verilip mektup yazılmış olmasıdır ki, 6- 7 yaşındaki bir çocuk için bu büyük bir onur vesilesidir.

Bu bölümde seçilen konu, soruya mahâl kalmayacak şekilde çok açık yazılmaktaydı. Sadece o seviyeye hitap eden konunun, o yaşın penceresinden bakıldığında net anlaşılabilmesi için çok gayret ettim. Kendi kütüphanem yetmiyorsa, başka kaynaklardan faydalanarak hazırladım. Bir mektup bazen günlerimi alıyordu.          

İlk mektubu hatırlıyorum; henüz yedi yaşında bir çocuk apartmanın posta kutusunda kendi adına yazılmış bir mektup zarfı bulmuş ve bizim kata çıkıncaya kadar, heyecandan ve sevinçten ayakları biri birine dolaşarak, nerdeyse merdivenden aşağı yuvarlanacak gibi koşuyordu. Yukarıya çıkınca çantasını bir kenara atıp, zarfı telaşlıca açıyordu. Mektubun giriş cümleleri aynen şöyleydi: “ selâm vs.. . Yavrum, bizler bu mektubu Çocuklara Yardım Vakfı mütevelli heyeti olarak gönderiyoruz. İstanbul’da 3 milyona yakın çocuk var, biz bu kadar çocuk arasından 100 çocuk seçtik. İşte bu 100 şanslı çocuktan bir tanesi de sensin yavrum. Sen, akıllı, zeki, ileride istikbâl vaat edecek yapıda, müthiş bir çocuksun. Onun için seni seçtik. Bundan sonra sana 15 günde bir mektup yazacak ve seni bilgilendireceğiz canım…” diye devam ediyordu.

İkincisi; kaydedilen hataların düzeltilmesi bölümü. Mektubun bu bölümünde de, hayâlî kamera(annenin ve babanın, çocuklarını iyi bir gözetleyici gibi fark ettirmeden takipleri )nın kaydettiği yanlış ve hatalı davranışlarını, sözlerini ele alarak, bunları nasıl düzeltebileceği, bunların yerine nelerin yapılabileceği kaleme alınmakta ve teferruatlıca anlatılmakta.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

Benim, çocuklarımı karşıma alarak anlatmaya çalıştığım o kadar çok konu oldu ki, nerdeyse hiç birinde yeteri kadar faydalı olamadım. O anda belki karşımdakinin psikolojisi dinlemeye müsait olmuyordu, ya da ben bazen “neden bir defa anlatmamla anlamıyorlar” diye sinirleniveriyordum. Tâ ki, aynı mevzuları mektuplara aktardım, işte o zaman güzel neticeler almaya başladım. Mektup dili çok farklıydı. Karşılıklı konuşma diline hiç benzemiyor, aksine ne kadar yumuşak,  güzel kelimeler ve cümleler seçme imkânı vardı. Mektuplar çocukları hem çok sevindiriyor, hem de ahlâklarını Rasulullah’ın ahlâkına büründürüyordu.

Çocuklar, hakkında teferruatlı bilgi toplayabilmem ve mektup yazabilmem için günlerce muayenehanemi terk edip, onları yolda, okulda vs. yerlerde bir kamera gibi takip etmem lâzımdı. Bazen soruyorlardı bana, “ babacığım bu vakıf amcalar, benim okul yerine parka gidip oturduğumu nerden biliyorlar.” Ben de onlara şöyle cevap veriyordum: “Yavrum, vakfın elemanları sizi göremeyip kaçırdığı bir sürü zamanlar da olacaktır. Lâkin Allah (cc.)’ın kaydetmediği, göremediği, kaçırdığı hiçbir salise bile yoktur. O vakıf amcalar sizleri Allah (cc.)’a bilgili, ahlâklı güzel kul olmaya hazırlıyorlar kuzum.”

Bazı günler okullarına gidiyor, o günkü ders öğretmenleriyle görüşerek, sınıftan bir anekdot aktarmasını rica ediyordum. Görüştüğüm öğretmenlerden o günkü dersle alakalı kısa bir anekdotu ikinci gün telefonla alıyor ve hemen ilk gelen mektuba o kısa ânı aktarıyordum. Dolayısı ile, benden hiç şüphelenmiyorlardı. Evet, "sınıfımızda da bir vakıf elemanı var galiba" diyerek, sınıflarında da dikkatli davranışlar sergiliyorlardı.      

Muayenehaneme bilgisayar alıncaya kadar mektupları kalemle yazıyordum. Benim el yazımı tanıyorlardı. Onun için, bazı harflerin karakterini ve sağa yatık yazdığım yazının şeklini çok zor değiştirdim. Bilgisayarla birlikte işim biraz daha kolaylaştı. Kâğıt yırtmaktan ve yanlışların üzerini çizmekten de kurtuldum. Mektuplar elimden çıkmadan yazıma dikkat ettiğim gibi, ayrıca dikkate almam gereken şeyler de olduğunu biliyordum. Pulundan damgasına kadar en ince ayrıntıya bile önem veriyordum, aman yavrularım fark etmesinler de tılsımım bozulmasın diye. Tam postacının getirdiği bir zarf görünümü veriyordum.

Evet saydım, büyük oğlum 193 adet mektup almış. Diğer kardeşlerinin de aldığı mektup sayısı bu rakamdan belki biraz fazla veya az olabilir. Getirip apartmanımızın posta kutusuna bıraktığım mektupların, benim tarafımdan yazıldığının fark edilmemesi ve gerçekten postaneden geliyormuş gibi bilmesi için çok dikkat ediyordum. Muayenehanemde damga pulu çoktu, onları yapıştırıyor, kendi kaşemi de üzerine basarak mühür gibi olması için kıvırarak yuvarlak yapıyordum. Damga pulu mu? Yoksa posta pulu mu? Bunu zaten ayırt edecek kadar dikkat etmiyorlardı. Fakat, büyük ağabey bir defasında, hatamı affetmedi ve sırrı çözdü. Kaşemi basınca çevirerek yuvarlamayı unutmuşum. Zarfın üzerinde “DİŞHEKİMİ ABDULKERİM KARAAĞAÇ vs. yazıyordu. Onu görünce, şaşkın bakışlarla yanıma ağlayarak geldi ve “babacığım demek vakıf siz miydiniz, beni adam eden bu mektupların sahibi siz miydiniz?” diyerek bana sarılıp öpmüştü. Yaşı 18 di ve artık O’nun mektuba da ihtiyacı kalmamıştı zaten.

Ben de ona “Yavrum hiç kimse bir başkasının çocuklarıyla bu kadar ilgilenemez. Hem onları ne kadar tanıyor ki, hepsinin ayrı ayrı hoşuna gidebilecek dilden mektuplar yazabilsin.   Günümüzün bu şartlarında sen de komşu çocuklarının yaptığı gibi, her gün kapıyı çat diye çarpıp giden, edepsiz, saygısız, ahlâksız birisi olman mümkündü yavrum. Önce Rabbimizin, sonra da yavruları için vakıflığı yüklenmiş baban ve annenin gayretleriyle elhamdülillah sâlih kullar oldunuz. Allah(cc.)’a sonsuz hamdüsenalar ederek, sizlerin yanında itimat edilen ve güvenilen bir baba olduğuma inanıyorum. Rabbimizin verdiği vakitleri sizlerle değerlendirmeye çalıştım.”

DEVAM EDECEK 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.