Hepimizin utancı

Suriye'deki çatışmalar giderek büyüyor, insan zayiatında önemli artış var.

Bir an önce akan kan durdurulmayacak olursa, Suriye, daha kapsamlı bir iç savaş içine sürüklenirken mezhep çatışması bölgeye yayılma istidadı gösterebilir.

Dramatik bir biçimde bölge ülkeleri kendilerinden beklenen performansı, iradeyi ve basireti gösteremediler. En başta İran ve Türkiye, Suriye sınavını kaybeden iki ülke olarak öne çıktı. Milli refleksler ve her iki ülkede aleyhte yürütülen kamu diplomasisi stratejileri ve propagandaların retorikleri bir kenara bırakılacak olursa, her iki ülkenin birbirinden farklarının olmadığı ortaya çıktı. Birbirlerini suçluyorlar ama, ikisinin de durumu "tencere dibin kara, seninki benden kara" misali. Oysa aklı başında olan herkes, Türkiye ve İran'ın mutabakata varması durumunda Suriye'de işlerin bu noktaya gelmeden çözülebileceğini ayan beyan görüyordu. İran, Esed ve yakın çevresi üzerinde baskı uygulasaydı, bir ara formülle kriz atlatılabilir ve iki tarafın makul bulacağı tarihlerde genel seçimlere gidilir, yeni bir anayasa yapımının önü açılırdı.

Tahran, 1982'deki büyük hatasını tekrarlayıp Suriye muhalefetiyle diyalog kurmadı, Baas rejimi gözünü kırpmadan Müslüman öldürürken görmezlikten geldi. Bu, İslam Devrimi'ne büyük gölge düşürmüştü, bugün de öyle. 1982'de şu sözün anlamını iyi öğrenmiştik: "Üçüncü Dünya ülkelerinde büyük devrimler olur, ama Dışişleri ve Maliye bakanlıkları değişmez." Maliye bakanlığı bir miktar değişmişti, ama maalesef Dışişleri'nin takip ettiği o kör reelpolitik tutum değişmedi.

Ankara başından beri Suriye politikasında yanlış yol izledi. Sakin güç, yumuşak güç, ticaret, vize muafiyeti, konuşarak, anlaşarak ve toplumsal değişim eşliğinde politik değişimi yöneterek bölgeye Sünni geleneğin "temkin modeli"ni önerecekken, ABD ve Körfez ülkelerinin etkisinde krizi derinleştirdi; muhalefetin militarize olmasının önüne geçmedi, bir anda sivil gösteriler silahlı mücadeleye dönüştü. Şimdilerde yine Türkiye'nin en büyük övüncü "Amerika ile ilişkilerinin en üst ve en iyi düzeyde olması"dır.

Bir sene öncesine göre çok daha dramatik bir tablo ile karşı karşıya bulunuyoruz: Geride "esas oğlanlar"ın küresel stratejilerine göre bölge ülkeleri iki cepheye ayrıldı: Bir yanda Rusya ve Çin'in görece desteğini arkasına almış bulunan İran, Irak, Suriye, Lübnan ve ABD ile İsrail'e öfke patlaması yaşayan Arap sokakları; diğer yanda Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez ülkeleri. Hiç renk vermeyen ve şimdilik iç sorunlarını çözmeye çalışan Mısır ise beklemede.

Cepheleşme ürküntü verici, iç karartıcı. Bölgesel entegrasyona gidiyorken bir anda düşman kamplara bölündük. Lübnan Stratejik Araştırmalar Müdürü Muhammed Nureddin, Türkiye'nin Suriye'ye yapacağı bir askerî müdahale durumunda, İran, Irak, Suriye ve Lübnan'la bir anda savaşa girmeyi göze alması gerektiğini söylüyor.

Irak işgalinde ve Libya'nın bombalanması öncesinde hep bölge ülkeleri İslam barış gücü oluşturup kriz bölgelerine müdahale etsin dedik. Tabii ki müdahaleden önce diplomatik yolları sonuna kadar kullanmak lazım. Eğer Türkiye ve İran, kendi aralarında anlaşabilseydi, Suriye'de bunca kan dökülmezdi. Nitekim ocak ayının başlarında İran'ı ziyaret eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu şunları söyledi: "İran, Suriye sorununun çözümünde rol oynayabilir, İran'ın bu konuda Suriye yönetimi nezdinde gerekli tavsiyelerde bulunmasının sürece büyük katkı yapacağını düşünüyoruz."

Bölge ülkelerinin iki büyük ülkesi Türkiye ve İran, bu işbirliğini başaramadı. Dar ulusal çıkarlarını, dış dünya angajmanlarını, mezhep taassubunu aşamadılar. Şimdi Batılılar, yine "kurtarıcı sıfatı"yla Suriye'nin üzerine binlerce ton bomba yağdıracak, Libya'da olduğu gibi bugün ölenlerin onlarca katı masum insan ölecek, altyapı tahrip edilecek. Veya Türkiye'yi belalı, utanç verici bir müdahaleye zorlayacaklar. "İyilik Allah'tan, kötülük bizden". Bizler bu kötülüğe müstahak oluyoruz ki, sürekli başımıza geliyor. Türkiye, İran, Arap Birliği, İslam Konferansı İşbirliği fark etmez. Arun aleyna!

Önceki ve Sonraki Yazılar