Darbelerden ders çıkarmak

Türkiye'nin yakın siyasi tarihi askeri müdahaleler tarihidir aynı zamanda. 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980), 28 Şubat (1997) ve 27 Nisan (2007) tarihlerinde, askerler siyasi hayata doğrudan veya dolaylı müdahale ettiler. Herbiri değişik biçimde gerçekleşti bu müdahalelerin: Alttan tepkiyle kurulan bir cunta (1960), Meclis'i açık tutan hiyerarşik (1971), Meclis'i ve partileri kapatan hiyerarşik (1980), hükümeti istifaya sevkeden hiyerarşik (1997) ve bir uyarı olmaktan ileri gidemeyen hükümetten cevabını aldığı için işlevi de olmayan (2007)...

Onlardan en keskin sonuçlara yol açmış birinin yıldönümü bugün: 28 Şubat'ın... İki partili bir koalisyon hükümeti 'irticai faaliyetlerde bulunduğu' ithamına maruz bırakılarak köşeye sıkıştırılmıştı; sonucu biliyoruz: Cumhurbaşkanı, başkanı olduğu MGK'yı kullanarak, askerleri ön plana çıkarttı ve hükümet tehdit edilerek istifaya zorlandı. Ülke, ardından kurulan, 'icazetli' hükümetlerle yönetildi.

Müdahalecilerin kendileri buna 'post-modern darbe' adını verdiler ve “Gerekirse 1000 yıl sürer” diye de ilân ettiler... “Gerekirse 1000 yıl sürer” tespitinin sahibi olan emekli asker, geçenlerde, “Artık ülkemizde askeri darbe olmaz” açıklamasını yaptı.

Darbeler nasıl olur ve hangi ülkelerde darbe olmaz?

Kim ne derse desin, 'darbe heveslileri' gücün Meclis dışında da oluşabildiği hemen bütün ülkelerde çıkar. İngiltere'de Kraliçe'nin akrabası olan Kont Mountbatten'in adı İşçi Partisi'nin iktidarda Harold Wilson'un başbakan olduğu dönemde (1967) bir darbe girişimine karışmıştı. Ülkenin en büyük basın baronu Cecil King'in ikna çabalarına rağmen, kendisinden darbe beklenen Kont maceradan uzak durdu.

İtalya'da da, siyasi suikastlar ve sokak hareketleri yoluyla gerginleşen ortamda dışa-bağımlı darbe hazırlığı birkaç kez son noktaya kadar getirildi; bugünden geriye bakıldığında, İtalya'nın askeri müdahalelerden ramak kala kurtulduğu anlaşılıyor.

Avrupa'dan iki örnek darbe girişimlerinin iki olmazsa olmaz şartının ipucunu sağlıyor: Medya desteği... Ve, gerilim politikaları... Darbelere zemin hazırlamak üzere sahneye konulan siyasi suikastlar ve sokak hareketleri olmalı ve medya organları bu olayları darbecilerin işine yarayacak biçimde kullanmalı...

28 Şubat 'post-modern' darbesi de bu iki şart üzerine oturuyor: Ali Kalkancı, Fadime Şahin gibiler birer 'psikolojik harp unsuru' olarak kullanıldılar. Seçimin (1995) hemen öncesinde suikastlarda hayatlarını kaybeden Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu gibi aydınlar, Sivas'taki Madımak Oteli kurbanları henüz belleklerde tazeydi. Gazete ve televizyonlar halkta “Bu güçsüz iktidar artık gitmeli” hissini uyandıracak yayınlar yapıyor, 'piskolojik harp' cephesine medya kendi örnekleriyle de katılıyordu.

Son müdahale olan 27 Nisan 'e-muhtırası' sonuç almada başarılı olamamışsa sebebi meydanda: Halktan tek başına temsil hakkı almış güçlü bir iktidar vardı ve iktidarını kimseyle paylaşmak niyetinde değildi. Her seferinde sağa bakıp hizaya geçen medyanın yapısı hafif de olsa değişmişti ve her şeye rağmen demokrasiden feda etmeyecek geniş bir cephe oluşmuştu. Her zamanki gerilim politikaları denendi, ama bilinen anlamda bir askeri müdahale için yeterli olamadı; ancak cumhurbaşkanı seçtirmemeye ve parti kapatma davası açtırmaya yetti bunlar...

“Artık askeri müdahale olmaz” deniliyorsa, bunun anlamı, “Türkiye'de dengeler artık değişti” demektir: Darbelerdeki rolü deşifre olan medyanın eski gücü yok... Kitleler de kolay kolay yönlendirilemeyecek bilinçte... Asker ise demokratik sınırlar içinde kalmayı yeğliyor...

Varlığını darbelere borçlu, misyonu darbe beklentilerini körüklemek ve gerçekleştiğinde darbe şakşakçılığı yapmak olanların şu sıralardaki sıkıntısını herhalde anlıyorsunuzdur.


Önceki ve Sonraki Yazılar