Av. Mehmet YALÇINKAYA

Av. Mehmet YALÇINKAYA

YUSUF

Çocuğu olduğunu öğrendiğinde dünyası onun oldu. Akranlarına göre biraz geç evlenmiş, arkadaşlarının ikinci-üçüncü çocuklarını kucaklarına almasına rağmen kendisi yeni baba olmuştu. Artık aslanlar gibi bir erkek evlat babasıydı.  

İlk gece çocuğunu camın arkasından görebildi. Hemşire bir dizi bebek arasında seninkisi yedinci sıradaki deyiverdi. O ana kadar gözüne hepsi aynı gözüken bebekler bir anda değişti. Yedinci sırada olan bebek, gözüne bir başka güzel, bir başka tatlı göründü. O an yakışıklılığı ile meşhur Yusuf peygamberin adını koymaya niyetlendi. Kararını vermişti. Bu çocuğa ancak Yusuf ismi yakışırdı.

O gece, eşi sık sık emzirmek için yukarıya çıkartılınca, hemşirelerin izin verdiği her defasında camın arkasındaki yerini alıp Yusuf’unu seyretti.

Eşinin itirazlarına rağmen Yusuf isminde diretti. Kocasının fikrini değiştiremeyeceğini anlayan eşi, biraz da o zamanın modasına uyarak “Bari Can’ı da ekle. Ayrı veya bitişik fark etmez” şeklindeki ısrarına “Tamam” deyip konuyu kapattı. Nüfus idaresine gittiğinde yine de bildiğini yapıp çocuğuna Yusuf ismini koydu. Öyle can falan yakışmazdı Yusuf’una. Zaten kendi canından can bulmuştu. Varsın isminde olmasındı. Eşinin kızmasından da tırsıyordu ama o konuyu da şark kurnazlığı ile çözdü. Eve giderken beyaz eşya satan mağazaya uğrayıp, tam otomatik çamaşır makinesi aldı. Eşi ne zamandır yalvar yakar istiyordu bunu. Eve gitmeden makinayı gönderdi. Eh sürprizse tam sürpriz olsun niyeti ile.

Kendi kendine hayıflandı bu duruma. Yusuf, daha dünyaya geleli beş gün olmuş, ismi için bile rüşvet vermişti. “Allah’ım encamımızı hayr eyle” diye dua mırıldandı.

Yusuf’la birlikte hayata bakışı değişti. Hayat böyle daha güzeldi. Eskiden eve geç gider, arkadaşları ile gün aşırı kahveye takılıp, okey oynardı. Eşi bile bu huyunu değiştirememişti ama Yusuf bir başkaydı. Yusuf’unu görmeden edemiyor, bir kere göreyim diye eve geldikten sonra da bırakıp çıkmaya kıyamıyordu.

İşyerinde kendinden önce çocuğu olan arkadaşı ile yarenlik ederken “Yusuf uyanmadan önce beşiğinin kenarına oturuyorum. Bir müddet sonra gerinmeye başlıyor, uyanmaya niyeti varsa önce alttan üstten sesler çıkartıyor. Anası yeni emzirdiyse dudaklarını büzerek, karnı açsa sanki evi tepemize yıkacak şekilde bağırarak uyanmasını seyretmek hoşuma gidiyor” diye ağzından kaçırıverdi. Arkadaşı suratına öyle bir baktı ki, sanki dünyanın en ayıp sözünü ettiğini sandı. Arkasından “Oğlum, sen manyaksın, çocuk uyanacak diye beşiğin kenarına oturup, beklemek ne demek ya! Erkekliği de beş paralık ettin, emzirmeye falan da kalkışma o işi beceremezsin” diyerek iyice dalga geçti.

Yusuf’u başkaydı onun. Allah geç verdi ama oğlan verdi. Kız babalarının kendisine imrenmesi gururunu okşuyordu. Kız veya oğlan ne fark eder, hayırlı evlat olsun diyenlere burun kıvırmaya başladı. Kızı olan her dostuna “Gelinime iyi bak, iyi yetiştir haa! Yoksa oğluma almam” diyor, arkasından da kendi esprisine basıyordu kahkahayı kız babalarının gücenmesine aldırmadan.

Erkek evlat beklenti ve sevgisi bu toprakların hamurunda vardı. Vardı ama evladın cinsiyetini belirlemek ne mümkün? Allah neyi takdir ettiyse hayırlısı buymuş deyip kadere razı olmak gerekmez mi? Gerekir ama Yusuf’un doğması ile birlikte hayatının değiştiğini hisseden babası, her yerde ulu orta konuşmaya devam edince ilk zılgıtı en samimi arkadaşından yedi.

Yusuf’tan yaklaşık bir yıl sonra doğan Züleyha’yı hayırlamaya eve gittiklerinde Yusuf’u arkadaşının kucağına vermiş, “Oğlan çocuğunun kokusu böyle oluyor. İçine iyi çek. Züleyha’yı da gelin olarak ilk sıraya yazdım. Yusuf ile Züleyha isimleri de ne güzel yakışır davetiyede. İyi yetiştir kızını ona göre” deyip, kahkahayı bırakıverdi. Canı başka bir şeye sıkkın olan arkadaşı bu cahillik karşısında “Hocam, hele bir Yusuf’un büyüdüğünü görelim, adam sırasına karışsın ondan sonra bakarız, gelin kim, damat kim?” diyerek iyice bozdu arkadaşını.

Yusuf üç yaşına geldi. O yaz ailecek tatile çıktılar. Memleketi Denizli’de evin önünde çocuklarla oynayan Yusuf’a araba çarptı. Aslında çarptı sayılmaz. Arabanın üzerlerine geldiğini gören çocuklar kaçışırken ne olduğunu anlayamayan Yusuf, çocuklardan birisinin peşi sıra seğirtti. Yan taraftaki boşluğa düştü. Kafa üstü çakılan yavrucak kanlar içinde yere yığılıverdi. Bağırış çağırışlara dışarı fırlayan baba, çaresizce hastaneye koştursa da Yusuf’u kurtaramadı.

Veren, verdiği gibi almasını da bilmişti. Evlat acısı hiçbir şeye benzemiyordu. Yusuf’un burada vefat etmesinin bir hikmeti vardır, diyerek baba ocağına defnetti ama kaçar gibi de hemen memleketinden ayrılıp geri döndü.

Taziyeye gelen Züleyha’nın babasına söylediği şu cümleden belki bir roman bile yazılır:

-Otuz yedi yaşında baba oldum. Oğlum olunca başımın göğe erdiğini sandım. Verenin Allah olduğunu unuttum. Hem de üç yıldır… Kendisini unutana, Rabbim öyle bir hatırlatıyor ki, ne desek boş. Büyüsün adam olsun, diye sana Allah söyletmiş de ben farkına varamamışım. Keşke verenin bir gün alabileceğini unutmasaydım…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum