Bahattin KARAGÖZ

Bahattin KARAGÖZ

Hala Tanzimatı Anlayamadık mı?

Millet olarak  muhteşem bir maziye sahibiz. Gerek İslam öncesi gerekse İslam sonrası Türk Milleti dünyada hep iftihar vesilesi görülecek etkilerin öznesi olmuştur. Hoş görü, merhamet, hakka ve adalete dayanan barışı sürekli kılma ülküsü, her canlıyı kuşatan sorumluluk bilinci Türk Milleti’nin her zaman diliminde ayrışmaz özelliklerinden bazıları olarak yaşayagelmiştir.

Destanlarımız, yer ile gök yaratıldığında, ikisi arasında kişi oğlu yaratılınca, kişi oğlu üzerinde Türk’ün seçkin hakanlarının (İstemihan ve Bumin  Kağan gibilerin) Allah tarafından buyurucu olarak görevlendirildiğinden, saltanat sahibi kılındıklarından  söz eder.

Tarih, aslında yazıyla olduğu kadar Türklerle başlar. Dünyaya nizam veren, dünyayı nizamı bozulduktan sonra yeniden adeta bir saatin zembereğini kurar gibi yeniden kuran özne devamlı Türkler olmuştur. Tarihin  erbabı olan tarafsız, hakşinas bilim adamlarınca yeniden yazılması, bu hakkı olanca genişliğiyle teslim edecek hakikatleri ifşa etmesi gerekmektedir.

Bilinen eski ve yeni dünyada Türk etkisi, Türk izleri hakkıyla ortaya çıkarılmaya muhtaçtır. Ancak böyle bir bulgu ve keşiften sonra bu milletin yaşadıkları, maruz kaldığı insanlık dışı davranışlar  daha iyi anlaşılıp tahlil edilebilir. Hatta günümüzde uğradığımız saldırı ve suçlamalar da gerçek anlamını elde etmiş olur.

Türk Tarih tezi, fazlasıyla Anadolu’daki eski medeniyetlerle (Eti, Sümer, Hitit vs.) ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Haçlı Avrupa’sının bu topraklarda bizi işgalci görme anlayışına bir hazırlıksız siyasi tepki olan bu tutum, Orta Asya’dan çıkışımızı da bir kuraklık kurgusuna dayandırmaya çalışmıştır. Oysa büyük tarihçi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, kuraklık etkisinin olmadığını ispatlamakta ve Türk topluluklarının ne göçebe, ne de konar göçer olduklarını kabul etmektedir. Gerçek anlamıyla Türklerin yürüyen şehir, taşınabilen şehir medeniyetine sahip oldukları gerçeğini dile getirmektedir. Tabii bu şekilde geçmişimizin  ve dolayısıyla bize ait medeniyet türünün yüceltilmesi, hala  nedense, millet ve dünya kamuoyundan saklanmaktadır.

Cücenlerin önünden Avarların, Uygurların önünden Hunların Batıya kaçmak zorunda olduğu ve böylece kavimler göçüne yol açtıkları savları birer uydurmadan başka bir şey değildir. Çünkü aynı anda hem Doğu’da hem de Batı’da yüz yıllar süren ve birbiriyle dayanışma halinde bulunan Türk hakimiyetinin var olduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Benzer konularda Kazım Mirşan gibi  ezber bozan tarihçilere daha çok değer vermek zorunluluğu ile karşı karşıyayız.

Tarihimizin Selçuklu dönemi Türkiye’si yaşanırken Mısır’daki Türkiye’den ve Avrupa ile Avrasya içindeki Türklerden hiç bahis açılmaz. Oysa Osmanlı nüfuzunun Avupa’da çok çabuk köprü başı elde etmesi, taşıdığı adalet, barış  ve hoşgörü sancağının etkisi yanında, aynı dili kullanan yerli Türk unsurlarının katkısı sayesindedir.

Osmanlı Enderun Mektebi için bu hristiyan Türk topluluklarından yararlanılmayıp diğer etnisitelerin tercih edilmesi de, bir büyük ihmal olduğu kadar, din farklılığına rağmen o Türk varlıklarının bizden sayılması ile ancak izah edilebilir.

Osmanlı Devleti, çevresindeki çok etkili Türk nüfuzlarına rağmen,  yüz elli yılda tam bir cihan devleti haline gelebilmiştir. Fasılasız üç yüz yıl cihanın en büyük gücü olmayı sürdürebilmiştir. Gerileme ve yıkılma dönemlerinde hiçbir zaman tek bir devletle çatışır halde olmamış, her defasında ikiden fazla düşmanla boğazlaşmak zorunda kalmıştır.

İnkırazımız, uğradığımız savaş bozgunlarının  verdiği yılgınlık sonucu, düşmanlarımızın aklına sığınmakla daha bir hız kazanmış, iç ve dış düşman kavramına olan duyarlılığımızın kaybolmasına yol açmıştır.

İşte böyle bir ortamda Osmanlı Devleti, Avrupalı devletler gibi olmasını sağlayacak Tanzimat Fermanını 1839 tarihinde Gülhane Hattı Hümayunu olarak ilan etmiştir. Bu tarihten sonra her tedbir, ilk teşhisi koyan Haçlı doktorlardan beklenmeye başlamış, eksik görülen uygulamalara 1856 Islahat Fermanı ile ilaveler yapılmıştır. Yetmemiş, bize 1876 Meşruti Anayasasını (Mecelle) ilan ettirmişler, devletin temel çivilerini sökmüşlerdir.

Sonradan kaldırılan 1. Meşrutiyet, 1908 yılında Hareket Ordumuzun (En modern Trakya’daki 3. Ordumuz) baskısıyla  2. Meşrutiyet İlanı denilerek yeniden getirilmiş ve devlet mekanizmamızda Haçlıları rahatsız eden tedbir ve kurumlar da böylece bertaraf edilmiştir.

Bu yüzyıllardır süregelen onarım adı altındaki yıkım çabalarını iyi ve insaflı ölçülerde değerlendirecek tarihçiler, belki Cumhuriyetimizin ilk yıllarında milletimize dayatılan yenileşme, muasırlaşma paravanı arkasındaki inkılapların da, Milli Şef’e rota değiştirten sapmaların da, Bayar-Menderes ikilisinin  reform uygulamalarının da, 12 Eylül sonrası Özal ile yeniden hızlandırılan bir çarpık reform sürecinin de aynı merkezlerin bu seçilmiş milletin devletine vurduğu prangalar olduğunu kabul ve teslim edeceklerdir. Hatta AB Üyelik sürecinin de devletimizdeki bu tamamlanmamış evrilme ve çevrilmeyi yönetmek için işlev gördüğünü itiraf edeceklerdir.

Olayı retrospektif açıdan böyle değerlendirince yapılacak olan 12 Haziran Genel Seçimlerini de daha soğuk kanlı kavramış olmaktayız. Görünüşe ve söylenene aldanmayalım. Aslında 1839 Tanzimatıyla amaçlanan (bize değil, dışarıya ait) hedefleri hangi partinin daha iyi gerçekleştireceğini oylamak çaresizliğini yaşıyoruz.

Yüce Allah, şerleri hayırlara tebdil eder inşallah!...Selam ve saygılarımla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.