Karınları doyunca onları unutabilirsiniz!

Libya'da hapsedilmiş, Kaddafi safında savaşmaya zorlandığı için kaçmış 3000 Afrikalı mülteci Tunus sınırında Şuşa Kampı'nda unutuldu. Uzaktan bakınca hepsi aç, siyah. Yakından bakınca...

Eğer Somalili isen kimse senin bir CV'in olduğunu düşünmez tabii. Karnının doyması yeterlidir. Sen açlıktan ölmek üzere olan o siyah kalabalıktan birisindir." Eğer ülkesinde son yirmi yıldır savaş olmasaydı, halkının tek mesleği günü kurtarmaya dönüşmeseydi, muhtemelen bizi evinde, raflarında Kafka ve Baudlaire olan kütüphane odasında karşılayacak olan Huseyn, Libya-Tunus sınırında, çölün ortasındaki Şuşa Kampı'daki berbat mülteci çadırının tavan tellerine asılmış nefesleniyor. Huseyn, Afrika'nın en bahtsız ülkelerinden Libya'ya kaçak olarak gelip hapsedilip daha sonra da Kaddafi saflarında savaşmaya mecbur edildikleri için Tunus' a kaçan üç bin mülteciden biri. Ama İstanbul'daki reklam panolarında asılı ağlak Somalili resimlerinde gösterilen zavallılara benzemiyor. Hikâyesini çok düzgün İngilizcesiyle, zarif ve olgun bir gülümseme eşliğinde anlatıyor:
"Babam İngilizce öğretmeniydi ve normal bir hayatımız vardı. Sanırım dünyanın geri kalanında insanlar Afrikalıların da kendileri gibi normal bir hayatı olabileceğini düşünmekte zorlanıyor. Sonra savaş başladı. Babamı öldürdüler. Sonra herkesi öldürdüler. Bugün Somali ye gittiğinizde tuhaf bir uyku hali görürsünüz. Son yirmi yıldır herkes mesleğini kaybettiği ve tek işi karnını o gün doyurmak olduğu için dışarıdan bakıp kimin avukat, kimin öğretmen, kimin işsiz olduğunu ayırt edemezsiniz."

SİNEKLER VE PRANGALI ÇOCUKLAR
Hiçbir yerin ortasındaki Şuşa Kampı nda kum, çadırlar, insanlar ve bütün eşyalar sarı. Uzaktan baktığınızda her şey Afrika fotoğraflarındaki gibi; derme çatma, pis ve sinekli. Ancak yakından bakınca anlayabilirsiniz altı aydır çöl çadırlarında kalmış insanların aslında çok temiz kaldığını, annelerin sineklere çocuklardan uzak tutmak için akıl almaz bir çaba sarf ettiğini ve sizin de bebeğinizi çöl kumuna bulanmasın diye bacağından çadırın direğine bağlayacağınızı. O zaman Huseyn'i anlamak daha kolay:
"Afrikalıysanız bir işe girmek için güçlü bir adamın sizi kurtarması gerekir buralardan. Bunun için de kendinizi beğendirmeniz gerekir. Bu da insanın sürekli aşağılan-masıdır. Bu, zordan daha zordur."
40'larında görünmesine rağmen Huseyn 26 yaşında. Yakında karısı Katral ve üç yaşındaki oğlu Muhammed ile birlikte Norveç'e gidecekler mülteci olarak. Ne olacak peki? "Her şey altıncı kez yeniden başlayacak" diyor Huseyn. Sanki dünyanın her yerinde hayat böyleymiş gibi... Sanki hayat buymuş gibi.

***

 

''Buradan defol bacım!''

"Bak bacım, buradan hemen defoluyorsun. Derhal! Şimdi! Kalk ayağa!"
Nijeryalı dev gövdeli adam, başıma dikilip ayağa kalkmamı ve defolmamı beklerken bağırmaya devam ediyor:
"Gazeteciler gelip lanet olası hikâyelerini alıp gidiyorlar. Biz altı aydır buradayız. Niye anlatayım ki sana hikâyemi! S...r git buradan!"
"Tamam kardeşim" diyorum, "Haklısın: Ben yazacağım ve kimsenin de umurunda olmayacak. Biliyorsun, insani krizlerin bir pazarı var ve şu anda sizinki en çok satanlar listesinde değil. Lanet olası çölün ortasında sıcaktan gebermek üzereyim. 700 kilometre geldim buraya, yazmak istiyorum." İşe yaramıyor:
"Lanet olası kalk dedim sana. Git başka zavallı Afrikalıların ağlak hikâyesini anlat!"
Adı Vincent. Altı aydır güneşin altında beklemekten haklı olarak canı çıkmış durumda. Bir gazeteci daha görmek istemiyor. Arkadaşları tek tek gelip liderleri Vincent'in tavrı için özür diliyorlar:
"Kusura bakma bacım" diyor biri, "Seninle ilgili değil, artık konuşmak istemiyoruz."
Kimse istemiyor aslında. Somalililer daha gündemde olduğu ve yavaş yavaş iltica kabulü aldıkları için diğer Afrikalıların hepsi öfkeden ölmek üzere. İnsani kriz pazarı sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. Eğer ülkelerindeki kriz top 10 listesine girip büyük Avrupa şehirlerinin reklam panolarına resimleri asılırsa onları da biri hatırlayacak. Pasaportlarını ellerine alıp beklemeye başlayacaklar beyaz adamın gelip seçmece yöntemiyle kendilerini alıp bayındır topraklara götürmesini.
Kaddafi'den, Afrikalı çetelerden, sınırlardan ve açlıktan kurtulmuş durumdalar. Şimdi Şuşa Kampı'nın bütün çadırları kum dolduran fırtınasına, 45 derece sıcağa ve açlıktan birbirini öldüren insanların arasında yaşamaya dayanmak, biraz daha dayanmak zorundalar. İşin tuhafı şu ki, kimse onların hakikaten farkında değil. Tunus'ta kime sorsam anlamaz bakıyor:
"Şuşa mı? Hiç duymadım. Neredeymiş o kamp?"
Libya sınırına iki kilometre, Bingirden şehrine yakın. 3000 insan yaşıyor. Zavallı Afrikalı resimlerindeki insanlara değil, hepsi canı çok sıkkın bir arkadaşınıza benziyor.

Buyurun Lokantası

Akdeniz'i geçmek... "Hoş geldiniz Tfaddal (Buyurun) Lokantası'na! Sadece Somali mutfağı!" diyerek bizi bir piknik tüpü üzerinde akıtma pişirilen çadıra davet eden İdris ve bütün lokanta beş dakika içinde tek tek aynı şeyden söz ediyor: Akdeniz'i geçmek. Hepsi, sanki ev kirasından ya da çocukların okul taksitinden söz eder gibi insan kaçakçılığı rayicinden söz ediyorlar 1000 ile 2500 dolar arasında değişiyor rayiç. Ama Akdeniz kıyısına kendin gelmek zorundasın. Yürüyerek, sürünerek, savaşlardan geçerek, çalışarak, durarak kalkarak. Konuşurlarken bazı sözcükler hep İngilizce söyleniyor: Fiyat, mülteci kampı, başvuru, kabul edilme... Kaçakların hayatlarını teyelledikleri bu sözcükler diğerleri arasından her seferinde bir göz parıltısı farkıyla ayrılıyor.
Televizyonda haberler açık. Türkiye'den bir şeyler gösteriliyor. Somalili, Eritreli, Darfurlu, Nijeryalı mülteciler bir anda Türkiye'den söz etmeye başlıyor. İçlerinden biri aniden şöyle diyor: "Şu generallerin istifası meselesi ne oldu? Öcalan konusunda ne yapıyor hükümet?"
Türkiye'de Somali'nin haritadaki yerini kaç kişi bilir acaba?
Hazır herkes bir aradayken: "Bu kampa girmek neden bu kadar kolay? Hiç güvenlik yok" diyorum. Hepsi gülüyorlar. İdris açıklıyor:
"İki hafta önce burada insanlar yiyecek için birbirini öldürdü. Eritreliler ve Somalililer arasında savaş çıktı. O zaman bile bir şey olmadı. Çölün ortasındaki Afrikalıları kimin önemseyeceğini sanıyorsun!"
Yeterli su ve yeterli yiyecek sağlandıktan sonra, tabii ki bir önemi yok Afrikalıların. Çölün ortasında kaç aydır beklediklerinin...

 

Üç kalp bahçesi

"Ne yapalım, ancak böyle dayanıyor gözüm görmeye." Dahir, çöl sarısına insani bir kesik atmış çadırının önünde üç kalp şeklindeki çavdar bahçesi ile. Pet şişelerle çevrili bahçesini, beş ay sonunda yapmaya karar vermiş. İki ay sonra ürün alacak. Ya o zamana kadar buradan giderse? Soruyu o kadar anlamsız buluyor ki cevaplamıyor. Gidemeyeceğini bildiği için değil, sanırım çölün ortasında ondan geriye üç kalp şeklinde küçük bir bahçe kalacak olması ona o kadar tuhaf gelmiyor. Berberilerden aldığı gübre ve evden getirdiği tohumlarla yaptığı bahçeye şefkatle bakıp "Bu bahçe olmadan önce nefes alamıyordum, şimdi bir rüzgâr sanki havada" diyor.
Somalililerin temsilcisi İdris bizi bir bahçeden kamptaki diğer bahçeye götürüyor. Mairanna, 1.5 yaşındaki kızı Ruwayda ile minnacık bahçesinde oturuyor. Ruwayda'ya bir şeker veriyorum. Annesi terbiye sesiyle "Teşekkür et" diyor. Savaştan, tecavüzden, açlıktan kurtulup gelmiş bu kadının bir parça bezin altında oturmuş bebeğine teşekkür etmeyi öğretmesi bir an dünyanın en mucizevi şeyi.
Ruwayda öpücük gönderirken tamamen Amerikan siyah aksanıyla konuşan genç Muhammed çıkıyor ortaya. El kol hareketleri de Bronx'un arka sokaklarından. Amerikan filmi İngilizce ile anlatılınca bütün ailesinin öldürülmüş olması, beş yaşından beri tek başına olması, bir kilisede yatıp kalkarak büyümesini anlatması daha da acayip oluyor: "Ama yenilmeyeceğim dedim. Akdeniz'i geçip yaşayacağım."

Önceki ve Sonraki Yazılar