Şahları Vuramazlar

“Yüzyılın davası” dendi.

“Türkiye bağırsaklarını temizliyor, kirlerinden arınıyor” dendi.

“Türkiye kendisiyle hesaplaşıyor” dendi.

“Bu bir varoluş mücadelesidir” dendi.

“Bir ‘temiz eller’ operasyonu” dendi.

“Ucu en tepelere ulaşacak” dendi.

Avukatı oldu, savcısı oldu.

Operasyonlar yapıldı, gözaltılar gerçekleştirildi, yer yerinden oynadı.

Dokunulmazlara dokunuldu, paşalar içeri tıkıldı.

Asıl dokunulmazlarla, dokunulmaz diye bilinenlerin farklı olduğu ortaya çıktı.

Ne de çok gizli kahraman varmış görüldü.

Bilinen ama dile getirilemeyen ortaklıkları ortaya çıkardı.

Kimlerin eli, kimlerin cebinde meydana döküldü.

Toprak altından bombalar, mermiler fışkırdı.

Tam bir turnusol kâğıdı oldu gerçek renkleri, doğru kimlikleri göz önüne serdi.

Konuşulamayanlar konuşuldu, yazılamayanlar yazıldı, çizilemeyenler çizildi.

Paşalara dokunuldu, siyasetçilere dokunuldu, sendikacılara dokunuldu, akademisyenlere dokunuldu, iş adamlarına dokunuldu, gazetecilere dokunuldu.

Herkese dokunulabilir zannedildi.

Birilerine dokunulamayacağı da görüldü.

Davanın başlarında neler söyleniyordu, neler. Bir numara üzerine bahisler oynanıyordu. Kim olursa olsun dokunulacağına, alaşağı edileceğine inanılıyordu.

Dokunuşlara ilk direnişler; suçsuzluklardan ziyade, yaşlılık ve hastalıklar üzerinden oluşturulmaya çalışıldı, aşıldı. Bu strateji terk edildi. Yaşlılık ve hastalık sadece hapisten kurtarıyordu, masumlaştırmıyordu, mağdurlaştırmıyordu;  sadece zavallılaştırıyordu. Yeni dokunulmazlık alanları oluşturulmalıydı. Yeni strateji ilk kez Vatan Gazetesi internet editörü Aylin Duruoğlu tutuklandığında devreye girdi. Ortalığı ayağa kaldırdılar. “Basın özgürlüğü” dediler, “Aylin cici kız” dediler, “o suçlu olamaz, o bir romantik” dediler ve aslanın ağzından Aylinlerini aldılar. Bu aslında bir işaretti. Doğan gurubundan birine karşı ilk operasyondu ve yeni stratejiyle ilk direnişti ve başarılı olunmuştu. Artık gerisi gelebilirdi. “Siz Doğan Gurubuna dokunamazsınız.” denmişti.  Sonra ultra dürüst Uğur Dündar’ın eşi Ergenekon’un ağından baş gösterdi, yine ortalığı birbirine kattılar. Kocası Dündar TV’den tehditler, küfürler savurdu. Özürler üst üste geldi, “Ultra dürüstün eşi, burada nasıl olur” diye. Bayan Dündar kurtarıldı, unutturuldu. Doğan Gurubunun kenarındaki gazetecilerin bile üzerine gelen operasyonlar püskürtülebiliyordu. Bu gelişmeler davada birer kırılma meydana getirdi.  Asıl geri adım, Türkan Saylan vakasında yaşandı. “Nasıl olurda Türkan Saylan gibi bir azizenin evi aranır” diye. İddianameyi bile beklemeden B. Arınç’ından, M.A. Şahin’ine kadar hepsi koro halinde Ergenekonculardan özürler dilediler, savcılara “Bir daha böyle yapmayın” manasına tembihlerde bulundular. Yapılanın yanlış olduğunu söylediler. Biz bir kez daha gördük ki, bu ülkede asıl dokunulmazlar, bilinenin aksine omuzu kalabalıklar değilmiş. Onlar sadece birer paravanmış. Veli Küçük sadece bir piyonmuş, isteyene yem olarak verilirmiş. Tolon’lar, Eruygur’lar birer atmış, aslında dokunulabilirlermiş. Şahlar başkalarıymış. Şahlara dokunanın elini yakıyorlarmış. Şahların kimler olduğu hissedilmeye başlandı. Her şeylerin nasıl altüst edilebildiği, manipülasyonların ne kadar güçlü etkiler bırakabildiği, kimlere hangi cümleleri kurdurabildiği görüldü.

Bu dava ilk başladığında, “Ucu nerelere dokunacak göreceksiniz” denmişti. Ama gelinen noktada görülen o ki, asıl güç sahipleri, asıl dokunulmaz olanlar çok daha başkalarıymış. Onlara dokunmaya kalktığınızda her şey ters yüz edilebiliyormuş. İletişim çağı, internet çağı hepsi aslında kâğıttan birer kaplanmış. İstedikleri an, bütün düşünceler yeniden tanzim edilip, bütün iletişim araçları kör, sağır hale getirilebiliyormuş. Ve daha iddianame yazılmasına fırsat verilmeden “Vay be sen ne yiğit adammışsın” denilen savcıya davadan el çektirilebiliyormuş.

Kim ne derse desin, aslında bugün, yeni bir Ferhat Sarıkaya olayı yaşanıyor. “Bu dava Zekeriya Öz’ün davası değildi, ona bağlamak yargıyı anlamamaktır” diyenler, sadece üzerlerine yüklenen basın açıklaması yapma görevini yerine getiriyorlar. Biz bu filmi daha önceden de seyretmiştik.

Biliyorsunuz AK Parti iktidara gelir gelmez, ülkenin en büyük sorunu olan YÖK Yasası’nın değiştirilmesi için zamanın Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu aracılığıyla çalışmalara başladı. Birileri çıkıp “Bu yasanın virgülüne bile dokundurtmayız, niceleri bu sevdaya tutulup, yok olup gittiler, YÖK’e dokunulamadı, bu sevdadan vaz geçin” dediler ve dedikleri gibi oldu. Yapılan yoğun çalışmalara, ortaya çıkan birçok taslağa rağmen YÖK’e dokunulamadı ve Erkan Mumcu gitti. O giderken de “YÖK bizim meselemiz, Erkan Mumcu’ya bağlı bir konu değildir” denmişti. Ancak Erkan Mumcu’nun gidişinden sonra, hiç kimse bir daha YÖK kelimesini ağzına bile alamadı.

Olay aynı, aynı film yeniden tekrarlanmaktadır.

Savcı Öz terfi falan ettirilmemiştir. Düpedüz Ergenekon davası sonlandırılmıştır. Şuan bu davadan içerde olanların bir kısmı, belki küçük cezalar alacak, büyük bir kısmı ise tahliye edilecektir. En iyimser tahminle darbecilere, “Bakın ayağınızı denk alın, Silivri orda, istediğimiz zaman yine oraya göndeririz” denilecek ve olay böylelikle kapatılmış, yüzyılın fırsatı tepilmiş, bağırsaklar dondurulmuş, hesaplaşma bitirilmiş, temiz eller operasyonu nihayete erdirilmiş olacaktır.

Demek ki, önemli olan savcı Antonio Di Pietro’nun olup olmaması meselesi değilmiş; önemli olan o iradeyi ortaya koyan Di Pietro’ya sahip çıkacak bir yönetimin varlığıymış. Siz o iradeyi ortaya koyamadığınız zaman bir daha nasıl bir Zekeriya Öz bulacaksınız ki? Hangi savcı bir daha size güvenebilir ki?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.