Fatma Ç. KABADAYI

Fatma Ç. KABADAYI

Bir Hikaye Molası

 

BEN KADINIM

 

Koşturmaktan nefes nefese kalan bedenini sedirin üzerine bırakıverdi. Orta boylu, hafif kilolu, esmerce bir kadındı Şahinde. Kalın kaşları, uzun ve gür kirpikleri yüzünün en sevdiği bölümüydü. Ah, dudağının üstünde de siyah tüyler çıkmasa ne iyi olurdu ya Allah da onu öyle yaratmıştı işte. Eşinin arada bir "Kaytan bıyıklım, haydi yap bir kahve de içelim, selvi boylum…” demesine bile alınıyordu son aylarda. 

 

Oysa daha on dokuzunda o zamanlar narin olan vücuduna övgüler yağdırıp gönül almasını da nasıl bilirdi Ekrem. Şimdi kırkını çoktan geçmiş altı doğumdan sonra kendini tanıyamaz hale gelmişti. Çocuklardan sadece biri hayatta kalabilmiş, diğerlerini ya doğuma yakın ya da ilk aylarında toprağa vermişti. Olsun, analığı tatmıştı ya, Allah bir evladını bağışlamıştı ya buna da şükürdü. O da bu yıl beş yaşına giriyordu hayırlısıyla.

 

"Şahinde... Evde misin bacım?"

 

Pencerenin dışından seslenen yan komşusu Zeynep, her ikindi sonrası kendisini bir kez yoklar, iki çift laf eder, eşinden, sorumsuz çocuklarından, kayınvalidesinden şikayetlenir, delik kovanın devrilip içini boşaltması gibi rahatlar, beklendiğinden emin bir halde "gelirim gene" diyerek evine giderdi.

 

"Gel gel, içerdeyim."

 

Sedire uzanmış azıcık dinlenecekken gelmesine de kızmıyordu da uzattığı bacaklarını kendine çekecek dermanı da kendisinde bulamıyordu. Sanki biri dizlerinin üstüne çöreklenmiş gibi ağırlaşmıştı bacakları. Zeynep, tahta kapının telini çekip girmişti. İki göz odanın içinde bütün gün hiç işi bitmeyen komşusuna "Hiç rahatsız olma gurban olduğum" diyerek eliyle de işaret ederek topal haline diğerleri gibi alışmış komşusunun eski kilimlerle bezenmiş sedirinin ucuna ilişiverdi. 

 

Ayakucuna dolaşan şalvarını toparlayarak hemen oturur vaziyete geçti Şahinde. Ayıp olurdu, misafir beş yaşında dahi olsa saygıda kusur edilmeyeceğini rahmetli anasından öğrenmişti ki bu kadın nerdeyse beş yıl erken doğmuştu kendisinden. Hoş beşin ardından konu günün yorgunlukları, sarı ineğin buzağılaması, kaybolan bel küreğinin şaşı Necmi’nin bahçesinden çıkmasına kadar uzamış Şahende’nin çay teklifine defalarca “hayır” demişti. 

"Senin neyin var, çapa mı yordu seni?"

 

"Yok..."

 

"Yine mi memelerin?"

 

"He ya, süt desem süt değil, anlamadım bir akıntı bir akıntı... Atletim gömleğim sırılsıklam oluyor."

 

"Gideydin bir doktora. Şehir bir saat mesafe bacım..."

 

"Demesi kolay, herif bunun için gidilir mi diyor, bıktı tabi."

 

"Bıktıysa bıktı sen istemedin ya o kadar evlat kaybetmeyi. Mecbur götürecek... Olmadı ikimiz gidelim."

 

yağlıboya köylü kadın tabloları ile ilgili görsel sonucu

(Tablo: İbrahim ÇALLI)

 

Zeynep ikna etmişti komşusunu. Hatta iknada o kadar ileri gitti ki memesini açtırıp ucuna baktı. Ucunda kan gibi kurumuş beyazımsı akıntılar vardı ve meme derisi pütürümsü bir haldeydi. Akıl erdirmek mümkün değildi. Bunu Şabanların Melahat görse bilirdi ya o kör olmayasıca da geçen hafta kızının yanına gitmişti.

 

Ertesi gün sabah erkenden ilçe dolmuşuna binen iki komşu hastanede sıra alırken, sıra beklerken sürekli hastane anılarını konuşmuşlardı. Şahende saatlerce beklediği sırası geldiğinde ise adımlarını içeri korkuyla attı.

 

Genç doktor, önce muayene etmiş, memesini gösterirken utandığı için de biraz azarlamıştı. Ardından anlamadığı sözlerle önce mamografi çekimine ardından da biyopsi alınması için başka bölüme yollamıştı. Bu işler hiç Şahinde'ye göre değildi ya ne yapsın idi, "orası nerede, bu nerede imzalanacak?" derken akşam oluvermişti işte. Ve hiç biteceğe de benzemiyordu.

 

Hastane koşuşturmalarının dışında ilçeden gelip gidiyor olmak ve ilk seferden sonra komşusunun de gelemiyor olması çok üzmüştü Şahende’yi. Olsun Emirhan’ına göz kulak oluyordu ya gün boyu. O da yeterdi. 

 

Biyopsi sonucunu almaya gittiği günün dönüşünde başı dönmüş, üzüntüsünden hem yolda hem evde durmaksızın “Neden ben Allah’ım, acaba sonuçlar mı karıştı? Bununla baş edebilir miyim? Yoksa…” sorularıyla gözyaşlarına boğulmuştu. Evet, sonuç kötü çıkmıştı ve bu kadarını beklemiyordu.

 

O akşam Ekrem, gözleri şişmiş halde sofra getiren hanımına yine takılmadan edememiş, sonucun ne olduğunu bile sormaya da gerek duymamıştı. Elbette bir krem verirler, belki birkaç hap ile de iyileştirirlerdi avradını. Doktor dediğin tedavi ederdi elbette.

 

“Ne o gız? Ne ağladın? Akşama kadar şehirde az gezdim diye mi?”

 

Ekrem’e cevap verecek, onunla didişecek hali de morali de yoktu. Korkuyordu. “Ya ölürsem?” sorusu içini kemiriyor, bütün gün koşturmaktan uyuyakalmış oğlunu gelip gidip öperek daha da duygusallaşıyordu. Ekrem birkaç kez sorduysa da cevap alamadı. En sonunda dinlediği radyoyu da kapatıp söylene söylene yatmaya gitti.

 

“Demezsen deme… Sorsan kabahat sormasan kabahat, bu karı milletini de hiç anlayan olmamış ki!”

 

Şahende içinde yaşadığı gelgitlerin arasında Ekrem’i de düşünüyordu. Doktorun bir hafta sonraya verdiği ameliyat gününde ya masadan bir daha kalkamazsa? O vakit bu el kadar bebeye Ekrem sahip çıkamaz illa yeniden evlenirdi. Üvey anaya mı bırakacaktı şimdi yavrusunu? Öpmelere doyamadığı Emirhan “Anam nerde baba?” diye sormaz mıydı? Sorardı elbet, sorardı da cevap alır mıydı acep? Ya konu komşu? Onlar da üzülür müydü dünyadan göçtüğünde? “Vah, el kadar bebesini bırakıp kanserden öldü garip Şahende, hiç de gün görmediydi kadın” mı derlerdi yoksa “zaten kocası da kıymetini bilmezdi, öldü de kurtuldu mu?”

 

Bir hafta boyunca gözüne uyku girmedi, Ekrem’le konuştuğunda ise önce masraf olup olmayacağını, ardından hastanede kaç gün yatması gerektiğini, son olarak da ameliyat sonrası tedavi için daha kaç kez şehre gideceğini sormuştu. O da çok bilmiyordu. Doktorun dediklerinden aklında kalanları söylemişti. “Ameliyat yaklaşık bir buçuk saat sürecek, göğsünün biri alınacak, bir hafta boyunca hem pansuman yapılacak hem de sargılı kolunu oynatmadan duracak, sonraki işlemleri sırası geldikçe öğreneceksin” demişti. O da bunları anlattı. Ekrem, durumdan hiç memnun değildi, artık bu kadının eve hiç faydası olmuyor, sarı ineği bile sağamıyordu. Sütü sağma, çocuğa bakma işi gibi Zeynep’e kalmıştı. Hoş, o da son günlerde suratını iyice asar olmuştu ya ne yapsın idi, çaresizdi.

 

Ameliyattan sonra Ekrem, mahalle muhtarının arabasıyla getirmişti hanımını. Benzin parası bile almamıştı adam “Ne olacak canım, o da bizden olsun,” deyip şaşırtmıştı Ekrem’i. “Rahmetli ananesi de bu illetten öldüydü, hatırlarım, inşallah yengemiz atlatır, bu hastalık akrabasında olanlara daha çok musallat olurmuş, diye duyduydum,” diyerek de eklemişti. Cahil insan nerde ne konuşacağını nerden bilsindi ki?

yağlıboya köylü kadın tabloları ile ilgili görsel sonucu

Kolu göğsü sarılı, beti benzi sarıya bulanmış halde iki gün sonra eve geldiğinde Emirhan’ına bile doyasıya sarılamamış, zor eğilerek yanaklarından defalarca öpmüştü.

 

“Özledin mi beni kuzum?”

 

“Sen nereye gittin anne?”

 

“Doktora gittim, iğne yaptı, iyileştim, geldim.”

 

“Bir daha gitme, Zeynep abla beni dövdü.”

 

Şahende’nin beyninden o anda adeta kaynar sular döküldü. El kadar çocuğa ne hakla vururdu? Tamam, bu son ay içinde çok hakkı geçmişti ama bu kadarı da yapılmazdı. Birkaç dakika çocuğun yüzüne boş boş baktıktan sonra Emirhan’ına da cevap verdi:

 

“Tamam, bundan sonra ben hep yanındayım. Zeynep teyzene de kızarım, bir daha yapmaz.”

 

Çocuk, tekeri kırık oyuncak kamyonuyla oynamaya daldığında Ekrem kahvede okeye dönmüş, Şahende oğlunu seyrede seyrede sedirde uyuyakalmıştı. İçtiği haplar acılarını az hafifletse de aslında başka acılar ve kaygılar da çekiyordu. Çocuğuna verdiği sözü tutabilecek miydi? Bu hastalığı sahiden atlatabilecek miydi? Yoksa onu anasız bırakıp dünyadan göçecek miydi? Gözleri kapanırken kararını verdi: Hayata tutunacak, mücadele edecekti. Etmeliydi.

 

Sürekli düşünüyordu. Göğsünün biri alındıktan bir süre sonra, üç lenf bezine sıçrama olduğu için de lenf bezleri de çıkarılmıştı. Doktorlar cinsinin kötü olduğunu söylüyorlar ama Şahende hiç umudunu yitirmiyor iyileşeceğine inanıyordu. Elbette iyileşmeliydi, Emirhan’ı bu dünyada yalnız bırakamazdı ya…

 

Aradan geçen bir buçuk yıl boyunca başlarda hiç anlamadığı kelimelere dili dönmeye, hastalığını bilimsel olarak öğrenmeye başlamıştı Şahende. Artık ne ameliyatı olduğunu soranlara “İnvasif duktal karsinom” diyor ardından da açıklıyordu. Zaten herkes görüyordu. Olmayan şeyi görüyor ona acıyarak bakıyorlardı. Memesi olmayan kadın olmak ne acı vericiydi sahiden… Hele Ekrem’in artık ona erkekmiş gibi davranmasına, bedenindeki değişiklikle alay etmesine de çok içerliyordu. Ameliyattan sonraki hafta söylediği “Askerliği de beraber mi yaptık yoksa kız?” lafı aklına geldikçe çıldıracak gibi oluyor, sinirden dişlerini sıkıyordu. İyi ki de bağırmıştı ona “Ben kadınım, artık memem olmasa da kadınım! Kadınım ben!” Çok alıngan, huysuz, aşırı ilgi bekleyen biri olup çıkmıştı işte. Karı koca hayatları kalmamıştı ama bari birkaç güzel laf etse, “iyileşeceksin, sabret, moralini yüksek tut, bir sürü kişi iyileşiyor, sen de atlatırsın” gibi sözler söylese olmaz mıydı? Yok, Ekrem’in de bir bildiği vardı elbet.

 

Bu bir buçuk yıl, on beş günde bir alınan kemoterapi, radyoterapi ile beş yıl kadar uzun gelmişti Şahende’ye. Memleketten gelen teyzekızı Gülendam da olmasa kendini çoktan olacaklara bırakacak, muhtemelen pes edecekti ama Allah’tan ki Gülendam rahatını bozup kuzeninin hatırına gelmişti.

 

O hiç evlenmemişti. Otuzunda ana babası da vefa ettikten sonra o harabe evde altı yıl boyunca tek başına oturmuş, babasından kalan emekli maaşıyla kıt kanaat geçinmişti. Oysa ne çok isterdi bir yuvası olmasını. “Ben istemedim ki evlenmeyi, isteyenim de çoktu aslında…” derken uzaklara bakıp gözlerini kaçırmasından da anlaşılıyordu. Teyzekızında olan bile yoktu kendisinde; bir yuva, eş, çocuk, insan daha ne isterdi?

 

Kemoterapilerden sonra yürüyecek dermanı bile kalmayan Şahende’yi kasabaya getirip yatağına yatırdıktan sonra hem çocukla hem de evin diğer işleriyle ilgileniyor radyoterapiden yanık yanık olan yerlerini görüp üzüldüğünü yanağına dökülen yaşlarından anladığında “Şükret, az kaldı,” diyerek moral veriyordu. Bir tek akşamları erkenden yatması canını sıkıyordu Şahende’nin. Çocuğu uyuttuktan sonra kendi de ortalıktan hemen kayboluyordu. Onun sorumluluklarını yüklenmek bedenen ve ruhen yoruyor olmalıydı.

 

İkinci yılın sonuna doğru Şahende’nin en çok sevindiği tekrarlama olasılığı üç yılın içinde olan bu hastalığın iki yılını atlatmış olmaktı. Bunun yanı sıra kişiliğinde, düşüncelerinde, kendine olan güveninde de büyük farklar vardı artık. Bir birey olduğunu ve hayatın kendisine armağan olduğunu anlamıştı. Kendisi için yaşamayı öğrenmişti. Artık Şahende ile ilgilenmeye gerek bile yoktu. İşlerini iyi kötü yapabiliyor, çocuğuyla ilgileniyordu. Altı yaşına gelen Emirhan'ın da annesini evde dolaşıyor görmek hoşuna gidiyor canının istediği yemeği söylüyor, nazlanıp hemen yaptırıyordu. Sağ olsun Gülendam yine de gitmemiş, az da olsa işlerin ucundan tutmaya devam etmişti. Artık üç ayda bir kemoterapi için gidiyordu. Gülendam’ı işi bitmiş gibi evine yollamak uygun düşmezdi. Zeynep eskisi kadar olmasa da arada uğruyor, yalandan da olsa bir ihtiyaçları olup olmadıklarını soruyor, bir kahve ya da bir bardak şerbet içtikten sonra topallayarak evine yol alıyordu.

 

Şahende hastane dönüşü gömleğinin koluna bu sefer mutluluk gözyaşlarını sildi. Nihayet duaları kabul olmuştu. Allah ne kadar büyüktü. İyice ezberlediği şehir yollarına “senden bıktım ama özlemeyeceğim, Allah kimseyi hastaneye düşürmesin” dercesine bakarken Baklavacı Sabahat’ın ışıl ışıl parlayan levhası gözüne çarptı. Elini şalvarının altına gizlediği para kesesine sokup karıştırdı. Evet, bir kilo alabilirdi. Bu müjdeyi Ekrem’e ve Gülendam’a verdikten sonra oturup bir baklava yemek de iyi gelecekti doğrusu. İlçeye giden dolmuşta hep bunun hayalini kurdu. Yaşamak ne güzel şeydi. Bundan sonra hiçbir şeye üzülmeyecek, hayatının her gününü hatta her anını tadını çıkararak geçirecekti. Söz veriyordu kendine. İnsan kendine verdiği sözü de tutmayacaksa hayatta kime güvenebilirdi ki?

 

 

***

 

Akşamın soğuk rüzgârı salonun açık penceresinden efil efil esiyordu, rüzgâr tahta kapıyı da açıp açıp kapatıyor, tıkırtıları  insanı rahatsız edecek kadar kulağı turmalıyordu. Sekize yaklaşan yelkovan akrebe yetişmek üzereydi. Ekrem, kahverengi çizgili pijamasının yaka kısmından elini sokmuş pervasızca kaşınarak yatak odasından çıktı. Gülendam’a seslendi:

 

“Gülendam… Nerde kaldı bu kadın yahu? Hastane kapanalı saatler olmuştur.”

 

“Ne bileyim? Gelemedi bir türlü. Geziyor mu ne?”

 

“Cehennemin dibini gezsin! Çocuk nerde?”

 

“Bilmiyorum. Biz içerdeyken dışarı mı kaçtı yoksa? Oynuyordu şuracıkta. Bak kapı da açık!”

 

Birlikte önce odalara, ardından bahçeye, sokağa baktılar; yoktu. Endişeli ve suçlulukları yüzüne yansımış bir halde eve girdiklerinde aynanın köşesine sıkıştırılmış, eğri büğrü yazılmış not gözlerine çarptı. Ekrem, okuma yazması olmadığından Gülendam’a başıyla “al bakalım” diye işmar etti. Gülendam önce içinden okudu, ardından gözlerini kocaman açıp telaşlı tavırla bir eliyle ağzını kapattı.

 

“Desene kız, kim yazmış?”

 

“Şahende!”

 

“Ne yazmış böyle uzun uzun? Destan mı döktürmüş?”

 

Ekrem, susmasına anlam verememiş, hadi söyle der gibi gözlerini Gülendam’a dikmişti:

 

“Bugün, size müjde vermek için sabırsızlıkla koşar adımlarla eve gelmiştim ama geldiğimde sizin müjdenize kulak misafiri oldum. Yazmaya utandım, ne diyeyim. Allah analı babalı büyütsün. Ben Emirhan’ımı alıp gidiyorum. Sen de haklısın: Gülendam’ın kaytan bıyıkları yok. Ama bilsin ki artık bir teyzekızı da yok. Baklavayı da başarınızı kutlarken yersiniz. Anam derdi de inanmazdım komşun seni tok sever, kocan seni sağ sever, haklıymış. Siz beni düşünmeyin, ben Allah’ın yardımıyla hayata tutunmayı da öğrendim, kanseri yendim, bu acıyı da hayli hayli yenerim.”

 

Gülendam’ın gözlerinden iki damla yaş süzüldü. 

 

“Allah’ım… Keşke onun kadar güçlü, iradeli bir kadın olsaydım… Keşke hayata doğru yerden tutunmayı becerebilse idim...”

 

 

SON

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.