Liberallerin bireyi, Müslümanların kulluğu

 

Liberalizm bir din değildir. Demokraside öyle… Maalesef İslamcıların büyük bir kısmı bu iki kavramı İslam’ın karşısında dikilmiş birer rakip din olarak görüyorlar. Öyle ki sürekli İslam’la liberalizmi ya da İslam’la demokrasiyi kıyaslayarak İslam’ın bu iki kavrama(din) göre daha üstün bir din olduğu gerçeğini dillendirmeye çalışıyorlar. Ali Bulaç’ın Zaman gazetesindeki köşesinde liberallerin bireyi ile Müslümanların kulluğunu masaya yatırması gibi. İslamcılar ve liberaller liberalizmi,(demokraside buna dâhil) bir din olarak görme gafletinden artık vazgeçmelidirler. Bağnazlık bir kusurdur der Russell… Her ideoloji zamanla bağnazlarını da üretiyor. Buna bireyi tanrılaştıran liberalleri, kendinden başka herkesi hakir ve kâfir olarak gören, suçlayan, dışlayan ve yok sayan İslamcıları, sol ve sosyalist grupları, faşistleri vs. örnek olarak gösterebiliriz.

Kabul etmelidirler ki bugüne kadar ne liberaller İslam’ı derinlemesine incelediler ve üzerinde ciddi çalışmalar yaptılar nede İslamcılar liberalizmi, kapitalizmi, demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini duru bir zihinle ele alabildiler. Örneğin İslamcı yazarlardan Abdurrahman Arslan; “Kanaatkâr toplumların kapitalizm tarafından dişleri çekilmiş aslanlara ve kaplanlara dönüştürüldüğünü” söyler. Kapitalizmin vahşi bir sistem olduğunu neredeyse bütün İslamcı düşünürler dillendirirler. Bu ortak duyguda birleşmelerine neden olan temel argüman ise kapitalizm denilince akla paranın, aç gözlülüğün, hırsın ve mala, mülke tapınmanın gelmesidir. Bu konuda Mustafa Akyoltarafından kaleme alınan bir iki makaleyi tavsiye edebilirim.

Ali Bulaç “İslam Düşüncesi” adlı makalesinde; “Peygamberin peygamber olduğuna karar veren biziz yani Allah onu seçiyor bize gönderiyor ama onun peygamber olup olmadığına biz karar veriyoruz. Bizden kasıt aklımız ve vicdanımız buna karar veriyor” derken bir bakıma liberal düşünce sistemin birey algısını vurgu yapıyor. Ancak köşesinde bundan çok farklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Demokrasi konusunda ise benim görebildiğim en sağlıklı analizi Raşid Gannuşi yapmıştır. ”İslam, İslamcılar ve Demokrasi” adlı makalesinde Gannuşi; “Demokrasinin bir siyasi sistem olduğunu vurguluyor. Ayrıca İslam’da yöneticilerin yetkileri sınırlandırılmıştır. Yargı yetkisi iktidar mücadelesi ile meseleler hariç âlimlerin elindedir. Vergi koyma yetkisi ise yöneticilerde değildir. Kültür eğitim alanında da yöneticilerin hiçbir yetkisi yoktur. Yönetim idarecilerle âlimler arasında bir nevi ortaklık durumundadır” diyor. Bunun yanı sıra Gannuşi İslam’da şura sisteminden de bahsediyor. Sonuç olarak İslam’ın kendisine yeniden bir denge sağlaması gerektiğini ifade ederek demokrasinin asla İslam’la çatışmadığını aksine ona hizmet ettiğini ifade ediyor.

Ali Bulaç ise batı referanslı birey algısını dolayısıyla liberalizmi eleştirirken liberalizmin dünyayı rasyonel bir temelde yani akılla değiştirebileceği gerçeğini göz önünde bulundurarak bireyin olduğu yerde Tanrı anlayışının olmadığını ve bireyin asla Müslümanlığa uymayacağını dile getiriyor. Yani batı kültüründen neşet eden bireyin tanrıtanımaz olduğunu, kapitalizmin tüketim batağında çırpınan yalnız, inançsız ve değersiz bir yaratık olduğunu bir bakıma söylemeye çalışıyor. Gerçekten batı denilince ya da birey denilince bunu mu anlamalıyız. Tek başına birey nasıl yaşayabilir ki diye soruyor Ali Bey. İnsanın gözünü bir ailede açtığını ve ailenin de ilk beşeri halka olduğunu ifade ediyor. İnsanın gözünü bir ailede açtığı doğrudur. Ancak özellikle bizim gibi ülkelerde yani binlerce yılık Sünni Hanefiliğin içselleştirildiği bir coğrafyada çocuk gözlerini bir aile ortamında açar fakat mutlak itaati öğrenmekle işe başlar. Ali bey, küçük ölçekli gruba ilişkin hak ve özgürlükler dünyasıdır diye tanımladığı bu aile ortamında babanın hâkim rolünü maalesef atlıyor. Hâlbuki bu itaat öylesine keskin ve şiddetli bir biçimde tezahür ediyor ki çocuk büyüdüğünde devlete “baba” diyor ve devletten babasından korktuğu kadar korkuyor ve sarsılmaz bir sadakatle ona bağlı kalıyor.

İslamcıların batı algısı bir dinsizlik fenomeni üzerine kurguludur. Batı ahlaksızdır ve orada yaşayanların değer kalıpları yoktur maddecidirler, dinsizdirler, mal mülk sevdalısıdırlar, rekabetçi ve aynı zamanda hırslıdırlar. Hatır gönül bilmeyen, selamsız, kelamsız ve gönülsüzdürler. Temel bakış açısı budur. Doğu halkı ise kadirşinas, yüreği sevgi dolu, insanı yücelten, değer yüklüdür. Bu tartışmanın binlerce yıllık geçmişi vardır. Hala da devam ediyor. Ben bu meseleyi burada keserek batılı düşünür Kant’la devam etmek istiyorum. Immanuel Kant; Ahlak yasasını akıllı bir bireyin kendisine kendisi için koyduğu bir ilke olarak tanımlıyordu. Yani Kant’a göre; insan kişiliğine saygı ilkeleriyle iç içedir. İnsan aklıyla kendi adına yasa koyma yetisine sahiptir ancak bunu yaparken evrensel ahlak ölçütleriyle uyum içersinde olmalıdır. Ahlak yasaları akılcı bir şekilde oluşturulur. Kant; herkesin kendi kendisinin yargıcı olmasını istiyordu. Öyle davran ki insan iradesi kendisini bir yasa koyucu gibi hissetsin. Eylemlerinde insan basit bir araç değil başlı başına bir amaç olarak ortaya çıksın. Eylemlerine ölçü olarak aldığı ilkeyi herkes için geçerli bir yasa olarak isteyebilsin” diyordu. İnsanın ne pahasına olursa olsun kendisi için koyduğu ilkelerden asla taviz vermemesi gerektiğini vurguluyordu. Bu görüşlerde ne tanrıtanımazlık var nede sırf akla dayalı bir dünya tasavvuru söz konusu. Aksine Kant bir bakıma ancak akıllı ve ahlaklı olan birisinin özgür olabileceğini söylüyor. İslam’ın ahlaka ve akla verdiği önemi hatırlayalım.

Müslüman âleminin özelliklerinden birinin “ümmet” yapısı olduğu bilinen bir gerçektir. Şerif Mardin “Din ve İdeoloji” adlı çalışmasında İslam dininin özellikle Türkiye’de halk arasında almış olduğu şekiller üzerinde durur. Ayrıca ümmetin bir yapı ve davranış türü olarak özelliklerini irdeler. Şöyle diyor Mardin; “İslami toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli olan değerlerin yerine normlar geçmektedir. Kişisel planda tercihler azdır. İnsanlar dışa dönüktür. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok, toplum normlarında ararlar.” Bu psikolojiyi Türkiye’de yapılan bir araştırmayla örnek verir Mardin. Araştırma Kore’de esir düşen Türk askerlerinin davranışları üzerindedir. Türkler bir grup halini muhafaza ettikleri ve hiyerarşik yapılarını sakladıkları derecede esir kamplarında diğer milletlere göre daha kolaylıkla kaldırabilmektedirler. Ancak hiyerarşik yapısı kaybolunca diğer milletlerden daha dağınık olmakta ve daha kolayca beyin yıkamasına tabi tutulabilmektedirler.

Ayrıca Mardin eskinin şartlandırdığı düşünce tarzından da bahseder. Yani kişilerin yeni olduğunu iddia ettiği ve bunu da yeni olarak kabul edebileceğimiz türden görüşlerin ardında aslında çok derinlerde eskinin şartlandırdığı davranışların mevcut olduğunu ifade eder. Mardin’e göre Cumhuriyet bir diğer yönde de ümmet strüktürünün devamını sağlamıştır. Vatanperverlik, beraber olma ve başkalarına karşı koyma ümmet hissini devam ettirici bir unsurdur. Bugün okullarda bütünlük, birlik, beraberliğe verilen önem pek o kadar da ümmet fikrinden uzaklaştırıcı bir anlam taşımamaktadır. Bayrak ve kahramanlık değerleri ise Battal Gazi menkıbelerinden uzak değildir. Köysel bir çevrede “Mehmetçik” kolayca yeniden Battal Gazi olabiliyor.(Ş.Mardin. Din ve İdeoloji)

Türkiyeli İslamcılar Osmanlı öncesinden günümüze kadar intikal eden ve Türkiye’de milli karakterin oluşumunda etkili olan gaza, gazi, cengâver, kahraman ve Alplik gibi kavramları derinlemesine ve yeterince incelememişlerdir. Liberaller ise bu kavramları hep kuşkuyla yaklaşmışlardır. Çünkü bu kavramları kolektifleştirilmiş bir yapının temel unsurları olarak görürler.

Cemaat hissinin içselleştirildiği bir ortamda mesela birde utanç duygusunu ele alalım. Yine Mardin’e dönecek olursak. Mardin; böyle bir ortamda utanç insanın kendi yaptıklarından utanması değil. Toplumun beğenmediği bir hareketi yapmış olması dolayısıyla toplumun gazabına uğrayacağı korkusu şeklinde belirir diyor. İşte Takiyye denilen kendini saklama davranışı da tam olarak bu psikolojiden çıkıyor.Bugün başta politikacılarda görüyor olduğumuz gibi..Kişi kendi öz inançlarını saklamak mecburiyetinde kalıyor..Aslında bugün liberallere saldırmak demek eski akideleri bir nevi yeniden canlandırmak demektir.Bu bakımdan İslamcı düşünürler liberallerin birey tanımlamasını öyle çok basit bir biçimde harcamamalıdırlar.Liberallerde bireyi tanımlarken onun mahiyetini,yeryüzünde bulunuş nedenini sağlam ahlaki ilkeler üzerine oturtarak yeniden gözden geçirmelidirler.

Bugün liberaller özellikle Hz. Muhammed’in bireyi düşünmeyi öğreten, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme yetisini kazandıran metodunu çok iyi tahlil etmeleri gerekmektedir. Birçok peygamberin aksine Hz. Muhammed insanı düşünmeyi öğretirken yani doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme yeteneğini kazandırırken mucizelere başvurmamıştır. Bu konuda neredeyse mucizesi olmayan tek peygamber odur. Çünkü o bireyin düşünme kabiliyetini geliştirmeye dönük çapta zihin alıştırmaları yapmayı yeğlemiştir. Birey düşünmeyi, var oluşunu, doğruyu, iyiyi, ahlakı, erdemi, barışı ve özünü kendi çabaları sonucu kavramalı ve kâinatı bu şekilde çekip çevirmelidir. Hz. Muhammed’in(s.a.) bu uygulamasını,düşünce tarzını Müslümanlar daha o ölür ölmez bitirmişlerdir..Ve etkisini günümüze kadar hissettiğimiz ve Şerif Mardin’inde üzerinde durduğu kitle toplumu görüntüsü gittikçe yaygınlaşmıştır.Muhafazakar,cemaatçi,bireyi silikleştiren yepyeni bir İslam ortaya çıkmıştır.Yani ortada var olan folklorik bir İslam’dır.

Liberallerin uğruna yaşadıkları şey tamamen içi boş bir dünya değildir. Sanıldığı gibi onlar sekuler bir hayatın tanrıtanımaz, yalnızlaştırılmış insanları da değillerdir. Öyle olsaydı intihar edenlerin büyük bir çoğunluğunu liberaller oluştururdu. Bana kalırsa canlarını sıkan tek şey; devletin her şeye müdahalesi..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.