"Giden Gelseydi Deden Gelirdi"

İnsanların gözünde mazi (yani geçmiş zaman) diğer rakiplerine (Hal, İstikbal. Yani şimdiki zaman ve gelecek zaman) göre daha sevimli ve daha cana yakındır. Her nesil kendi çocukluk ve gençlik döneminin şimdikilerden çok daha iyi olduğunu iddia ader. Ben, niçin bilmem ama bu genel kanaate katılamıyorum. Bence  günümüz şartlarının ve durumunun , bir çok açıdan benim çocukluk ve gençlik yıllarımdan daha iyi olduğuna inanıyorum. Tabi bazı alanlarda ve konularda geçmişin güzellikleri bu günden fazla idi. Bu gerçeği de dillendirmekten geri kalamamam. Fakat maziye övgüler düzüp bu günü ve geleceği yermekte ne gerçekçi ne de doğrudur.

80' li yılar dizisini seyreden bizim ve bizden sonraki kuşak,  çocuklarına hatta torunlarına dizide gördüklerini ballandırarak; “Hey gidi gençlik hey” demelerini de haklı görmüyorum. Çünkü ben onların (dolayısı ile kendimin) gençliğini de biliyorum! Fakat insanın gençliğini, çocukluğunu özlemle, sevgiyle hatırlamasını da çok tabi buluyorum. Bu babdan olmak üzere 2004 yılında yazdığım ;”70’LERDE KONYA” yazımı sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum.

                                            70’LERDE KONYA

(Ben Konya diyeyim siz Türkiye anlayın)

Yetmişli yıllarda Konya diğer Anadolu şehirleri gibi henüz sanayisini kuramamış, Modern ulaşım ve iletişim araçlarından mahrum, henüz şehirleşmeye çalışan bir kent durumundadır. Buna rağmen ben köyden ilk geldiğimde dikkatimi çeken ilk şey araçların çokluğu (ki bunların başın da taksiler,  kamyonlar, otobüsler,  bisikletler,  motosikletler, at arabaları ve Moto guzziler) olmuştu. Bunlardan sonuncusuna halk Arçelik veya  ‘’diz dize, göz göze” adını takmışlardı. Çünkü; Üç tekerlekli ve üç vitesli olan bu araçlara karşılıklı üçer veya dörder kişi oturunca insanların dizleri birbirine değer ve yüzleri de en fazla 30-40 cm birbirinden uzak olabilirdi.

Büyük bir gürültü çıkaran ve en fazla 35 km/saat hız yapabilen bu araçlar virajlara hafif süratli girse yolcular mutlaka yerden armut toplamaya başlarlardı. Bu motorlu araçlara rağmen insan ve eşya nakliyesinin büyük bölümü hala zavallı atların çektiği ‘yaylıların’ hamutlarında idi. Biraz daha lüks olan faytonlar  (körüklüler) ise;  çift atla çekilen, zenginlerin bindiği arabalardı. Piyasada çok az sayıda taksi bulunur, bunların çoğu da yabancı markalı araçlardan oluşurdu ki en meşhurları Chevorlet, (biz bu markaları o zaman yazıldığı gibi okurduk) Buick, İmpala gibi uzun,  sağlam,  geniş,  yaylanarak yol alan,  eski fakat çok lüks ve pahalı arabalardı.  Konya’daki taksilerin sayısı (o zaman 70’lerin başı arabalara ticari olsun olmasın genellikle taksi denirdi) çok azdı.   

 Bu dönemde memurların, işçilerin, normal bir esnafın araba sahibi olmak hayallerinden bile geçmezdi. Hükümet binasının hemen yanında ki taksi durağında Amerikan markalı üç taksi durur ve bunlar gelip geçenler tarafından hayranlıkla seyredilirdi.

 Belediye Otobüsleri ancak birkaç güzergâha yolcu taşımaktaydı. Benim hatırladığım ilk otobüsler,  Magırus-Deutzu markalı, camları küçük ve basık otobüslerdi. Sonraki yıllarda 302 ler sefere sokuldu. Otobüslerde en çok dikkat çeken her duraktan önce inmek isteyenlerin tavandaki düğmeye basması ve bu işlemin yapılmasından sonra şoförün önünde kırmızı bir ışığın yanması ile birlikte bayağı yüksek volümlü bir ’düüüt’ sesinin duyulması idi. Bir duraktan önce kaç kişi basarsa aynı, işlem tekrarlandığından ( bu düğmelere basmak çocuklar için bir eğlence,  gençler için ise bir güç gösterisi idi) şoförler bundan çok rahatsız olur ve bazen de yolcularla münakaşa ederlerdi.

                                      O  YILLARIN MEŞHURLARI

 O yılların gözde yıldızları Cüneyt  Arkın, Yılmaz Güney, Kartal Tibet, Ediz Hun. Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koç yiğit  gibi sanatçılardı. Bunların filmlerini seyretmek için Park, Rüya, Ferah gibi sinemalara giderdik. Yabancı filmler ise Yeni, Saray. Şahin....gibi sinemalarda oynardı. Meşhur siyasetçiler ise Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş idi.  

 Türkiye de çim saha galiba hiç yoktu . Çime sahip birkaç sahanın çimleri ise çok kötü durumda  idiler. Konya da,   halk arasında adını en çok duyduğum belediye başkanı Kulluk idi. Mesire ve piknik yeri sadece Meramdı. Konya dan şimdiki piknik yerlerine gitmek vasıtasızlıktan dolayı mümkün değildi. İnsanlar köylerden Konya’ya traktör, kamyon veya eski otobüslerle gelirlerdi. Yakın köylüler ise bazıları yaya, bazıları da at, eşek gibi hayvanlarla gelirlerdi.

 En büyük ve en şirin çarşı kapalı çarşı idi.(şimdiki saray çarşısı) Bütün sanayi dükkanları (Marangozlar, Tamirciler, Kunduracılar, demirciler, sobacılar...)ve Otogar, şimdiki Karatay otobüs terminali ile  larende Caddesi  ve civarında toplanmış durumdaydılar. Şimdiki matbaacıların bulunduğu yer ise “Hâl” idi. Şu anda 42 katlı olacağı söylenen binanın yerindeki otogar yapılırken hiç kimse oranın çalışacağını hayal edemiyor ve ‘oraya kim gidecek, nasıl gidecek? Yollu sorular halk içinde sıkça soruluyordu.

                              TELEVİZYONA GELİNCE          

 70’lerde T.V. yeni, yeni beyaz eşyacıların vitrinlerinde gözükmeye başlayınca bu alet hakkında şöyle yorumlar  yapılmaya başlanmıştı. ’ Radyoda türkü şarkı söyleyenleri, ajans okuyanları görecekmişiz…”   “Sinemalarda gördüğümüz filmleri evimizde seyredebilecekmişiz...”  “O Zaman sinemaya kimse gitmez, valla bunların hepsi kapanır...’  Öylede oldu. Önceleri bir mahallede birkaç televizyon “gösterime girdi!  Komşular çocuklarının bu evlere gitmelerini engellemeye çalıştılar. Fakat  sonra kendileri tv nin tadını alınca o evlerden çıkmaz oldular.

 Televizyon alan ev sahipleri,  bu misafir artışından bizar oldular. Hele Türk filmlerinin oynadığı günler... Küçücük bir odada,  büyük küçük, kadın erkek karışık,  minderlere, somyalara oturulur, hepsinin yüzü; ya bir masanın üstüne konmuş veya yüklük dolabının içindeki tahtına oturmuş!  “bakanlık bekleyen milletvekili” gibi koyu bir elbiseye bürünmüş, kaşları çatık,  onlara yukarıdan bakan, markası bazen shoub-Lorenz,  bazen Nationial,  bazen Arçelik...olan bu alete doğru çevrilmiş beklenirdi.

 Hoş beş den sonra ev sahibi zafer kazanmış bir komutan edası ile yerinden kalkar, yerde oturanların ayaklarına basmamak için ve de bu anı uzatmak için ağır adımlarla televizyona yaklaşır, evin hanımı veya kızı tarafından etrafı süslenmiş, nakışlanmış örtüyü;  gerdek gecesindeki gelinin yüzünü açan damat edası, gururu ve heyecanı ile kaldırır ve önce Regülatör’e, (Cereyan ayarlayıcı alet) sonra televizyonun düğmesine basardı. Görüntü hemen gelmez herkes pür dikkat bu beyaz cama bakarken içlerinden de ’acaba bozuldu mu?’sorusunu korku ile içlerinden geçirirlerdi. Biraz sonra Anıtkabir ve asker görüntüleri arzı endam eder, yürüyüş ve komutlardan sonra İstiklal marşı okunur, spiker program akışını verir ve Televizyon seyri başlardı.

Birlikte, kalabalıkla T.V seyretmenin en zor yanı istenilmeyen bir sahne gelince,( uzaktan kumanda olmadığı için)  ne yapılacağı idi. Bu anlarda hemen herkesin yüzü T.V den döner ve herkes birbirine bakar; ‘.E…  daha daha ne var ne yok ?’ diyerek düşülen boşluğu doldurmaya çalışırdı.

                                      70’ LERDE KONYA DA EĞİTİM        

 70 lerin başlarında öğrencilikte günümüzden çok farklıydı. Okullar arası spor yarışmaları çok  büyük ilgi görür,  güreş.  boks gibi turnuvalarda kapalı spor salonu;,  futbol karşılaşmalarında ise 2 veya 3 nolu sahalar dolup taşardı. Yanlış hatırlamıyorsam güreş ve boksta , İ.H.L., Futbolda Endüstri Meslek, Gazi, Karatay çekişirler; Voleybol ve Basketbol da ise Kolej rakip tanımazdı.

 O zamanki gençlerin resimlerine baktığınız zaman görürsünüz ki şimdiki gençlerin aksesuarları ve giyim tarzları o zamankinden çok farklıdır. Şimdi ki gençler cep telefonu ile hava atmaya ‘karizma yapmaya’ çalışıyorlar. Bizim dönemimizde ise kol saati modası vardı. O zaman çekilmiş haftalık fotoğraflara dikkatle bakın:  Genellikle poz veren kişi,  sol elini çenesine düşünür gibi koyar, ceketinin kolunu da saati görünecek şekilde sıvamış vaziyette görürsünüz. Böylece hava atar, “caka satardı.”  Gençler arasında, İspanyol paça pantolon,  yüksek tabanlı ayakkabı giymek şıklık alametlerindendi. Birde saatin katranı kolun alt tarafına gelecek şekilde takma hastalığı vardı. Ayrıca büyük, sivri yakalı gömlekler giyilir ve bu yakalarda ceketin yakasının üstüne çıkartılırdı. Faül, bıyık,ve saçlar genellikle uzun olurdu. Bilhassa saçın uzunluğuna kızan orta yaşlılar, gençleri uyarmak ve bu durumdan caydırmak için: ‘...Delikanlı annen gibi saç uzatacağına baban gibi bıyık uzat...’ derlerdi. Bu cümleden de anlaşılacağı gibi erkeğin bıyıksız pek makbul değildi.

Pazar olarak  sadece muhacir Pazarı kurulur;  insanlar aldıkları malları Filelere (Henüz poşet devri başlamadığından) koyarlar evlerine ya yaya, ya At Arabası, yada üç tekerlekli ile giderlerdi. O yıllarda yabancı markalı arabaların yanında 72 yılından itibaren Murat 124 , Reno 12 ve Anadol markalı üç  yerli araba arzı endam etmeye başlamıştı Konya sokaklarında. O zamanki nesillerin Avrupa’ya karşı kompleksleri günümüzle kıyaslanmayacak kadar fazla idi.  Bu yüzden bu yerli markalara halk alaylı ve küçümseyen nazarlarla bakardı ve onlar hakkında     ‘...Üfürsen uçar” , “şehirler arası yollarda bunlar şavrulelerin (choverlet) rüzgarından devrilir”, “İki gün sonra hurdaya çıkar”, “Anadol  bir köye gitmiş inekler çamurluğunu yemiş...’gibi dedikodular yaparlardı. 

                                       70 Lİ YILLARDA SİYASET

  Şimdiki adayların vaatleri 70 ‘li yılların vaatlerine hiç mi hiç benzemiyor. O dönemlerdeki başkan adaylarının en büyük vaatleri ‘...Biz kazanırsak sokağınızı kumlayacağız’, ‘ Mahallenize su getireceğiz.’, ‘Bu semte de elektrik vereceğiz’, (o zaman elektrik de belediyenin elinde idi)  şeklinde olurdu. Daha sonraki yıllarda bu vaatlere ‘Otobüs seferi koyacağız’ da eklendi. Hatta bir keresinde –galiba-  Yılmaz Kulluk olacak, Kovan ağzında ev yapanlara;  ‘Buralara boşuna ev yapmayın. Buralara ne yol gelir, ne su verilir... Köy gibi yaşamaya mahkûm olursunuz...’ dediğini hatırlıyorum.

O yıllarda hem yerel yöneticiler, hem milletvekili adayları henüz Telefon vaat edecek kadar hayalperest değildiler!  Bırakın evleri, birçok önemli yerde bile bu zümrüdü Anka’ nın hasreti çekilirdi. Daha sonraları ‘kıvratmalı telefonlar’ bazı zenginlerin evine misafir olmaya başladı. Fakat ona sahip olmak öyle kolay bir şey değildi. Ta “Angaralardan!”  torpil gerekirdi onu almak için.  O zamanlar telefonla konuşmak ise tam bir işkence idi; ’...Alo! Osman sen misin ? ‘Ne Osman’ı kardeşim ben Ali.’ ‘ Bursa çekil kardeşim aradan ben İstanbul’u aradım...! ‘gibi hitaplar sık duyulurdu.  Telefon çekmek için  P.T.T’ye kadar gitmeniz gerekirdi. Oraya varınca da bu iş hemen olmaz, (kolay mı kardeşim Konya dan ta Ankara’yı arayacaksın)  kuyruğa gidersin, adını ve aradığın telefon numarasını memura yazdırırsın. Sonra bekle babam bekle. Şansın yaver gider,   müşteri az olur;  hatlar da boş olursa emeline nail olursun. Aksi halde bu iş sana bir kaç saate patlayabilirdi. Konuşmayı gerçekleştirdiğin zaman büyük bir iş başarmış kumandan edası ile ‘ İşte ben buyum’ , ‘ Bu iş bu kadar...’ diyerek evine dönebilirdin. Telefonla ilgili son aklımda kalan,   “Telefona yazılmak” ( yani abone olmak için) olayı idi.  ( bu satırların yazıldığı 2004 yılında eve telefon bağlama işi bir günde tamamlanmakta. Bugün ise yani 2012 de milletin çoğu ev telefonlarını kapatmakla meşgül)  Bu iş o zamanlar bir rant kapısı idi. Yani beş on yıl sonra çıkacak telefona yazılıyorsun,  çıkınca da zengin birine hakkını satıyorsun. (Gençlerin bunu anlamadığını gayet iyi biliyorum. Bundan dolayı da  bu konuda dedelerine, babalarına müracaat etmelerini tavsiye ediyorum. )

 Şimdiki gençlere çok  komik  gelecek bir olayda kiracıların korniş sahibi olmaları idi. O yıllarda teknoloji çok pahalı, emek ise ona nispetle çok ucuz idi. Bundan dolayı kornişler evlerde sabit bulunmaz,  kiracıların kendi kornişleri olur, onları  her çıktıkları evden söker,  her tuttukları eve yeniden monte ederlerdi. Günümüzde bu dönemi yaşamayanlara bu gariplikleri nasıl izah etmek gerek bilemiyorum. Radyonun tahtı sallanıp, T.V tahta oturunca geçen yazımda bahsettiğim durumlar meydana geldi. Bunların yanında birkaç ilginç ayrıntıyı da anlatmam gerek.Bilhassa milli maçlarda ve yabancılarla yaptığımız kulüp maçlarında,   ‘Çanakkale savaşındaki aslanlar gibi’ , ‘Seyit Çavuşlar’  misali yaptığımız savunmayı seyretmek üzere televizyon olan kahvehanelere gider ve hep birlikte maç seyrederdik.( Bunu şimdikiler gayet kolay anlar çünkü şimdide gençler şifreli maçları seyretmek için gidiyorlar böyle yerlere) Yalnız o zaman T.R.T o kadar geri bir teknolojiye sahipmiş ki; atılan golleri tekrarlarken yavaşlatamazdı.  Bundan dolayı,  eğer golü bizim takım atmışsa yeni bir gol daha attığımızı zannederek topluca ayağa fırlardık.  Sonra durumu öğrenince de hep beraber güler ve  birbirimizle dalga geçerdik.

Yeşil-Beyaz renklere sahip Konya İdman Yurdu ile,  Siyah- Beyaz renkli  Konya Sporun maçlarıda o yıllarda Konya Kamu oyunu meşgul eden önemli olaylardandı. T.V deki en önemli Spor programı Çarşamba akşamları geç saatlerde yayınlanan Spor Stüdyosu idi. Lig maçlarının görüntüleri ancak o akşama kadar hazırlanabiliyordu. Siyah – beyaz ekrandan, çimsiz, siyah ve çamurlu sahalardan çekilmiş görüntüler  Futboldan çok Kara kucak görüntülerine benzerdi. En iyi maç sunucuları ‘...Burası Ali Sami Yen  Stadı... Karşınızda  bendeniz Orhan  Ayhan.... ‘diye konuşmasına başlayan Orhan  Ayhan ile , Halit Kıvanç idiler.

 O yıllarda Öğrenciler ile ilgili aklımda kalan önemli bir fotoğrafta her okulun,şeritleri ayrı renklerde olan şapkalar giymeleri idi. Bizim okulun şapkasının şerit rengi beyazdı. O zamanki orta okul ve liseler bu şapkalardan dolayı günümüzdeki polis veya askeri okullara benzerlerdi. Okullar arası maçlarda kavga çıktığı zaman herkes rakibini bu renklere göre tanır ve gereğini !  yerine getirirdi. ( Yani maçta kavga çıkmışsa demek istiyorum) Öğretmenler tatil günleri öğrencileri şapkasız görürlerse bu bayağı ciddi bir durum meydana getirirdi. Bu sebepten çarşıya sokağa çıkarken cesurlarımız! hariç şapkalarımızı giyerdik.

 70’ li yıllarda Konya da (diğer illerde de herhalde öyle idi ) bol, bol elektrik kesilirdi. Şimdi olduğu gibi öyle her mevsimde domates, salatalık bulmak, yemek  kimsenin hayalinden bile geçmezdi. O yıllar da köylerde ve Konya’ da aklımda kalan en önemli görüntülerden biride ‘ALMANCILAR’ dır  ‘;  Yemyeşil bir ceket...kıpkırmızı bir pantolon... büyük bir fötr... Omuz da büyük bir radyolu teyp...(şimdiki Repciler gibi) kaset veya radyodan çalınan Muzaffer Akgün  türküleri Veya Orhan Gence bay dan;  “batsın bu dünya”  veya Ferdiden; “ Batan Güneş beni de al ! ”  şarkıları eşliğinde Nemçe seferinden zaferle dönmüş bir yeniçeri gibi gururla yürümeleri idi. Konya sokaklarında ve de köy yollarında, altlarında  ya,  eski bir  Ford  minibüs, ya da  eski bir Opel araba  bulunur onların içinde büyük bir caka ve sükse ile caddelerde tur atarlardı...

Hey gidi gençlik hey! Nerde o eski günler!!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum