DÜNYAYA BAŞKALDIRI

“Batının ilmini alalım, İslâm’ın ahlâkını yaşayalım” şeklinde formüle edilen 19. Asır İslamcılık kuramının “ilm”den kasdı elbette ki Batı bilimi idi ve bu bilim son kertede “seculer” bir yaklaşımdı. Sekuler zümre için söylenebilecek en önemli tesbit onların politik olana “bireysel katılım” talep etmesi ve “Bilim”i de en yüce hakikat görmeleri idi. Sekulerizm için mücadele Devlet’e egemen olma uğraşısındaki yeni sınıfdan (burjuvalar, aydın bürokratlar) devleti eskiden belirleyen “Din”î kurumlara yönelen bir değişimdi. Sekülerlerin “bilgi” formları ile  Din’in (ulema, mürşid, ahiler) “ilim”  intisabları birbirine uyumlu değildi. Osmanlı’da bilimin öne geçmesi, Osmanlı münevverlerinin sekülerleşmesinin tabi sonucu idi. Meşk ile devralınıp geleceğe aktarılan bir ilim tarzından, bireysel aklî kazanımlara geçilmekteydi. Bunun otoriteyi değiştireceği muhakkaktı. Dolayısıyla bilim kollektif ve ahlâkî üretim olmaktan çıkarılılan dünyevileşen bir güce dönüştü.

Seküler kavramı Latince anlamı itibariyle “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait olan, ömür boyu- lifetime- olan, dine ve ruhbanlara/ mistiklere bağlı olmayan, toplumsal ahlâk standartlarının dine ve dinlere göre değil güncel hayata göre düzenlenmesinden yana olan, güncel- dünyevi hayatı ilgilendiren konularda dinsel yargıları dışlayan yaklaşımı ifade ediyor (ALTINDAL, 1986: 15). Kavramı benzer şekilde alan Fuad Zekeriya da der ki, “Avrupa dillerindeki sekülarizm sözcüğü dünyevi ya da zaman boyutu olan konularla, yani öteki dünyayla ilgilenen ruhani konuların aksine bu dünyada, yeryüzünde olan bitenle bağlantılıdır. Ancak dünyevi etkinliklerle bilim arasında yakın bir ilişki vardır, çünkü modern anlamıyla bilim, bu yaşama ilişkin önemli etkinlikleri ruhani otoritenin egemenliği altındaki kurumların denetiminden koparacak dönüşüm başladığı anda ortaya çıkar. Bilim doğası itibariyle dünyevidir” (ZEKERİYA, 2007: 20). Demek ki “Batı’nın bilimini alalım” söyleminin kendisi, Müslüman toplumların  yüzlerce yıldır takip ettikleri “ilim” geleneğinin bazı şubeleri ile bağları koparmak, en azından ilmin dünya- ötesi ile ilgili rabıtasını kesmek anlamına gelmekteydi. Aynı zamanda ilim ile ahlâk arasında “ikilik” çıkarması sebebiyle de sekülerleşmeyi katmerleştirmekte idi. Zira İslam ilim nazariyesinde bilgi ile ahlâk arasında böylesi bir ayrışma yapılamaz bir bütünlük vardır. İlmî bir iddia içinde iseniz onu mutlaka iffetli, adil ve kınayanın kınamasından çekinmez bir bütünlüğe kavuşturmak zorundasınız. Bilginin hikmetle ilgi kurulmadan dünyevîleşmesi ve ahlâkî- adil olandan uzaklaştırılması Osmanlı son dönem İslamcı kuramcılarının dikkatinden kaçmış olmalıdır. Daha önceki kuramcılar bilgi/ ahlâk/ adalet/ şecaat arasında tevhide gitmişlerdi. Örneğin İbn Miskeveyh, nefsin “ilahi şeylerin bilgisini arzulaması”nı, bedenin dışında ve ondan daha ulvî başka şeyleri araştırmasını, onun maddi şeylerden daha ulvî ve daha şerefli bir cevherden oluştuğuna delil sayar. Böylece nefsin mutluluğunu yetkinleşmede arar. Ancak bunun için de bir erdemler tasnifi yapar. Ahlâk dediğimiz şey Miskeveyh de Eflatuncu üç yetinin, yani, 1) Aklî olanı temsilen HİKMET, 2) nefsin gazab temayülünü temsilen ŞECAAT, 3) şehevî kuvvete temsilen İFFET’in uyumlu hareket ettiğinde dördüncü Eflatuncu erdem olan 4) ADALET’i ortaya çıkarmasıdır (FAHRİ, 2004: 156- 9).

Nefs teorisine girdiğimiz anda Batılı bilgi paradigmasından koptuğumuz açıktır. İşin aslı Osmanlı son dönemi Müslüman kuramcıların sufî terminolojiyi terk ederek nefsi terbiye etme hususunda kadim bilgi kaynaklarımıza erişmemizi imkan dışı bıraktığı söylenebilir. Bunu “İslamcılığın sekülerleşmesi” çerçevesinde algılamak mümkün görünüyor. İslamcılık modern ulus- devlet fikrine başkaldırı pratiği içinde, sufîlerin ontolojik manada “dünyaya başkaldırdığı”nı göremedi. İslam, dünyayı bir “fena”, yokluk geçidi, bir ziyan ve bozuluş alanı ve ahireti de “beka yurdu” şeklinde kabulünü telkin ederken; Müslüman kuramcıların dünya ve ahireti algılama ve tarifleri bu şekilde gelişmedi. Müslüman entellektüellerin “varlığımın manası nedir” sorusundan ziyade, “Müslümanların geri kalmasını engellemenin yolu nedir” sorusuna teksif olarak rövanş arayışları kendilerini Hakikat karşısında sekülerleştirmiştir. Sufilerin başkaldırısının “dünya”ya ve nefse yönelişi nedeniyle bir ahlâk/ hikmet/şecaat/adalet arayışı içinde olduğu söylenebilir. Özellikle Nakşibendiliğin “Sefer der Vatan” – Halktan Hakk’a sefer, “Nazar Ber Kadem”- Allah’ın taksimatına razılıkla kendinden aşağıya bakmak, “Yad Kerd”- Allah’ı hatırda tutmak maksadıyla zikr içinde olmak, “Huş Der Dem”- aklı uyanık tutmakla nefesi gafletten korumak, “Halvet Der Encümen”- Halk içinde kalıp Allah ile birlikte olmak şeklindeki prensiplerinin entellektüel İslamcılığı belirlememesi büyük bir kayıp olmuştur. Sufîlerin ideolojik, Batı bilgisinden bağımsız düşünce dünyası kurma potansiyelleri bulunmaktadır. Modernleşme dönemi Müslüman aydınların  tasavvuf karşıtı fikirleri savunarak, dünyaya başkaldırı içeren bir imkanı elleriyle iteledikleri, aklı esas alarak modern  Batı felsefesine eşit bir karşılık vermek adına İslam kültürünün zengin birikimine sansür uyguladıkları, bir anlamda kütüphaneleri bloke ettikleri söylenebilecektir. Modern Müslüman entellektüel, sufî mürid’in nefsini Allah’a taşırken sahip olduğu özelliklerden “fena” bulup, bunların bağından kurtulma çabasını teorize edememektedir. Sufînin nefsi temizleme mücahedesi içinde ruhî miraç telakkisi ile yaşanılan dünya arasındaki diyalektik, felsefi manada modern Müslüman entellektüelin kavramlaştıramayacağı derece de farklı ve aşkın bir dile aittir.

Müslümanların, modernleşmeyi içselleştirmekten kurtuluşları, dahası dünyaya başkaldıran bir bilme biçimi geliştirmeleri, sufî gelenekle irtibatlarına bağlı görünüyor.

  • ALTINDAL Aytunç, Lâiklik, Süreç Yayıncılık, 1986
  • FAHRİ Macit, İslam Ahlâk Teorileri, Litera Yayıncılık, 2004
  • ZEKERİYA Fuad, Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal, 2007 

Önceki ve Sonraki Yazılar