HAPİSHANE HATIRALARI (1)

ustad-hapishane.png

Naim ÖZGÜNER   30.06.2013

Yeni hapishane Denizlinin dışında inşa edilmiş tayyare biçiminde bir binadır. Binanın arka bölümünde ağır hapisler, sağda ve solda hafif suçlular, ön kısmında ise hapishanenin yöneticileri bulunmaktadır. Halkın galeyana gelmesinden korktukları için nur talebeleri şehir dışındaki bağ ve bahçeler arasından götürülür. O sırada kafileni çevresinde at üstünde öteye beriye gidip gelen bir subay görülür. Maznunlara gözdağı vermekle kalmaz, hatta hakaret için ağır sözler sarf eder. Ali İhsan Tola nın ifadesine göre bu subay elindeki kamçıyla bir ara maznunlara vurur. Savlı Hasan Kurt Tahiri ağabeyden naklen şunları anlatır: “Trenle Denizliye indiğimizde oraya bir süvari jandarma üsteğmeni göndermişler. ‘Mahkumları hapishaneye götür’ diye emretmişler. O da at üstünde bir öteye bir beriye giderek bağırıp çağırıyor, elindeki kamçıyla mahkumlar vuruyordu. Bir yandan da ‘Ne biçim hocasınız’ diye hakaretler savuruyordu. Bir de küfredince Üstadın rengi attı. Kaçlarını attı ve adeta gürledi: “Zabit efendi, zabit efendi, dikkat et. Bunlar masum kimselerdir. Tokat yersin karışmam. Küfrünü de sana iade ediyoruz!” dedi. Bir hafta sonra hapiste bize haber geldi. Bizi teslim ettikten sonra üsteğmenin gözüne ani bir sancı girmiş, hastaneye kaldırmışlar ve gözünün biri akmış!”

“Bizim için hapistekiler daha önceden propaganda yapmışlardı. Bunlar devletin rejimini değiştirecekti, bu yüzden idam edilecekler!” Fakat mahpuslar zamanla baktılar ki ezan okuyup namaz kılıyoruz, yemek yiyip yatıyoruz. Bunlardan zarar gelmez demeye başladılar. Diğer koğuşlardan gelip arkamızda namaza duranlar çoğaldı, koğuşumuz yetmemeye başladı. Onlara, ‘sizde namaz kılacak oda varsa bizde imam çok, size imam gönderelim, odalarınızda kılın’ dik. Böylece hizmet günden güne gelişti, bütün koğuşlara yayıldı. O idamlıkların çoğu beraat etti çıktı.

Hapse girdikten sonra mahkumlar topluca namaz kılmaya başlarlar. Koğuşlarda nur talebeleri imamlık yaparlar. Arapça ezan okumak yasaklanmış olduğundan, namaza yeni başlayan ağır cezalılar, “Hapisten öte hapis yoktur” deyip yasağa da tepki göstererek Arapça ezan okurlar. Hatta namaz vakti geldiğinde hapishanenin camlarını açıp var güçleriyle ezanı okurlar. Ezan okumada birbirleriyle yarışırlar. Ezan sesini duyan gardiyanlar koşup gelirler: “Yasak kardeşim yasak. Duymadın mı? Arapça ezan okumak yasak” diye bağırırlar. Eli kulağında ezan okuyan ağır cezalı, hiç istifini bozmadan seslenir: “Cezası ne kadar?” “En az üç ay!” deyince: “ekleyin cezamın üzerine, benim zaten 25 senem var.!” Der, ezan okumaya devam eder.

Zaman zaman hapishanede ki gelişmeleri soruşturmak için müfettişler gelir. Bir defasında müfettiş hapishane müdürüne sorar: “Ne var ne yok, durumlar nasıl?” Müdür: “Her şey çok iyi de bir sıkıntımız var müfettiş bey!” ‘Nedir o?’ “Namaza başlayanların sayısı arttıkça abdest alanlar çoğalıyor. Bu yüzden su yettiremiyouz!”    

Refet Barutçu anlatıyor: “Mahkümlardan birisi farzı kılıp oturuyordu. Sünnet kılmıyor öyle bekliyor, iz farza başlayınca bizimle kılıp tekrar oturuyordu. Bir değil, iki değil hep böyle. Bir gün sordum:” Sen niye sünnet kılmıyorsun?” “ Benim sünnetimi Hoca efendi kılıyor.” “Nasıl yani?” “Hoca Efendi bana dedi ki: Sen farzı kı, ben senin yerine sünnetini kılarım…” Aradan biraz geçince baktım bu sefer aynı adam sünnet kılmaya başladı! Dedim: “Hani sünnet kılmıyordun, neoldu?” “Ben Hoca Efendiye atık sen kılma ben kılarım dedim.’ Aradan bir müddet daha geçti, baktım aynı adam ilave namazlar kılıyor! “Ne kılıyorsun?’ dediğimde: “Geçmiş namazları kaza ediyorum” dedi.

Bir çok mahkum Nur talebelerinin hizmetiyle kötü hayattan, büyük günahlardan vazgeçip kurtulurlar. Hatta idamlık mahkumların bazıları namaz kılarken idama götürülür, bazıları Kur’ an okurken, bazıları da tesbihat yaparken…Eğer Nur talebeleri hapse gelmeseydi, ya kumar oynarken, ya başka günahlar içinde götürüleceklerdi.

Denizli hapishanesinin bahçesi ağaçlıklı ve ortasında havuz bulunan etrafı duvarlarla çevrili bir yerdir. koğuşlar arasında sık sık kavga çıktığından her koğuşun teneffüse çıkma zamanı ayrıdır. Kendi sırası gelen koğuş bahçeye çıkıp hava alır, volta atar, vakti dolunca da koğuşuna döner. Üstad yalnız kaldığından teneffüse de tek başına çıkar ve gezinmeden ziyade verilen bir sandalyede oturarak zamanı doldurmayı tercih eder. Bu arada İstanbul maznunlarından Hafız-ı Kurra Gönenli Mehmet Efendi, koğuşun penceresine dayanıp yüksek sesle Kur’an okumaya başlar. Üstad bahçede, okunan Kur’ anı huşu içinde dinler, vakti dolunca yerinden doğrulur, birkaç adım attıktan sonra döner, kendisini görmek için pencerelere doluşan Nur talebelerini ve mahpusları iki eliyle selamladıktan sonra koğuşa döner.

Henüz Isparta hapishanesindeyken Üstad, savcı tarafından yanına ajan olarak gönderilen bir hemşehrisine emanet olarak bir miktar para verir, diğer koğuşta bulunan talebelerine gönderir. Fakat adam parayı talebelere teslim etmeyip cebine atar. Şahidi olmadığı ve senet almadığından Üstad bu olayın üzerine gitmez. Denizliye sevk edilince parasız kaldığı bir sırada, bir evliyaullahtan kendisine kalan keçesini satılığa çıkarır. Hapiste olan herkes bu keçeye sahip olmak ister. Varlıklı kimseler fazla para verince keçenin fiyatı birden yükselir. Fakirler buna itiraz ederler. Seyit Şefik Efendi durumdan Üstadı haberdar eder. Üstad, bu anlaşmazlığa bir çözüm getirir. Önce çarşıda rayiç fiyatı öğrenilecek, sonra da aralarında kura ekilecektir. Fiyat tespitinden sonra keçe ortaya konulur. Nur Postacısı Ahmet Köroğlu hemen kalkar, keçenin üzerine oturur. Herkes: “Hop, yavaş ol bakalım, kura çekilmeden öyle sahiplenmek yok!” derler. Ahmet Köroğlu bu keçeye sahip olmayı can-ü gönülden istemektedir. Keçenin üzerinden inmeden ellerini kaldırır: “Allah’ım, bu aciz kulun Ahmet’i bu keçenin üzerinden indirmek senin şanına yakışır mı?” der. Derken koğuşta bulunanlar sayısınca küçük kağıt parçaları yapılır, bunlardan sadece birisine “keçe” yazılır. Hepsi kapatılıp bir mendile konulur, karıştırılır. Sıra kura çekmeye gelir.

Herkes heyecanla elini mendilin içine daldırır ve bir kağıt alır. Birinci çeken boş, ikinci çeken boş, üçüncü çeken boş, derken en son bir tane kağıt kalır. Ahmet Efendi hala keçenin üzerinde oturmaktadır. Herkes merakla sonucu beklemektedir. Ahmet Efendi gerine gerine, “Şüphesi olan var mı, kağıdı açayım mı? der. Hep birden, Aç bakalım, gözümüzle görelim, belki onda da yazı yoktur!” derler. Ahmet kağıdı alır, özene bezene açar, gerçekten kağıtta “keçe” yazılıdır. Yazıyı kaldırarak topluluğa gösterir. Böylece Ahmet’ in duası kabul olur, keçe kendisinde kalır. Herkes Ahmet Köroğlu’ nun bu ihlasına hayran kalır.        

  www.naimozguner.com   e-mail: naimozguner81@gmail.com    

 

Önceki ve Sonraki Yazılar