Öyle Bir Namaz ki...

Bir sahabe Peygamberimizin namaz kılışını şöyle anlatır. “Resulullah namaza başladığı zaman çevresinde bulunanlar onun göğsünden kaynayan buhar kazanının fokurtularına benzeyen bir fokurtu işitirlerdi. Öyle bir namaz kılardı ki görenler şaşırırdı. Namazda iken, ayakta, rukûda ve secdede o kadar uzun dururdu ki, sanki vefat etti sanırlar, heyecanlanırdı…”

Namazda hissettiklerini ifade etmek için ashabına şöyle derdi:“Sizin yemek yemekten, su içmekten, muamele-i zevciyeden  aldığınız lezzeti ben namazdan alırım.”

Bedir savaşının en çetin anında bile cemaatle namaz kılmışlardı. Müşrik ordusu Müslümanlardan üç kattan daha fazlaydı. Tam bir ölüm kalım mücadelesi veriliyordu. Ama Allahın Resulü Allahın huzurunda yan yana, omuz omuza, ashabıyla namaz kılmayı seçmişlerdi. Bir kişiye altı düşmanın düştüğü savaşta, Müslümanlar mağlup olmamışlar, zafer kazanmışlardı.

 Ebu Cehil yemin etmişti.“Eğer onun bu şekilde (namaz kılarken) görürsem, ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim” demişti. Bir gün Allahın Resulü namaz kılıyordu. Ebu Cehil ettiği yemini yerine getirmek için efendimize doğru yöneldi. İçi kinle dolu, kendinden emin ve gururlu bir şekilde efendimizin boynuna basmak isterken, birden bire sıçrama yapar gibi geri çekildi. Sordular: “Ne oluyor, neden geri çekiliyorsun?” Ebu Cehil şu cevabı verdi. “Benimle Onunun arasında bir ateş hendeği vardı. Bazı kanatlar da gördüm.” Bu hadiseden sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu. “Eğer yanıma gelseydi melekler onu parçalayacaktı.”

 Peygamberimizin hizmetçisi Rebia bin Ka’b geceleri Peygamberimizle birlikte kalır, onun abdest suyunu hazırlar ve ona hizmet ederdi. Bir gün Efendimiz ona: “Benden bir şey iste” buyurdu. O da, hepimizin arzusu olan şu isteğini dile getirdi. “Ya Resulüllah! Cennette seninle beraber olmak istiyorum.” Peygamber Efendimiz ona: “Başka bir isteğin yok mu?” diye sordu. Rebia bin Ka’b: “Hayır, yok, sadece bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine ona şöyle buyurdu. “ Öyleyse sık sık secde ederek, kendi hesabına bana yardımcı ol”

 Hz. Fatıma Validemiz, henüz süt emmekte olan Hz. Hüseyin hastalandığı için sabaha kadar uyuyamamıştı. Sabaha karşı Hz. Hüseyin’in sancısı durup bir ara uyur gibi olunca, Hz. Fatıma ilk fırsatta sabah namazını eda etmiş daha sonra uyuyabilmişti. Sonra mescitte sabah namazını kılan Peygamber Efendimiz, adeti üzere kızının evine uğradı. Hz. Fatma validemizi uyur görünce, sabah namazını kılmadığını sanır ve uyandırır. “ Ey kızım! Peygamber kızıyım diye sakın namazını terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça cennete giremezsin”  dedi. Vaktinde kılınmayan namaz için böyle olursa, hiç kılınmayan namaz için nasıl olur? Düşünmemiz lazım.

 Hz. Ömer sabah namazında mescide giderken İbn-i Mülcem tarafından ucu zehirli hançerle öldürülmek istenmişti. Yaralanıp kanları akan Hz. Ömer’i evine getirdiler. Yatırılan Hz. Ömer’e bir şey isteyip istemediğini sorarlar.  Hz. Ömer: “müsaade edin namazımı kılayım” der ve o yüce insan hançerlendiği yerden kanları aka aka sabah namazını eda etmiştir. Namazını geçirmeyi, aklından ile geçirmemiştir.

 Asrımızın Müceddidi Bediüzzaman hazretleri, genç yaşlarında Mardin’e gelmişti. Burada insanları tembel ve umursamaz görmüştü. Onları ilme, çalışmaya, teşvik etmeye başladı. Şehrin Valisi bu durumdan rahatsız olmuş, siyasi bir çalışma yapıyor zannederek şehirden çıkarılmasını istemişti ve iki jandarmayı çağırıp Bitlis’e götürmelerini söyledi. Bediüzzaman’ın ellerini kelepçelerler ve iki jandarmanın eşliğinde yola çıkarlar. Yolda ikindi vakti girmiştir. Jandarmalara namaz vaktinin girdiğini, namaz kılacağını, onun için kelepçeyi açmalarını söyler. Jandarmalar, kaçabileceğinden korkarak, kelepçeyi açmayı kabul etmezler.Bunun üzerine Bediüzzaman bir şey demez, çok az bir zaman geçer, nasıl olduysa olur, kelepçeler çözülür, yere düşer, Jandarmaların şaşkın bakışları arasında abdestini alır, namazını kılar. Jandarmalar şaşkın şaşkın seyretmektedirler. Namaz bittikten sonra Bediüzzaman hazretleri bileklerinin uzatır ve: “işim bitti, kelepçeleri takabilirsiniz” der. Şaşıran ve hayret eden Jandarmalar Bediüzzamanın ellerine kapanırlar ve: “Biz şimdiye kadar sizin muhafızınız idik, bundan sonra hizmetkarınızız” diyerek Bitlis’e kadar ona saygıyla eşlik ederler.Yıllar sonra Bediüzzaman Hazretlerine “kelepçeleri nasıl çözdün” diye soranlara: “Ben de bilmiyorum, olsa olsa namazın kerametidir” diye cevap vermiştir.                                

 Tasavvuf ilminin büyüklerinden Abdülhakim Arvasi’nin (k.s) yanında otuz yıl kalmış Şakir Efendi, başından geçen ilginç olayı şöyle anlatır: “Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk, sadece ikimiz vardık. Her zaman ki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı, baştan başa camekan olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülüyordu. Biz namaza hazırlanırken bizim hanımda sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafına iki çay bardağı yerine bir sürü bardak vardı. Ben hanıma sordum. “Bu kadar bardağı lüzum yok ki, biz iki kişiyiz, neden çok bardak getirdin?” deyince, şu cevabı verdi. “Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı, şimdi dağılmış…!”

 Bediüzzaman hazretlerine uzun yıllar hizmette bulunmuş olan Bayram Yüksel, Üstadının namaza büyük önem verdiğini, namaza dururken “Allahu Ekber” dediği zaman binanın sarsıldığına bir çok talebesi şahit olmuştur. Yolda olsun, kar, kış kıyamette olsun, namaz vakti girmişse hemen eda ederdi. Bunun hikmetini şöyle anlatırdı. “Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevi bir sermaye olduğu şundan anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde İslam alemi denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla büyük bir cemaat namaz kılıyor. O cemaatte her bir adam, bütün cemaate dua ediyor.

       اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ“Bizi doğru yola ilet” diyor. Her biri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı oluyor. O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesini alamaz. Kaynayan mini ve askeri kazanına karavanasını götürmeyen, yemek hakkını alamadığı gibi, bu büyük  cemaatin manevi mutfağında kaynayan manevi erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatin ordusuna katılmış olmakla ve dualarına Amin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.”

 Rahmi  Erdem anlatıyor: “Merhum Bekir Berk, sıra dışı bir insandı. İki-üç saat uykuyla iktifa edebiliyordu. Bir gün Malatya’dan İstanbul’a uçakla hareket etmek üzereyken uçağa binmekte olan pilotlardan namaz için beş dakika izin istedi. Uçağın kanatlarının altında yolcuların hayran bakışları arasında kıldığımız o akşam namazının tadını hiç unutamam. 

 1999 Ağustos depremi sırasında ÖSS Türkiye Birincisi genç Semih, beş katlı binanın enkazı altında kalmıştı. Ağabeyi ise enkazda ki  partokol büyüklüğünde bir delikten kardeşinin parmağını görüyor sesini işitiyordu. Bu arada artçı depremlerle enkaz biraz daha sıkışıyordu. Bir ara artçı bir depremle Semih’in bulunduğu yere açılan bir koridorda oraya ulaşan yolun genişlediğini fark ettiler. Dışarıdakiler açılan o koridordan Semih’e ulaşmaya çalışırlarken Semih ise bulunduğu karanlık ve daracık yerde olmanın sıkıntısı içindeydi. Çıkış yolu arıyor, fakat her taraf karanlığa gömülmüştü. Ne bir ışık, ne de bir hayat belirtisi vardı. Yanında Rabbinden başkası yoktu. Bu düşünceler içinde aklına Yunus a.s geldi. O nebi de, Semih gibi balığın karnında çaresiz ve karanlık içinde denizin dibinde kalınca Allaha yalvarmış ve kurtulmuştu. Onun yaptığı dua aklına geldi Semih’in. Bulunduğu yerde sabah namazını eda etmek için teyemmüm yapan Semih, namazdan sonra şu duayı yapar Allaha: “Allahım, Ya Rabbi! Yunus Aleyhisselamı balığın karnından nasıl çıkarıp kurtarmışsan, beni de bu dar yerden öyle kurtar.”Cenab-ı Hak, enkaz altında bile namazını unutmayan Semih’in bu duasını kabul etmiş, yedi saat sonra enkaz altından kurtarılmıştı. Dışarıda bekleyen yakınları ise gözyaşları içinde secdeye kapanarak, Allahın bu lütuf ve ihsanına şükür ediyorlardı.

 Düzceli Mehmet, üniversitede okurken hiç bir inancı olmayan isyankar bir gençti. Tanıştığı hocasının sayesinde hidayete kavuşmuş, namaza başlamıştı. Artık namazı hiç aksatmıyor, kılmadığı namazları da kaza ediyordu. Bu durumunu titrek ve ağlamaklı, ama bir o kadar da sevinçli bir ses tonuyla hocasına müjdelemişti. Namaza başladığını, çok ağladığını, bundan sonra hiç bırakmayacağını anlatıyordu.1999 Kasım depreminde Mehmet Düzce’deydi. Ailesiyle birlikte dört katlı bir evin birinci katında oturuyorlardı. Depremin olduğu akşam oturdukları evleri yıkılmış yerle bir olmuşu. Sabah olunca çevredeki gönüllüler ve kurtarma görevlileri yıkılan bu binada da kurtarma çalışmalarına başlamışlardı. Enkaz altında aileye ulaştıklarında çok ibretli bir hadiseyle karşılaşmışlardı! Evin bütün halkı, Mehmet, babası, annesi, erkek ve kız kardeşi toplam 5 kişi akşam namazını kılmak için cemaat olmuşlardı. Mehmet’te sarığı ve cüppesiyle bu aileye imam olmuştu. Namaz bitmiş tespihler çekilmiş, dualar yapılmış, sonra sıra kitap okumaya gelmişti. İşte tam bu esnada deprem olmuş, enkaz altında bütün aile kalmıştı. Mehmet’in elinde açık kitap, ruhunu teslim etmişti. Kitaba baktılar, Risale-i Nur Külliyatından sözler kitabı, okunan yer ise Haşir Risalesi, yani öldükten sonra dirilişi anlatan iman hakikatleri. Görevliler cenazelere dokunamazlar, hocaların gelmesiyle şehit aile yerlerinden kaldırılır.   

                           e-mail:naimozguner81@gmail.com / facebook         

 

  

Önceki ve Sonraki Yazılar