AVRUPA VE AYNI DİLİ KONUŞMAK

 

 

“1 Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.

2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.

3. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar.

4. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”

5. RAB insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi

6. ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.

7. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.”

8. Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.

9. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.” Yaratılış (Genesis)

 

Geçen hafta yazdığım yazıyla ilgili kuzenim; yazdıklarımdan anladığı kadarıyla; hiçbir bilgi birikimine sahip olmadan kaleme aldığım bu eleştrinin yersiz, anlamsız ve taraflı bir tavrın neticesi olduğunu ve bu alanda yazmamam gerektiğini söyledi.

Haddimi aşmış olabileceğim düşüncesiyle Avrupa Ruhu’nun “Özgürlük” misyonu üzerinde biraz daha araştırma yaptığımda, bütün kapılar beni Stefan Zweig’e çıkardı.

Hümanizm ve Özgürlük adına vatanını terkeden, yapıtlarında hep o “İnsanlığın birliğe ulaşması” umud eden, tarihi, Med – Cezir gibi birbirini takip eden ritmik bir yasanın oluşturduğunu söyleyen Zweig; tarihin bu devinimini, insan kişiliğinden aldığını savunur. Kimi zaman özbenliğiyle başbaşa kalmak isteyen insan, kimi zaman da ötekiler içinde bir varlık göstermek ister, savıyla yola çıkarak; ulusların da kollektif bireyler olarak bazen kendi kültür zenginlikleri içerisinde kalmak, kimi zaman da başka kültürlerle etkileşip zenginleşmek istediklerini tarih boyunca gördüğümüzü anlatır.

Çoğu zaman eserlerinde eleştirel yaklaştığı din anlayışının, özgürlük ve hümanizm karşıtı olduğunu düşünse de, Avrupa’nın benliğini ve idealarını şekillendiren gücünü inkar edemez ve bu kültürü anlayabilmek için kutsal kitabın yukarıda geçen “Yaradılış” bahsindeki Babil Kulesi öğretisinden yola çıkarak:

Kutsal Kitap’ın ilk sayfalarından alınma bu söylence, insanlığın birliğini koruduğu sürece en yüksek hedeflere bile varabileceği, buna karşılık birbirini anlamayan, anlamak da istemeyen dillere ve uluslara ayrıldığında yapabilecek pek az şeyi bulunduğu düşüncesinin çok güzel bir imgesidir.” Cümleleriyle tanımlar bu birlik olma zorunluluğunu.

Eserlerinin bir çoğunda ve başka kaynaklara da bakıldığında bu döngü tarih boyunca tekerrür etmiştir gerçekten. Ulusal anlamda kendi gücünü, üstünlüğünü herkese ıspatlama ve herşeye hükmetme güdüsü, Haçlı Savaşlarında olduğu gibi, bir arada daha güçlü olabilme zorunluluğu ile kendini göstermiştir kimi zaman da.

II. dünya savaşından sonra, aslında hiçbir kazananı olmayan savaş yorgunu Avrupa, yine bu olağan döngünün bir yansıması olarak, aldıkları maddi manevi yaraları sarmak ve sanayide ihtiyaçları olan hammaddeleri elde edebilmek için, bu kaynakları uluslarüstü bir sistemle, kavgasız, gürültüsüz paylaşma yolunun, Avrupa Birliği Platformunun varolması gerekliliğinde kanaat kılmışlar ve yola çıkmışlardır.

Hatalarını görmek ve telafi yoluna gitmek konusunda taktire şayan bir objektiflikte hareket etmesini bilen Avrupa, böylece yükselen tehdit olarak gördüğü, Rusya ve Ameraka’ya karşı da daha güçlü bir rakip olabilecek ve dünyada söz sahibi olmaya devam edebilecektir.

Başlangıçta sadece ekonomik bir birlik olma maksadıyla yola çıkılan Avrupa Birliği, her ne kadar günümüzde eğitim, güvenlik ve hatta Temel Hakları koruma hedefine kadar ulaşmış olsa da, uygulama noktasında her ülkenin ulusal hukuk ve demokratik yapısında var olan farklılıkların neticesinde, Eyleme dönüştürme konusunda yeterince başarılı değildir.

Avrupa birliği üyeleri üzerinde, hukuki anlamda, sadece uyarıcı güce sahip bu Temel Haklar Şartı, Müzakere sürecindeki Türkiye için ise, hukukun üstünde bir şart olarak zorlatılmak istenmektedir ki, alınan son “Türkiye ile müzakereleri geçici dondurma kararı” bunun bir göstergesidir.

Her fırsatta Türkiye’yi insan hakları hususunda uyaran Avrupa’nın, mülteciler konusundaki gayri samimi tutumları da, bu husustaki samimiyetsizliklerinin bir göstergesidir.

Sonuç olarak; Temel Haklar Şartı çerçevesinde, özgürlük, güvenlik ve hukuk alanında bütüncül bir Avrupa politikası ile ortak evrensel değerler oluşturulmak istense de, Avrupa; müzakere sürecindeki Türkiye’ye takındıkları tutum ve ülkemizdeki teröre bakış açılarıyla bu anlamda sınıfta kalmıştır ve İnsan hakları konusunda aynı dili konuşamamanın çelişkisi içerisindedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum