İHTİRAS

“Biz insanoğlu ne ara bu kadar zalim olduk?” diye soruyoruz ya kendimize! Yaradılıştan günümüze kadar baktığımızda bunun tarihe kazınmış acımasızlık izlerini görmek çok zor olmuyor.

Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten tutun, kadınların içine şeytan girdi bahanesiyle diri diri yakmaya, sadece Allah’ın yüce davetini anlatıyor diye peygamberleri çarmıha germeye, ateşe atmaya, taşlamaya kadar binlerce acımasızlık örneğine rastlıyoruz ne yazık ki geçmişin utanç sayfalarında.

Aldanıyoruz, çünkü hayat çok boyutlu bir animasyon. Nerede oturuyorsak oradan bakıyoruz hayata. Eğer hoşgörü ve adalet adlı çok boyutlu gözlüğümüz yoksa ve eğer bu duygulardan yoksunsak, şeytani duygulara yenik düşüyoruz.

Peki, hakikatleri her boyutuyla görmemizi engelleyen; varlığa güvenip, var edeni unutturan duygu ne?

İHTİRAS!

Şeytanı cennetten kovduran da, kibri, kıskançlığı ve ihtirasları değil miydi? Ve ihtirasları uğruna insanları kandırarak cennet kovulmalarına neden olmamış mıydı?

Yoksa Şeytan asla Yaradanını inkar etmemiştir.

Bir hedefe ulaşmayı amaçlayan birini düşünün! Hatta bu kişi başlangıçta insanlık için yola çıkmış olsun.

BİR İDEALİ VAR…

Ama zaman içinde ulaşmak istediği hedef uğruna, her şeyi feda ediyor. İstediği noktaya ulaşıyor ama…

İHTİRAS!

Hummalı bir hastalık gibi, bu adamı doyumsuz, hırslı, acımasız ve tabii yalnız yapıyor…

VE ARTIK;

Yola çıktığı o kutsal ideal çoktan gerilerde kalmıştır. Kendini öyle güçlü hissediyor ki, kendi Yaradanını da, ölümü de hatırlamaz oluyor…

Hangi ideal veya duygu olursa olsun, İHTİRASa dönüştüğünde, yani uç noktada yaşandığında, sizi uçurumun eşiğinde bırakacaktır.

VE

Bu uçurumun kıyısında olan herkes, kendini kurtarabilmek için etrafındakileri de, değer yargılarını da feda edecektir…

Zweig’ın, “Tarihin bu devinimini, insan kişiliğinden aldığı ve ulusların da kollektif bireyler olarak varlıklarını sürdürdüğü”savında da ortaya koytuğu gibi; toplumlar da tıpkı insanlar gibi hırslarına yenik düşüp varlıkları uğruna, insanlığı feda edebilecek boyutlara ulaşabiliyorlar ne yazık ki, bugün dünyanın geldiği noktaya baktığımızda!

Savaşa doğan çocuklar, savaşta ölen çocuklar… Göz yumanlar, görmezden gelenler…

Dünya nereye gidiyor? Ve daha önemlisi, bu böyle daha ne kadar gidebilir?..

Merhum Orhan Veli Kanık’ın Kapalı Çarşı şiiri gelir hep aklıma; ihtiraslar uğruna, hunharca gelecekleri çalınan çocukları düşündüğümde:

Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin, 
Sandık odalarında; 
Senin de dükkanın öyle kokar işte. 
Ablamı tanımazsın, 
Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı; 
Bu teller onun telleri, 
Bu duvak onun duvağı işte. 
Ya bu çamurdaki kadınlar? 
Bu mavi mavi, 
Bu yeşil yeşil fistanlı... 
Geceleri de ayakta mı dururlar böyle? 
Ya bu pembezar gömlek? 
Onun da bir hikayesi yok mu? 
Kapalı Çarşı diyip geçme; 
Kapalı Çarşı, 
Kapalı kutu

İhtiras çamaşırlarının kirli kokuları gibi, etrafı sardığında Sarin gazı; Hürriyyete gelin olacak nice çocukları aldı hayattan; çepeçevre korkaklık, vurdumduymazlık, çıkar çamuruna bulanmış kapkara olmuş dünyanın gözü önünde…

Ya o bembeyaz gömlek?.. O bembeyaz gömlek de umuttu işte! O yoklukta taşları bebek yapan, araba yapan yoksun dünyanın çocuklarının gelecek umutlarıydı…

Dünya!.. Kapkara bir kutu…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.