Ordu neden eleştiriliyor?

Günlerden beri sürdürülen yayınları, bazılarının ileri sürdüğü gibi, “Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratma amaçlı saldırılar” saymıyoruz. Hiç kuşkusuz kötü niyetliler de olabilir eleştirenler arasında, ancak pek çok eleştiri sahibinin bunu yaparken ne kadar rahatsızlık duyduğu yazılarına bile siniyor. Aklı başında hiç kimse ordusunun ele güne karşı zayıf görünmesini istemez.

Ortada eleştiriyi hak eden bir durum olmazsa eleştiriye kulak veren de çıkmaz zaten; bugünkü sorun, TSK söz konusu olduğunda, bir şeylerin yanlış gitmesiyle ilintili.

Yanlış giden şey, tek bir kişiyle -diyelim görevini aksatan bir komutan ile- ilgili olsaydı, yapılacak şey belliydi: Komutan istifa eder ya da istifaya zorlanır, hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilirdi. Oysa, pek çok belirtiden kurumsal bir 'sorun' ile karşı karşıya olduğumuz çok belli. Bir komutanın yanlışlığına kurumun sahip çıkması, kurumsal açıklamalardan tatmin hissi duyulmaması, bu gerçeğe işaret ediyor.

Herhalde alınan savaş eğitiminden kaynaklanmıyor bu durum. Türk ordusunun çevredeki herhangi bir ülkenin ordusuyla savaşması gerekse, çatışmadan üstün gelen taraf olarak çıkacağına kuşku duymamız için bir sebep yok. Vatanı düşmanlardan koruma noktasında askerî yönden bir zaaf yaşanmayacağına, her şeye rağmen, emin olabiliyoruz.

Sorun başka yerden kaynaklanıyor ve eğer derhal çaresine bakılmazsa, şimdilerde yalnızca yönetsel yönden alınan alarm sinyalleri, ileride ordunun esas görev alanında da olumsuz etkisini gösterebilir.

Dünyanın her ülkesinde küçüklü-büyüklü ordular var. TSK silâh ve asker gücü bakımından dünyanın üçüncü büyük ordusu. Askerliğin belli yaştaki her erkeğe zorunlu olduğu az sayıdaki ülkelerden biriyiz. Bu yüzden de TSK hem gözümüzün bebeği, hem de gözümüzün üstünde olduğu bir kurum; orada işlerin nasıl gittiği hepimizi bir biçimde ilgilendiriyor.

Bu ilgi son 50 yılda başka bir sebepten daha da arttı: Türk demokrasisine müdahale ordudan geliyor da ondan... Biri hiyerarşiye aldırmayan (1960), ikisi emir-komuta zinciri içerisinde (1971 ve 1980), sonuncusu post-modern bir yöntemle (1997) tam dört askerî müdahale yaşandı ülkemizde. Geçen yıl, cumhurbaşkanı seçimi sürecine, yayınladığı e-muhtıra ile dahil olma girişiminde bulundu TSK. Anayasa Mahkemesi'nden çıkan bazı kararları da ordunun etkisine bağlama eğilimine girdi toplum. Ortalığa saçılan belgelere bakılırsa, 2004 yılı dolaylarında iki ciddi darbe niyeti de akamete uğramış...

İlk çağlardaki Sun Tzu'dan Prusyalı Carl von Clausewitz'e ondan da günümüzün Samuel Huntington'una kadar bütün stratejistler, siyasetin ordular üzerindeki çürütücü etkisine dikkat çekmekten geri durmamışlardır. TSK komuta kademesinin bu değerlendirmelerden habersiz olması beklenemez. Bilindiği halde siyasetin kıyısında dolaşılması, 20. yüzyılın 3. Dünya ülkeleri ordularına biçtiği ekstra görev dolayısıyladır: Toplumun siyasetçiler eliyle yanlış istikamete yönlendirilmesi tehlikesine karşı durma ve tehlike hayata geçme aşamasına girmişse müdahale etme görevi...

Asli görevi yerine ekstra görevine daha fazla önem vermeye başladığında bir ordu, yanlışlıklara doğru sürüklenmeye başlar. Bugün karşımıza çıkan tablonun bir sebebi budur.

20. yüzyılı çoktan geride bıraktık ve Türkiye bir '3. Dünya' ülkesi değil. Günümüz Türkiye'sinde siyaset kendi alanında demokratik kuralları çalıştırıyor; toplumumuz da birilerinin ele geçirdiği iktidarı kötüye kullanmasına izin vermeyecek olgunlukta... Türkiye'nin uluslararası bağlantıları da demokrasi limanına sımsıkı bağlı kalmasını garanti ediyor zaten. Roma İmparatorluğu'nun 'Praetorian Guards'ı gibi ayrı bir 'özel koruma kalkanı'na ihtiyaç yok bugün.

TSK asıl görevine sımsıkı sarılırsa kendisinden bekleneni daha iyi yapacak; o durumda da, eleştirme ne kelime, gözbebeğimiz gibi üzerine titrenecek bir kurum olmayı hakkıyla sürdürecektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar