Sevgi dili ve çocuklar

Projeler biriminden genç görevlimiz bir kuruluşun STK’ların hazırladığı projelerle ilgili yarışmasına başvuru yapmak üzere hazırlık yapıyor. Deniz Feneri’nin yurtiçinde yürütülen ve yurtdışında uygulanan çok sayıda projesi var. Yarışmaya müracaat için farklı dallardan birer proje seçildi, hazırlık yapılıyor.

Genç görevlimiz verdiğim bilgileri not ediyor. 1001 Çocuk 1001 Dilek’ten bahsederken, “Bu proje 2003 yılında doğdu. Proje kapsamında bazı yıllar yurtdışından çocukları İstanbul’a getirip misafir ettik. Onlara Türkiye’yi, ülkemizin tarihi ve kültürel zenginliklerini tanıttık. Bazı yıllar ise Türkiye’nin bütün bölgelerini temsilen çocuklar belirleyip İstanbul’a getirdik. Onları 7 gün 7 gece misafir ettik…” dedim.

Genç çalışanımız gitti. Bilgisayarımda sörf yaparken 2006 yılı 1001 Çocuk 1001 Dilek uygulaması çerçevesinde yurtdışından getirip misafir ettiğimiz çocuklarla ilgili Ayşe Karataş imzalı bir yazıyla karşılaştım. Karataş uluslararası ilişkiler birimi görevlisi idi o dönem. Çocuklarla en çok o ilgilenmişti.

Bakın onlarla ilgili yaşadıklarını ve hissettiklerini nasıl kayda geçirmiş Karataş:

 

“SEVGİ DİLİ

Siz kaç dil konuşabiliyorsunuz?

Mesafelerin kısaldığı, coğrafi ve siyasi sınırların etkisini giderek kaybettiği, ulusların birbirine daha yakın hale geldiği günümüz dünyasında, insanlar arası iletişimin artmasıyla dil öğrenimi daha da önem kazanıyor. Hemen herkesin bildiği gibi ‘Bir lisan, bir insan’ demek…

Peki ya kendi dillerinden başka dil bilmeyenler? Farklı kültürlerin, farklı ırkların çocukları nasıl anlaşırlar sizce?

-              Ben Pakistan’dan Nazima…

-              Ben Nijer’den Cemile…

-              Ben Bosna’dan Haris…

-              Ben Kosova’dan Artan…

-              Ben Açe’den Ristika…

-              Ben Kırım’dan Emir…

-              Ben Makedonya’dan Ömer… Bu cümleleri söylemek için kaç dil gerekir? Tam 7 dil…

Bununla birlikte, bu 7 dili bilmeniz bu çocukları anlayıp, minik yüreklerine girebileceğiniz anlamına gelmeyebilir. Zaten bunun için 7 dil bilmenize de gerek yok çünkü tüm çocukların anlayabildiği ortak bir dil var, hem de en güzel dil; sevgi dili…

Deniz Feneri’nin 7 ülkeden getirerek İstanbul’da buluşturduğu onlarca çocuktan her birinin ayrı bir hikâyesi vardı aslında; biz tanımadan önce de, tanıdıktan sonra da…

Kiminin annesi ve kardeşleri Tsunami’de ölmüştü, kiminin babası vahşi bir şekilde şehit edilmişti, kimi Afrika’nın çöllerinden geliyordu, denizi ve bu kadar yiyeceği hiç bir arada görmemişti, kimi ise deprem çadırlarından çıplak ayaklarıyla çıkagelmişti.

Bu çocuklar bende unutulmaz bir hüzün ve çok önemli bir değer bıraktılar. Sizler de Deniz Feneri’nin Açe’de tsunami sonrası inşa ettiği okuldan gelen öğrencilerin Türkçe olarak söyledikleri “Gül pembe” şarkısını dinleseydiniz neden bu kadar duygulandığımı anlayabilirdiniz. İnanın rahmetli Barış Manço bile bu kadar ağlatamazdı kimseyi. Yüzlerindeki o berraklık, o saflık ve çevrelerine yaydıkları buruk bir acıyla yoğrulmuş ışık, şarkıdan daha çok hüzün verdi, büyüledi bizleri…

Sonra, “Artan” vardı… Bir televizyon programında babasının ne iş yaptığını sordular Artan’a. Artan böyle bir soruyu uzun yıllardır duymamıştı hayatında, belli ki beklemiyordu. Donup kaldı, yutkunamadı bile. Gözleri doldu, babası korkunç bir şekilde şehit edilmişti ve bunu ondan başka kimse bilmiyordu.

Bir de Anar ile Cemile vardı. Nijer’den geldiklerinde pek utangaçlardı, şaşkınlık içinde bakıyorlardı çevrelerine. Renkleri herkesten farklıydı. Nijer’de kıtlık vardı, kuraklık vardı, bedevi hayatı yaşıyordu Nijer… Ama gözleri toktu, ne verseniz ‘tamam’ diyordu yere bakarak. ‘İstemek’ onların ülkesinde zaten hiç yoktu…

Kısacık zamanda o kadar alıştılar ki bize. Son günlerde Derneğin yemekhanesinde gördük Cemile’yi, küçücük yaşına rağmen, görevli teyzelerine, ‘Bulaşığı ben yıkayacağım.’ diye diretiyordu, kim bilir belki de kendisine 1 haftada yaşatılan güzellikler için teşekkür etmek istiyordu. Cemile’nin annesi şakayla karışık ‘burada kalsın’ demiş Cemile için. Ana yüreği, gerçekten de kalsın der mi hiç? Ama Cemile döndüğünde onu Nijer’deki 8 kardeşi gibi zorlu bir yaşam bekliyordu. Annesi belki de Cemile’si o zor koşullara geri dönmesin istiyordu. Öyle ya cennette yaşanmış bir haftalık bir rüyaydı onlar için burası.

Anar, hiç belli etmedi gidene kadar duygularını, uğurlarken defalarca sarıldık. Havaalanında arkasına dönüp bize bakıp bakıp ağladı. Yüzündeki ifade içler acısıydı…

Ya Nazima?  Nazima Deniz Feneri’nin Pakistan çadırlarında yaşayan yüzlerce çocuktan yalnızca biriydi. Ama en güzeliydi herhalde! Öyle ki havaalanında çalışan görevliler bile o güzel yüze hayran kalıp telefonlarına sarıldılar fotoğrafını çekmek için… Nazima ile anlaşabilmemiz oldukça zordu. Yaptığımız en koyu sohbetlerse gözlerimizle olanıydı muhakkak. Çünkü Nazima yalnızca Urduca biliyordu. Ah ne kadar çok isterdim onun derdini dinleyebilmeyi!  Fakat konuşmamız hep benim ona ‘Nazima!’ diye seslenmem ile başlar, onun büyüleyici güzellikte ve hüzünlü bakan gözlerinde devam eder ve benim yanağına bir öpücük kondurmamla sona ererdi.  Çocuk gibi değildi Nazima. Öyle olgun, öyle asil bir duruşu vardı ki! Kendisine verilen en küçük hediyeyi dahi almak istemiyordu, zorla kabul ettiriyorduk. Bir depremin sarsıntısını görmek mümkündü onun gözlerinde. Beni gördüğü zaman hüzün perdesi aralanıyor, bir ışık beliriyor ve güvenle bakıyordu gözleri.

23 Nisan şenlik gününde, alandaki her çocuğa plastik toplar dağıtılmıştı, onlar da bu küçük hediyeyi Pakistan’a götürmek üzere valizlerine koymuşlardı. Bagajlarını verirken, topun uçakta yasak olduğunu, havasının indirilmesi gerektiğini söylediler. Nazima ve arkadaşı çadırda yaşıyordu oralarda top yoktu, ev yoktu, enkazın altında on binlerce insan kalmıştı, top nasıl bulunsun? Havasını indirsek, orada kim nasıl tekrar şişirecekti ki o plastik topu? Ve altı üstü sıradan bir toptu, buradaki çocukların her gün arabaların altına kaçırdıkları, bakkaldan gidip sonra yeniden aldıkları..  ama onların topu yoktu, onlar için çok değerliydi bu, dolayısıyla bagaja alınmayan topa bakakaldılar..

Pasaportları kontrol edildikten sonra sıra vedalaşmaya gelmişti. Uğurlayanların buradan ötesine geçebilme şansı yoktu. Birbirimize sıkıca sarıldık fakat Nazima gitmiyordu. Durdu, bir şey söylemek istermiş gibi yüzüme baktı, sonra başını öne eğdi. Başını tekrar kaldırdığında bir deryanın hıçkırıklarla boşaldığını gördüm o güzel gözlerinden, dayanılmazdı… Ağlayışı da asildi, içten olduğu kadar. Oturup dinleyememiştim hiç derdini. Fakat kalpten kalbe bir yol vardı. Belki konuşsak sözcükler yetmeyecekti kalplerin o yolu bulmasına, öyle ya sevgi dili başkaydı…

Açe’li kız öğrencilerse Türkiye’den ayrıldıktan 2 gün sonra aradılar beni. Numaramı verdiğimi bile unutmuştum. ‘Ayşe, selam, nasılsın? Ristika, gul pembe…‘ diyordu telefondaki ses. Şaşkınlık içindeydim, çok duygulandım. Daha sonra attıkları şu mesaj yeryüzünde geçerli olan tek dilin, sevgi dilinin neleri başardığının en güzel kanıtı oldu hepimiz için;

“Selam Ayse, bu Ristika from Açe -Gül Pembe-. Nasılsınız Ayşe? I miss you and miss İstanbul, greeting to Deniz Feneri.”

“Selam Ayşe. Ben Açe’den Ristika –Gül pembe-. Nasılsınız Ayşe? Seni ve İstanbul’u özlüyorum. Selamlar Deniz Feneri’ne.”

Ne mutlu sevgi dili konuşabilenlere!”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.