Beni avukat olarak görevlendirmeyen Diyanet’ten davacı ve şikayetçiyim!

Mecburi hizmet karşılığı beni avukatlık olarak görevlendirmeyen Diyanet’ten davacı ve şikayeçiyim!

 

İmam Hatip Lisesi, lise birinci sınıfa başlayalı henüz bir ay olmamıştı. Öğretmenlerimiz; Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, mecburi hizmet karşılığı burs verileceğini, özellikle derslerden sınıf ortalamasının üzerinde not alanların ya da mezuniyet sonrasında "İmam Hatip" yahut "Müezzin" olmak isteyenlerin bu burs için müracaat etmesi gerektiği söylemişti.

 

Anlatıldığına göre, nereden bakarsanız bakın, biz imam hatipli öğrenciler için cazip bir fırsattı. Okuldan mezun olur olmaz, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bir camiye “İmam” yahut “Müezzin” olarak atanmamız yapılacakmış. Gerçi İmam Hatip Lisesi öğrencileri olarak çoğunluğumuzun “imam” ya da “müezzin” olmak gibi bir niyeti yoktu ya o başka bir mevzu tabi.

 

Öte yandan, o tarihlerde İmam Hatip Liselerine fikren yabancı olanlar ya da mesafeli duranlar, “Bu kadar İmam Hatip Lisesine ne gerek var. Ülkenin “imam hatip-müezzin ihtiyacından çok fazla sayıda öğrenci bu liselerde eğitim görüyor”, şeklinde basit eleştiride bulunsalar da, çoğunluğumuz farklı bir meslek sahibi olmayı ya da ilahiyat dışındaki fakültelerde okumayı düşlemekle birlikte okullarımızı da çok seviyorduk.

 

O sene burs için kaç kişinin başvuru yaptığını hatırlamıyorum. Ancak, okulumuzdaki meslek dersleri öğretmenlerimizden (o yıllarda imam hatiplerde görev yapan İlahiyat ya da Yüksek İslam Enstitülerinden mezun olan öğretmenler bu isimle anılırdı) Ali İhsan Bey bana:

-“Diyanet’in bursuna müracaat ettin mi?” diye sordu.

-“Hayır hocam başvurmadım. Çünkü mecburi hizmet karşılığı imiş. Ben de mezuniyet sonrasında imamlık yapmayı düşünmüyorum” diye cevap verdiğimde;

 

-“Sen o kısmıyla ilgilenme. “imam hatiplik” yahut “müezzinlik” yaparsın ya da yapmazsın, mecburi hizmet olur veya olmaz. Senin bu bursa ihtiyacın var!” dediği için  ben de başvurmuştum.

O yıl bizim sınıftan dört kişiye burs verilmeye başlandı. Tabi burslar aylık olmayıp her üç ayda bir kez ödeniyordu. Tutarı da pek azdı doğrusu. Mesela ilk bursumla Afşin’deki iki kitapçıdan birisi olan ve “Kolukısa” diye anılan kitapçıdan, büyük mutasavvıf Abdülkerim Kuşeyri’nin “Risale-i Kuşeyri” adlı eserini (tek ciltti bu kitap) satın almıştım.

 

Lise öğrenciliğimiz döneminde Milli Eğitim Bakanlığı ya da başka kurumlar tarafından öğrencilere burs verilip verilmediğini hatırlamıyorum. Bu sebeple bizim burslar rakamı küçük olsa da okulda dikkat çekiyordu. Nitekim, lise ikinci sınıfa başladığımızda, yaz tatilinde okulumuzda küçük bir tadilat yapılmış ayrıca okul binasını iç dış komple boyanmıştı. Okul idaresi de boya ve tadilat sebebiyle nalburlara malzeme bedeli ve ustalarına da ücretlerinin tamamını ödeyemediğinden borçlu kalmıştı. Zira devletin bu kabil işler için okullara ödenekleri olmadığı söyleniyordu.

 

Zaten o tarihlerde devlet, İmam Hatip Liselerine neredeyse sadece öğretmen ataması yapıyor demirbaş ve sair harcamalara pek karışmıyor yahut verilenler yeterli olmuyordu. Nitekim İmam Hatip Liseleri de ya bulunduğu ilçenin liseleri yeni binalarına taşındığı için eskisinde eğitimine devam ediyor, yahut halkın yardımlarıyla inşa edilen yapılar Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilip buralar da İmam Hatip Lisesi olarak eğitime başlanıyordu.

 

İşte böyle bir dönemde süren öğrenciliğimizde, bizler de burs aldığımız ikinci yılın kurban bayramında, kendi  köy ve kasabalarımızda, kurban kesilen hayvanların derilerini okulumuzun ihtiyaçlarında kullanmak üzere gizlice toplamıştık.

 

Bu iş, o yıl Kurban Bayramı öncesinde okul müdürümüz tarafından bize verilen özel bir görevdi. Zira 1980 Darbesinden itibaren, kurban derisi toplama işi Türk Hava Kurumu dışında hiçbir vakıf yahut dernek tarafından aşikare yapılamıyordu. Bu deri toplama yasağı, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan ve sıkı uygulanan, yaptırımı karakolda başlayıp, mahkemede devam eden bir sıkıntılı süreçti. 

 

Nitekim aynı yıllarda kurban bayramının ilk üç günü akşamında televizyon ve radyo haberlerinde güzel ülkemin muhtelif yerlerinde, cami imamları, müezzinler, cami derneği yöneticileriyle cami cemaatinden bir kısım hacı amcaların polis tarafından 2860 sayılı “yardım toplama kanunu”na muhalefet ederek kurban derisi toplandığından bahisle gözaltına alındığı ve dahi toplanan derilere de el konulduğunu erkanlardan görüp öğrenirdik.

 

İşte böyle bir kurban derisi toplama hadisesine rağmen okulumuzun ihtiyaçları için yeterli kaynak temin edilememişti. Okul müdürümüz, bir pazartesi günü İstiklal Marşı töreni sonrasında okulun bahçesinde her sınıfın boy boy dizildiği ve başlarında öğretmenlerinin bulunduğu bir esnada, haftalık konuşmasının akabinde, okul binasının tadilat ve boyanmasından dolayı bakiye kalan boya ve işçilik ücretlerinin ödenmesinde kullanılmak üzere biz öğrencilerden de yardım talep etmiş ve devamında:

 

-“Ayrıca okulumuz öğrencilerinden Diyanet İşleri Başkanlığından burs alanlar da bu yıl ilk ödenecek burslarını bize versinler de, borcumuzun ödenmesine katkıları olsun” demişti. Müdür beyin bu isteğine karşı sınıf arkadaşlarımızdan Doğan sitem ederek:

 

“Hocam üç ay bekliyoruz, adeta gözümüz çıkıyor burs gelecek diye. Diyanetin verdiği zaten üç kuruş para. Şimdi bu bursu da okulun boya masrafının ödenmesi için size mi verelim yani!” diye itiraz etmişti. Böylece her üç ayda bir kez olmak üzere yılda dört defa ödenen Diyanet Bursu diye adlandırdığımız burslarla eğitimimize devam edip nihayetinde okuldan 1986 yılında mezun olduk.

 

Mecburi hizmet yükümlüsü olduğumuzdan, 1986 yılı temmuz ayında Ankara’ya gidip Diyanet İşleri Başkanlığındaki mülakatlara katıldık. Mülakatta başarılı olanların ülkenin muhtelif bölgelerindeki camilere imam-hatip olarak atandığını biliyorduk. Daha ziyade hafızlık eğitimini tamamlamış, yahut İlahiyat Fakültesi öğrenciliğini tercih eden yada mezuniyet sonrasında (en azından şimdilik) imamlık yapmak isteyenler zaten bu mülakata hazırlıklı olduklarından bu arkadaşlarımızın atanması mülakat sonrası gerçekleşecekti.

 

Bizim okuldan o sene mezun olan beş kişilik bursiyer grubu olarak, bir akşam Afşin Turizm firmasının otobüsüyle Ankara’ya doğru yola çıktık. Gece saat 24.00’den sonra otobüstekilerden sadece şoför ve uyanıktım . Yolda pek uyku tutmazdı o yıllarda beni. Sabah henüz güneş doğmadan Ankara Otogarına (o tarihte AŞOT yani Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali denirdi) ulaşmıştık.

 

Sanırım diğer arkadaşlar ilk kez Ankara’ya geliyorlardı. Ben onlardan bir ay öncesinde Ankara’da dört arkadaşımla “Kızılay Dershanesi”nde dört hafta boyunca 100 saat süreyle hızlandırılmış üniversite hazırlık kursuna katılmıştım. Bu sebeple “Başkenti bilen birisi olarak!” arkadaşlarıma mihmandarlık edip, otogardan yürüyüp, Ankara Garını geçtikten sonra, Sıhhıye istikametinden Kocatepe Camii'nin minarelerini takip ederek Diyanet İşleri Başkanlığına varmıştık.

 

Otogardan Kocatepe Camii'nin bulunduğu bölgeye doğru yürürken bir taraftan da kendi aramızda mülakat esnasında nasıl bir tavır takınacağımızı tartışıyorduk. Bir arkadaşımız, aldığımız eğitimin imamlık yapmak için yeterli olmadığı yönünde eleştirel bir bakışa sahipti. Benimle birlikte diğer bir arkadaş ise henüz açıklanmamış olan üniversite sınavlarında bir fakülteye (en azından ben hukuk fakültesini kazanmayı bekliyordum) yerleştirileceğimizi düşündüğümüzden imamlığa mesafeli duruyorduk.

 

Diğer iki arkadaşımızın imamlığa atanma konusunda herhangi bir itirazı yoktu. Lakin öğrendiğimize göre mülakatta başarılı olamayanlara üç aylık süreyle Antalya’da Hacı Mehmet Gebizli Eğitim Merkezinde kursa tabi tutulduktan sonra yapılacak imtihan neticesinde imam olarak atamaları yapılacakmış.

 

Grup olarak genel kararımız, mülakat sonrasında Antalya’daki eğitim merkezine gitme yönünde oluştu. Başkanlığa vardığımızda ülkenin dört bir yanındaki imam hatip liselerinden bizim gibi mülakat için gelen bursiyerlerle karşılaştık.

 

Mülakat salonuna sırayla giriliyordu. Sınava giren ilk iki arkadaşımızın başarılı olmadıkları  salondan çıkarken simalarından açıkca anlaşılıyordu. Her birisinin iki ya da üç dakikayı geçmeyen mülakatında neler sorulduğuna dair ne kendileri bir şey söylemiş ne de biz dışarıdakiler onlara herhangi bir soru yöneltmiştik. Üçüncü arkadaşımız ise sınava salonundan gergin bir halde çıktı. İmamlığa mesafeli duran arkadaşımız beklediğimiz gibi içerideki heyetle tartışmış ve salondan da bu sebeple asık suratla çıkmıştı.

 

Grubun dördüncü kişisi olarak mülakat heyeti karşısında yerimi aldım. Kendimi tanıttıktan sonra içlerinden birisi:

-“Size tek bir soru soracağım. Eğer soruma evet diyorsanız size mesleki anlamda hiç soru yöneltmeyip doğrudan imam olarak atamanı yapacağız.”, dediğinde.

-“Buyrun!” demekle yetindim yutkunarak. Zira böyle bir tavır beklemiyordum doğrusu.

-“Eğer imam olarak göreve atanmak istiyorsanız atamanızı yapalım. Ne diyorsunuz?”

 

Tabi böyle bir soru beklemediğim için bir an için şaşkınlık yaşadım. Ancak hemen kendimi toparlayıp, üniversite sınav sonuçlarının yakında açıklanacağını, bir fakülte kazanmayı beklediğimi, bu durumda imam olarak atanmayı istemekle birlikte, kısa bir süre sonra atandığım yerden ayrılmak durumunda kalacağımdan, görev yapacağım caminin imamsız kalmasını da istemediğimi vs. söyledim.

 

Benim bu açıklamam heyettekileri ikna etmemiş olmalı ki, içlerinden birisi, “bu da çok konuştu” dercesine,

-“O zaman size bir soru soralım öyleyse. Fatiha suresini okur musunuz?” dedi.

Fatihayı okuduktan sonra salondan ayrılabileceğim söylendiğinde, mülakattan geçemediğimi net olarak anlamıştım.

 

Netice olarak, grubun son kişisi olan beşinci arkadaş da tıpkı üçüncü arkadaş gibi ama farklı gerekçelerle mülakat heyetiyle tartışmış ve bizim grup olarak işimiz burada artık bitmişti. Böylece kısa süren sınavdan sonra Ankara’dan arkadaşlarla akşam otobüsüyle Afşin’e geri döndük. Sabahleyin ilçeye geldiğimizde, yorgunluğumuz simamıza sinmişti adeta. Başarısız bursiyer grubu olarak, Afşin Turizm firmasının yazıhanesinden, ağustos ayının ilk haftasında Antalya’daki eğitim merkezinde başlayacak kurs için Ankara’dan gelecek davet mektubu beklemek üzere şimdilik vedalaştık.

 

Nihayet üç hafta kadar sonra beklediğimiz yazı posta yoluyla elimize ulaştı. Hazırlıklarımızı tamamlayıp Afşin Turizm’e ait 302 otobüsle Mersin’e doğru sabah saat 10.00’da yola çıktık. O tarihte Afşin'den Antalya’ya doğrudan otobüs seferleri olmadığı için önce Mersin’e gidilecekti.

 

Ağustos sıcağında başladığımız bu yolculukta, otobüsün doğru dürüst bir kliması da yoktu. Sanırım havalandırma olarak sadece tavanda açılan iki penceresi ile yan pencerelerin açılan camları bulunuyordu. Buradan içeriye giren havada dışarının ısısını otobüsün içine doldursa da 40 kişiyi aşan yolcunun sigara ve ter kokusunu kısmen de olsa hafifletiyordu.

 

O tarihlerde şehirlerarası yolcu otobüslerinde yolcuların sigara içmesi yasak değildi. Daha da ilginç olanı, mola yerlerinde herkes otobüslerden indiğinde, ilk işi sigara içmek olmasına rağmen, hareket saatı gelip de herkes otobüste yerini aldığında, sanki dışarıda sigara içmemişler yahut açık alanda sigaraya yasak varmış gibi yeniden ve aynı anda sigaralarını yakarlardır.

 

Afşin’den itibaren yol boyunca ısı sürekli artıyordu. Otobüsümüz, Kahramanmaraş il merkezini geçip Adana istikametine doğru ilerledikçe, sıcaklıkla birlikte nem de çoğalmaya başladı. Otobüsün yolcu indirip bindirmek için durduğu yerlerde kasayla içeriye su da alınıyordu. Havanın nem ve ısısı ve yolcuların çokluğu su servisinde muavini bir hayli yoruyordu. Bu nedenle su isteklerimiz artık muavin tarafından duyulmaz olmuştu.

 

Nitekim Adana’ya yarım saatlık bir yolumuz varken, su talebimiz muavin tarafından:

-“Adana’ya az bir yolumuz kaldı. Otogarda inince çeşmeden içersiniz” şeklinde geri çevrilmişti. Neticenin değişmeyeceği, muavinin simasından kesin olarak belli olduğundan, su konusunda daha fazla ısrarcı olamadık ve otobüsün otogara ulaşmasını bekledik.

 

Adana Otogarında yarım saat mola veren otobüsümüz, buradan Mersin’e doğru hareket etti ve akşama Mersin’e ulaştık . Gün boyu süren uzun yolculuğun ve sıcak havanın etkisiyle o akşam halimize münasip gördüğümüz “Niğde Oteli”nde konakladık. Sabah erkenden kalkıp otelin kapısında henüz o yıllarda yeni yaygınlaşmakta olan renkli bir hatıra fotoğrafı da çektirdikten sonra buradan ayrıldık.

 

Mersin Otogarından Antalya’ya doğru yola çıktığımız otobüs, Afşin’den geldiğimize göre nispeten daha konforluydu. En azından su talebimizi muavin duymazdan gelmiyor ve isteğimiz bekletilmeden karşılanıyordu. Ancak bu yeni çıktığımız yol, önceki günkünden daha uzun olup bir türlü bitmiyordu. Yalnız ilk kez deniz kenarında süren bir yolculuğa çıktığımızdan olsa gerek burada zaman aslında pek de fena geçmiyordu.

 

Bir müddet sonra da denizi seyretmekten yorulduk desek yeridir. Bunun bir sebebi de otobüsümüzün yoldaki bir virajı bitirip düzlüğe alışmadan, hemen ikinci virajın başlamasıydı. Allah’tan otobüsümüzün yol boyunca kısa aralıklarla ilçe ve kasabalarda durup yolcu indirip-bindirdiği için bu arada araçtan inip bir nebze de olsa rahatlıyor sonra yeniden yola devam ediyorduk.

 

Mersin’den Antalya’ya gittiğimiz otobüste yabancı ülkelerden Türkiye’ye gezmeye gelen turistlerde vardı. Bu sebeple yolculuğumuz esnasında otobüste bulunan turistlerin davranışlarını da meraklı gözlerle takip ediyorduk. Hemen yan tarafımızdaki koltukta annesiyle birlikte seyahat eden 20’li yaşlarda bir delikanlı da vardı. Çat pat Fransızcamızla diyalog kurduğumuz bu anne oğulun Fransa’dan yaz tatilinde ülkemize gezmeye geldiklerini ve bir çok şehri de dolaştıklarını öğrenmiştik. Tabi o tarihte bizim ülkemizde pek az kişiye böyle bir seyahat kısmet oluyordu. En şanslımız belki de bir akrabasının bulunduğu komşu vilayeti görmüş olanımızdı.

 

Otobüsteki bu yabancılar tıpkı bizim Türkler gibi iyi bir sigara tiryakisiydiler. Sigaralarını “doya doya” içiyor ve adeta “sigara içmenin hakkını veriyorlardı”… Yalnız bu sigara içmede dikkat çekici olan annenin tiryakiliğinden öte (o günlerde bizde hanımlar açık alanlarda ve otobüslerde henüz sigara içmezlerdi) delikanlının annesiyle aynı marka sigarayı içmesine rağmen her ikisinin de kendi paketlerinden çıkardıkları sigaralarını kendi çakmaklarla yakmalarıydı.

 

Hani bizde babayla oğul birlikte sigara içmesi bir yana, anneyle oğulun birlikte sigara içmesi bile düşünülmediğinden (hele de o yıllarda) bu gibi durum ayrıca dikkat çekiciydi. Lakin bizde ebeveynle çocuk birlikte yahut aynı anda sigara içmiş olsalardı, mutlaka çocuklar önce babalarına kendi sigaralarından ikram eder ve çakmaklarıyla onun sigarasını yaktıktan sonra kendi sigaralarını tutuştururlardı!:))))

 

Neyse biz yeniden yola dönelim müsaadeniz olursa. Mersin’den başlayan ve sahil yoluyla kıvrıla kıvrıla ilerleyen güzergahımızda, her ilçe otogarında durup yolcu indirip bindiren otobüsümüz, ilk hareket noktasından sonra sırasıyla Silifke, Anamur, Gazipaşa, Alanya ve Manavgat’ı da geçtikten sonra nihayet Antalya’ya 14 saatte ulaşabilmişti.

 

Antalya Otogarından bindiğimiz dolmuşla Hacı Mehmet Gebizli Eğitim Merkezine ulaştığımızda, Türkiye’nin her tarafından gelen, bizim gibi mülakatta başarısız bursiyerlerle karşılaştık. Eğitim merkezine gelen bizler, stajiyer imam olarak atanmış ve 1986 yılı itibariyle de 86.000 TL civarında memur yolluğu da ödenecekti.

 

Merkezdeki eğitim programı beklediğimizden daha zor ve disiplinliydi. Öğretim görevlileri adeta nefes aldırmıyordu. Bu arada kursiyerlere de “hocam” diye hitap ediliyordu. Derslerimize giren öğretim elemanlarının bazılarının alanlarında ülke çapında en uzman kişiler olduğunu öğrenmiştik. Bu hocalar, imam hatip olarak görevimizi en ince ayrıntısıyla ve sanki ilk kez anlatılıyor gibi can kulağıyla dinliyorduk.

 

Derslerin sıkı olduğunu söylememi abartma olarak kabul etmeyin ey erenler. Okuldayken Kur’an-ı Kerim dersinin yazılı ya da sözlü imtihanlarında 10 tam puan üzerinden en az 9-10 alan arkadaşlarımız bile “besmele”yi üç beş okumada ancak geçebildiklerini söylersem için ciddiyetini sanırım  anlatmış olurum.

 

Tabi derslerin zor gözükmesinin bizim şahsi durumumuzla da ilgisi olabilir. Eğitim Merkezine giderken zaten üniversite sınav sonuçları açıklanmış ve bizim beşliden bir arkadaşımla ben “üniversiteyi kazanmıştık”. Muhtemelen burada kalıcı olmadığımızı düşündüğümüzden olsa gerek dersler bize ağır geliyor da olabilirdi.

 

Eğitim Merkezinde, sınıflar, yatakhane, kütüphane ve halka da açık olan bir de cami yer alıyordu. Merkezdeki arkadaşlar içerisinde hemen her koğuşta üniversite kazananlar da vardı haliyle. Henüz okullara kayıt yaptırılmadığı için arkadaşımla ben günü gelince buradan ayrılmayı planlıyorduk. Tabi işin usulünü öğrenen arkadaşlardan nasıl yapacağımızı biz de bellemiştik. Öncelikle fakülteye kayıt yaptıracak sonrasında da okulumuzdan alacağımız öğrenci belgesiyle eğitim merkezine dilekçe verip ayrılacaktık.

 

Eğitim merkezinde dersler de olmasa kısaca rahatımız yerindeydi!.. Memur olarak atamamız yapılmış, henüz almasak da bize yolluk ve maaş verilecek olması da işin dikkat çekici yönüydü. Bu arada eğitim merkezinde kimin hangi fakülteyi kazandığı da yavaş yavaş duyuluyordu. Bir gün ikindi namazı sonrasında yatakhanede dinlenirken heyecanla içeri giren yan koğuştan birisi,

-“Burada hukuk fakültesini kazanan birisi varmış kim O!” dedi.

Arkadaşlar beni işaret ettiklerinde henüz soruya bir cevap vermemiştim ki,

-“Sen mi hukuk kazandın, işletmeyin yahu beni. Bu arkadaşta hukuk kazanacak göz mü var baksanıza. Buna inanacığımı mı zannediyorsunuz” diye söylendi.

Ben de bu davetsiz misafire cevap olarak:

-“Yok öyle bir şey kardeş, seni yanlış koğuşa yönlendirmişler, belli ki aradığın başka yerdedir” dediğim.

-“Ben anlamıştım zaten senin hukuk fakültesi kazanacak bir kapasiten olmadığını” diyerek yanımızdan ayrıldı. Demek ki kimileri insanın nereyi kazanıp kazanmadığını görür görmez anlıyormuş!...

 

Eğitim Merkezine gelişimizin ikinci haftası derslerde iyice zorlanmaya başladık. Bu sebeple fakültenin kayıtları iki hafta süreyle devam etmesine rağmen, kayıtların başladığı 3. gün Antalya’dan Konya’ya gittim. Muhacir Pazarı semtinde bulunan hukuk fakültesine sabah en erken kayıt yaptıran iki üç öğrenciden birisi olarak, okuldan aldığım öğrenci belgesiyle akşama yeniden Antalya’ya dönmüştüm bile.

 

Artık Hacı Mehmet Gebizli Eğitim Merkezinde daha fazla kalmayacaktım. Bu sebeple ertesi gün, eğitim merkezi idaresine dilekçe ve ekinde öğrenci belgesini verdim ayrılmak istediğimi söyledim. Dilekçeyi teslim alan görevli, fakülteden mezun olduktan sonra en geç 1 ay içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığına müracaat etmemi, öğrenim süresi boyunca mecburi hizmetimin ertelendiğini söyledi.

 

Konya’da 1986 yılı Ekim ayında başladığım hukuk fakültesi öğrenciliğim normal süresini 1 yıl fazladan aşmış olmasına rağmen (hemen neden okulu uzattın demeyin azizler o konu başlı başına bir yazı konusudur, isterseniz burada mevzuuya girmeyelim yoksa kimse yazıyı sonuna dek okumaz) çabucak geçti ve mezuniyet belgemi eklediğim dilekçeyi o tarihte bulunduğum İstanbul’dan, Diyanet İşleri Başkanlığı’na postaneden “iadeli taahhütlü olarak” gönderdim.

 

Diyanet’ten gelen cevapta; “Dilekçe ekindeki gönderdiğiniz çıkış belgesine göre 23 Haziran 1991 yılından mezun olduğunuz anlaşılmaktadır. İlgili mevzuat gereği mezuniyetinizi müteakip 1 ay içerisinde Başkanlığımıza müracaat etmeniz gerekirken, 10 Ağustos 1991 günü başvurduğunuz anlaşılmakla, eğitim döneminizde almış olduğunuz aşağıda dökümü yapılan bursun en geç 1 ay içerisinde başkanlığımızın banka hesabına ödemeniz gerektiği bilgilerinize rica olunur.”, yazıyordu.

 

Diyanet’in cevabı yazısını aldığımda, İstanbul’da İskenderpaşa mahallesinde bir yayınevinde çalışıyordum. Okulun uzatmalı kısmında çalıştığım yayınevinin neşrettiği dergilerin yazarlarından çoğunluğu el yazısı ile kaleme alınmış yazıları macintosh diye isimlendirilen bilgisayara aktarıyordum. Şimdilerde “dizgici” diye isimlendirilen bu mesleği matbaa ortamında kurşun harflerle yapanlara eskiler “mürettip” derlerdi.

 

Tabi Ankara’dan gelen yazıya biraz da mizah katarak, okuldan aldığımız mezuniyet belgesindeki tarihin “fakülteden mezun olduğumuz gün” olmadığını, en son katıldığımız sınav tarihi olduğunu, oysa sınav sonuçlarının açıklanmasının aylar sürdüğünü, uzun uzun yazıp, neticeden başkanlığa yaptığım başvurunun süresinde olmakla, (bu hususun ayrıca fakülte dekanlığından da sorulabileceğini) talebimin kabulünü istedim.

 

Bu kez gelen cevapta, konunun İstanbul Müftülüğünce değerlendirileceğini ve İl Müftülüğüne gitmem gerektiği yazıyordu. Tabi talimat üzre müftülüğe gittiğimde oradakilerin de bu işle ilk kez muhatap olduklarını ve şaşırdıklarını gördüm. Durumu bir de benden dinledikten sonra, konunun il müftülüğüyle ilgili bir husus olmadığını söyleyip, evrakı Ankara’ya iade edeceklerini ifade ettiler.

 

Sanırım bu arada başka bir yazışmalarda daha teati edildi Diyanetle aramızda. Fakat içeriğini şu an hatırlamadığım bir yazıdan sonra muhtemelen benden bıkmış olmalılar ki nihayet Ankara’ya mülakata çağırdılar. Aslında mülakata gitmek de istemiyordum. Nasıl olsa bunca çatışmadan sonra bana kabul edebileceğim bir görev tevdi etmeyecekler ve benim istediğim vazifeye atamamı yapmayacaklardı.

 

Yinede davete icabet etmek gereklidir düsturundan hareketle, avukatlık stajımın son zamanlarına denk gelen bir vakitte Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda mülakata katıldım. Benim için özel oluşturulan mülakat heyetiyle kısa bir sohbetten sonra,

-“Her ne kadar imam hatip olarak görevlendirilme şartıyla burs almış isem de avukatlık stajımı tamamlamak üzere olduğumdan bahisle, Başkanlıkta avukat olarak ya da personel işlerinde mezun olduğum fakülte dikkate alınarak uygun bir göreve atanma talebinde” bulundum.

 

Mülakat heyetinin başkanı, imamlık dışına bir göreve atanmamın mümkün olmadığını, bize bursun imam yahut müezzinlik için verildiğini, benim konumunda olan ve Ünkara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümü mezunu bir mecburi hizmet yükümlüsünün de geçen hafta Hatay’ın Samandağı ilçesine atamasının yapıldığını, kabul etmem halinde aynı ilçede bir camide görevlendirileceğimi ifade ettiler.

 

Heyet başkanına nazik teklifleri sebebiyle teşekkür ettim. O halde mecburi hizmet yapmak istemediğinize dair bir dilekçeyi Başkanlığa verirsiniz dedikleri için de onları kırmayıp taleplerini yerine getirmek zorunda kaldım!

 

Böylece ta en başa döndük ve Diyanet İşleri Başkanlığının dört yıl boyunca ödediği bursu aynı miktar üzerinden ödemeyi kabul ettim ve banka hesaplarına ve def’aten tediye ettim.

Ne kadar para mı ödedim!? Başkanlıkla yaptığımız yazışmaları her iki tarafta iadeli taahhütlü olarak yapmıştı. Bu süreçte gerek ben gerekse Diyanet ödemekle yükümlü olduğum burs parası kadar postaya masraf ödemiş olduk. Tabi ben fazladan bir de İstanbul-Ankara gidiş dönüş otobüs bileti masrafı yapmak zorunda kaldım…

 

Böylece mecburi hizmeti kabul etmediğimi için aldığım bursu iki katından daha fazlasıyla ödemiş oldum!

 

Gelinen aşamada açıkladığım haklı sebeplerden dolayı, beni avukat olarak görevlendirmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan davacı ve şikayetçiyim ey aziz okuyucularım!...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.