Farklılıkları Yok Sayan İdeolojik Dönemin Sonu mu?

Her ne kadar uzunca bir süredir üzeri örtülse de Türkiye toplumunun farklı etnik ve kültürlere sahip olduğu gerçeği ile yüz yüze geldik.  Birileri bu gerçeği görmek istemese de komşu ülkelerde ki karışıklık ve yaşanan göç dalgaları bu gerçeği yeniden gün yüzüne çıkardı.

Türkiye’nin hemen hemen tüm illerinde artık sokağa çıktığınız vakit Kürtçe ve Arapça konuşan birilerine rastlamak mümkün.  Yakın zamana kadar sadece doğu ve güneydoğu bölgelerinde aşina olduğumuz ve garipsemediğimiz bu durum yurdun batısına yayılınca bir şaşkınlık ve bazı kesimlerde de tedirginliğe sebep oldu.

Dile kolay yaklaşık doksan yıldır Kemalist ulusalcı akımın topluma dikte ettiği bir vatandaşlık modeli var. Türk olmak, Türkçe konuşmak, suni Hanefi mezhebinden olmak ve devlet sembollerini de kutsamak örnek vatandaşlık modelini simgeliyor ve itibar da oluşturuyordu.

Bunun dışında kalan Aleviler, Kürtler, Ermeniler ve sıralarsak uzunca bir liste çıkacak olan kesimler örnek vatandaşlık modeline uymadığı için ötekileştirilmiş; dönem dönem de operasyonel eylemlerle farklılıkların gün yüzüne çıkması engellenmişti.

Fakat dünya değişiyor ve postmodern bir döneme doğru evriliyor.  Bu dönemin temel felsefesi modern dönemin dayattığı ideallerin aksine; yereli, çoksesliliği savunan, başka bir deyimle herkesin kendince doğru olan hikâyesini esas alan ve bu yolla tek bir hakikat yerine hakikatlerin çoğulluğu ilkesini savunuyor. Yani eski paradigmalarla toplumların bir arada yaşaması mümkün görülmüyor.

Öyleyse yeni döneme yeni argümanlarla çıkmak lazım; yani çoğulculuğu benimsemiş bunun için de toplumu oluşturan tüm kesimlerin mutabakat sağlayabileceği anlaşmaların, anayasaların oluşması gerekiyor. Çünkü yeni dönem farklılıkları bir tehlike olarak değil bir zorunluluk olarak algılıyor. Bu noktada modern dönem ideolojileri ile insanları bir ideal uğrunda mobilize etme imkânı nerdeyse yok oldu.

İdeolojik enformasyon belli kesimler üzerinde etkili olsa da gelişen teknolojinin bilgi paylaşımını sınırsız hale getirmesi bu etkinin eskiden olduğu gibi toplumun tüm katmanlarını kapsaması neredeyse imkânsız. Farklılıklar da yine bu gelişen bilgi paylaşımı sayesinde görünür hale geliyor ve talepler de ister istemez gündeme oturuyor.

İçinden geçtiğimiz çatışmacı dönem tam da bu gerçekler üzerinden ancak anlaşılabilir. Farklılıkları halen ideolojiler üzerinden idare etmeye çalışan devletlerin çözüleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

Irak ve Suriye’de ki çözülmenin arkasından yaşanan kaotik ortamın özellikle Türkiye’yi etkilemeyeceği zaten mümkün değildi.  Yaşanan göç dalgası ve arkasından Kürt bölgelerinin saldırıya uğraması Türkiye siyasetini derinden sarstığı gibi toplumda da ciddi tartışmaların yaşanmasına sebep oldu.

Fakat burada anlaşılamayan özellikle de bir kesimce algılanamayan durum şu ki; Türkiye de ciddi bir Kürt nüfusla birlikte aynı oranda olmasa da yine ciddi bir Arap nüfusun yaşadığıdır. Öte yandan göçle gelen Araplar ve beraberinde Kürtlerin birçoğu Türkiye’ye sığınırken tarihsel ve düşünsel düzeyde kardeş bir ülkeye hatta “kendisinin” bildiği bir ülkeye sığındıklarını düşünüyorlar. Özellikle Kürtlerin mevcut sınırları benimsemediğini de kaydetmek gerekiyor.

Hal böyle olunca tabii ki Türkiye’ye yoğun bir göç dalgası yaşandı ve yukarıda da belirttiğimiz gibi yurdun büyük çoğunluğunda Kürtçe ve Arapça konuşan insanlar yaşamaya başladı. Uzunca bir süre bunların geri dönmeyeceği ve ciddi bir kısmının da artık dönmeyi düşünmediğini de unutmamak lazım. Kaldı ki hepsi dönseler bile bu ülkenin vatandaşı olan Kürtler ve Araplar ve diğer etnik, kültürel farklılıklar hep var olacak.

Tam da burada soracağımız soru şu; bu farklılıklar yine üstü örtülerek yok mu farz edilecek?  Bunun artık mümkün olmayacağı noktasında sanırım toplumun büyük kesiminde bir mutabakat var. Öyleyse devlet aklının ve ülkesini sevdiğini düşünen ideolojik kesimlerin duruşlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. Fakat Kemalizm’in ve ulusalcılığın empoze ettiği ideolojiyi, bilerek veya bilmeyerek benimsemiş Milliyetçi ve İslamcı bir kesimin gösterdiği direnç birlikte yaşama kültürü önünde ciddi bir bariyer oluşturuyor.

 Türkiye sınırları dışında kurulmaya çalışılan Kürt devleti ve özerk bölgelerini birer tehdit olarak algılayan İslamcı (!) anlayışın ileri sürdüğü argümanları İslami olarak algılamak ancak Kemalizm’in empoze ettiği din anlayışı ile izah edilebilir. Öne sürülen argümanların yaklaşık doksan yıldır söylenen devlet politikalarının “İslamileştirilmiş” halinden başka şekilde izahı da yok aslında.

Aynı konuda Milliyetçi kesimin argümanları anlaşılabilir görünse de; Türkiye’de ki Kürt nüfusunun bu argümanları anlaması beklenemez. Seçimlerde Kürt bölgelerinin siyasi tercihleri zaten bu noktada ciddi veriler oluşturuyor. Vatanseverlik olarak içselleştirilen milliyetçiliğin buna cevabı ancak reel politik ile anlaşılabilir olmalıdır. Vatanseverlik yurdun tüm kesimlerini kapsar ve insanı öncelik sıralamasında ideolojiden öne alırsa “barış” konuşulabilir. Ülke kaynaklarının (ki bu maddi, manevi ve en önemlisi de insan) ideolojik anlayışlara kurban etmek vatanseverlik olmasa gerekir.

Sonuçta yok edilmeye çalışılsa da bu farklılıklar hep var olacak. Karar vermemiz gereken bu farklılıklarla birlikte yaşayacak mıyız, yaşamayacak mıyız?

Yaşayacaksak farklı kesimlerin de, devleti, kendi devleti olarak görmesi ve bunu içselleştirmesi gerekir. Bu içselleştirmenin yolu da militarizm değil daha fazla demokrasi, daha fazla insan hakları ve farklılık gözetmeden devletin; tüm kesimleri tüm değerleri ile birlikte eşit vatandaşlık ekseninde benimsemesi gerekiyor.

Yok mevcut ideolojik yapılanma ile devam diyorsak, kaos daha uzun süre devam edecek demektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.