Ufku Yaşadığı Şehri Aşan Bir Bilge Kişi

UFKU YAŞADIĞI ŞEHRİ AŞAN BİR BİLGE KİŞİ

 

 

Kendisini şehrin en işlek yerinde “bir ayağı çukurda” olduğu halde işi ve işleyişi kontrolünde tutmaya çalışan babasının zücaciye dükkânında tanıdım.

 

Altın kıymetinde bir yerde eski vitrin, eski raf ve eski anlayışla yapılan ticareti dönüştüremiyordu (Patron hala baba) ama merdiven altında küçücük bir bölmede pek çok kimsenin adını bile duymadığı kitapları okurken gelenlerle “kültür” sohbetleri yaparken yaşadığı şehri ve ülkeyi değiştirme ve dönüştürme “sohbet” leri yapıyordu.

 

O merdiven altı neredeyse bir kültür ocağı gibiydi. Şehre gelen pek çok yazar, şair, siyasetçi de bu mekânda görülebilirdi. Bir gün içeri girdiğimde taburede köylü bir amca mütevazılığı ile oturan kişiye beni göstererek “Ünal Bey” diye tanıtmış sonra da o kişi için bana “Abdurrahim Karakoç” diye tanıtarak müşterisine yönelmişti. Her duyduğumuzda içimizi titreten “Mihraban” şiirinin yazarını böyle tanımıştım.

 

Sonra siyasete atıldı.

 

“eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni, doğru olsam ok gibi yabana atarlar beni” .

 

Doğruydu ama aykırıydı. Siyasete kattığı renklere rağmen yazılarında da ifade ettiği klasik “siyasi itaat” çizgisine uzak olduğundan hemen “dinlendirmeye” alındı.

 

O şimdi mahalli bir internet gazetesinde bulunduğu şehrin ufkunu aşan yazılar yazmaya devam ediyor. Yazılarında gözüme çarpan birkaç pasajı buradan sizlerle paylaşmak istedim.

 

Benim ülkemin bir kıymeti olan Selim SÖZER’den HABERNAME kanalıyla haberdar olmanızı istedim. Hem Isparta’nın hem Ülkemin Selim SÖZER’lere ihtiyacı var. Selim abiye güzel fikirleri bıkmadan paylaşmaya devam etmesi için sağlık ve afiyet diliyorum.

 

 

İNNOVATİON

 

Bir toplum, “innovation” eğilimli kılınamadığı, bakkalından holding sahibine, seyyar satıcısından üniversite hocasına, politikacısından bürokratına kadar herkesin vazgeçilemez tek görevinin ürettiği mal veya hizmetleri geliştirmek, sürekli yeni buluşlar, icatlar yapmak olduğunu, bunun dışındaki tüm uğraşların, kelimenin düz anlamıyla `palavra' olduğunu idrak edemediği sürece kurtuluş yoktur.

 

BİZDE NİÇİN BİLİM ADAMI YETİŞMEZ?

“Biz niçin icatçı bir millet değiliz?” sualinden önce; “bizde niçin bilim adamı yetişmez” sorusuna cevap bulmalıyız. Türkiye’de eğitimin vardığı sonuç; İlköğretimde SBS, ortaöğretimde ÖSS ve yüksek öğretimde iyi iş ve iyi paradır. Eğitimin genel sonucunu bu duruma indirgeyenler hala yetkili olarak bu ülkenin tavanını işgal etmektedirler. Bu anlayış içerisindeki eğitim nasıl bilim adamı çıkartsın? Bilim adamı yetiştirmek için kurulmuş olan Fen Liseleri iyi doktor ve iyi mühendis yetiştirmeye odaklanmış durumdadırlar. Fen liselerinin kuruluş sebebini yasalar açıkça ortaya koymaktadır. Şu andaki fen lisesi uygulaması yasalara aykırıdır. Bilim adamı yetiştirecek olan fen ve sosyal ana bilim dallarına ait fakülteler iş imkânı sağlanamadığı için neredeyse boş kalmakta ve limitteki öğrenciler kerhen bu fakültelere girmektedir. Fizik ve biyoloji, tarih ve sosyoloji bölümü mezunları hangi işleri yapabilir? Hatta bilimin anası diyebileceğimiz matematik bölümü mezunları bu ülkede ne iş yapabilir? Bu sebeplerle zeki ve parlak gençlerin bilimi tercih etmediği, bilimi tercih edenlerin uzun bir süre yoklukla boğuştuğu bir düzlemde niçin bilim yapılsın ve niçin bilim adamı olunsun?

NASIL BİR KÖY NE NASIL BİR TARIM?

Dünya, kendisine yeten, köye endeksli tarım toplumu dalgasını terk edeli 400 yıl oldu. Tarımı endüstrileştireli, tarımı kitleler için kitlesel bir şekilde yapmaya başlayalı 350 yılı geçti. Şimdilerde ise gen teknolojisi destekli biyo-tarım uygulamaları yapıyor. Türkiye ise hala gariban köylüye ikişer veya dörder inek vererek hayvancılık yaptığını zannetmeye devam ediyor.

BİLİM VE TEKNOLOJİYE DİRENMEK

Hollanda bir zamanlar süt ürünlerinde tüm dünyaya hâkim olan bir ülke konumundaydı. Ardından tohum üretiminde egemenliğini ilan etmişti. Philips adlı bir markaları vardı. Bu markayı dünyanın her yerinde görmek mümkündü. Bir köşesinde Philips yazılı bilgisayar monitörüne bakarken “Pum danışmanlık organizasyonu”  ile karşılaştım. Bu, Hollanda hükümetlerince finanse edilen bir danışmanlık organizasyonu idi. Emekli olan yöneticiler (sayıları 4000 olmuştu) gönüllülük esasına göre organizasyona dâhil oluyor, istekte bulunan ülkelere danışmanlık hizmeti vermeye gidiyorlardı. Temsilcilik açılan ülke sayısı 81'e ulaşmıştı. Organizasyon, içerisinde tarımdan madenciliğe, basın yayından bankacılığa, sağlık hizmetlerinden sosyal hizmetlere kadar her konuda uzman barındırıyordu. Bütün masraflar organizasyona aitti. Herhangi bir kurum istekte bulunabiliyordu. Uzman ülkemize geldikten sonra havaalanı transferi ve yeme içmenin dışında hiçbir bedel ödenmiyordu. Eğirdir'de elma tarımının ve pazarlanmasının sorunları konusunda çalışmak üzere Elma Birlik adına bir uzman çağırdık. Adı Rinhoudt idi. Değerli bilgiler verdi ve gitti. Burada birlikte olduğumuz süre içerisinde sohbetlerimiz oldu. Bu sohbetlerin birisinde Eindhoven şehrinden bahsettim. Philips'in şehri dedi, ilave etti: 50,000 kişi çalışıyor. Ne üretiyorsunuz da 50,000 kişi çalışıyor, dedim. Philips markalı televizyonları, ütüleri, elektrik süpürgelerini, monitörleri Çin'de imal ediyorsunuz. İşsizlik diz boyu ve fakirleşiyorsunuz diye ekledim. Selim Bey, dedi, dediklerini Çinliler üretsin. Biz ileri teknoloji arıtma sistemleri ve nükleer reaktörler üretiyoruz. Hollanda fakirleşmiyor bilakis milli geliri sürekli artıyor. İşsizlik ise göreceli bir şey. Hollanda'da iki gurup insan var: Kol gücü ile çalışmaya devam eden Türkler ve Faslılar'ın başını çektiği bir gurup. Bunlar bilime ve teknolojiye direndikleri sürece işsiz kalmaya ve işsizlik maaşı ile geçinmeye yani fakirliğe mahkûmdurlar. Diğeri ise bilime teknolojiye yönelen gurup.  Bu insanlar daha müreffeh bir hayat yaşıyorlar. Sözlerine devam etti: Bir ürünün üç aşaması vardır: Tasarım, üretim ve pazarlama. Biz ürünün tasarımında argesinde ve pazarlamasında varız. Üretim işin hamallık kısmıdır. Kim üretirse üretsin. Biz bugün Hollanda'yı ileri teknolojiyi tasarlayan ve pazarlayan ülke olarak konumlandırıyoruz. İnsanımızı bu yönde eğitiyor bu yola yönlendiriyoruz.

VİZYON

Vizyon işte böyle bir şey: Geleceğin düşü. Gelecekte ne olacağımızı, şimdi ne halde olduğumuzdan yola çıkarak imkan ve fırsatlarımızı da hesaba katarak öngörebilme işi. Bir hayali gerçekleştirme adına hedefler koyarak o hayale ulaşabilme arzusu.

 

Hayal etmeyenlerin, daha doğrusu edemeyenlerin geleceğe dair söz söyleme cesaretleri ve söz söyleme yetkinlikleri olabilir mi? O zaman şu soruyu soralım: 30 yıl sonra ulaşımı nasıl bir kentte yaşamayı hayal  ediyorsunuz? Bu kentin mimarisi, iş imkanları, insan ilişkileri, üniversitesi, eğitimi, suyu, havası, kültürel dokusu, yaşanabilirliği nasıl olsun?

 

 Var mısınız, 20-30 hatta 50 yıl sonrasını öngörmeye yani kentin 50 yıl sonrasının vizyonunu çizmeye.  Hayal etmeye başlayalım o zaman, hem de hep birlikte.               

 

ROBİN HOOD

Devletlerin görevi yardım etmek değildir. Devletlerin görevi halkının mutluluğu ve refahı için iş-aş üretmektir. Halkına bilgi ve beceri kazandırmaktır. Yeni ekonomi ve yeni üretim kuralların uygun insan yetiştirmektir. Dünyanın zenginlik üreten kanallarına yatırım yapmak ve rekabet karşısında ayakta kalabilecek organizasyonları gerçekleştirmektir. Balık üretimini artırmak ve balık tutmasını öğretmektir. Şimdi ise sürekli balık dağıtılıyor ve balığın geldiğini gören herkes bu balık yetmiyor, niye daha çok balık verilmiyor diye bağırıyor. Balık tutmaya çalışanlar da;'' biz niye, çamurda, yağmurda, güneşin altında balık tutmaya çalışıyoruz ki, biz de tutmuyoruz, bize de balık verin,'' demeye başlıyorlar.

 

1970'lerde solcular tarafından çokça kullanılan halk popülizmi, fakir-fukara, garip-guraba söylemi 1990'lar dan sonra sağ kesim tarafından kullanılmış, özellikle belediyelerin en büyük silahı olmuştur. Geniş yoksul kesimlerin sistem dışı kalmamalarının ve sistemle buluşmalarının sağlanması konusunda uygulamanın iyi bir işlev gördüğü gerçek. Fakirliğin meziyet haline geldiği, müthiş asalak bir toplumun yeşerdiği ve garibanizmin kök salıp serpildiği de daha bir gerçek. Başka bir gerçek de, devasa boyutlara ulaşan kesimleri memnun edebilmenin güçlüğü. İşte burada Robin Hood'culuk devreye giriyor. Zorla alınan bağışlarla, zorla gerçekleştirilen hak ediş kesintileri ile ve oluşan rantın paylaşımı gibi düzeneklerle fakir-fukaramız görüp gözetilmeye, fakir-fukaranın kimi olunmaya devam edilmektedir.

Robin Hood’lar günümüzün modern soyguncularıdır. Hangi hakla ve hangi rıza ile alıyorsunuz. Hangi hakla ve hangi rıza ile dağıtıyorsunuz.  Tasaddukta bulunacaksam özgür irademle ben bulunurum. Benden gasbettiklerinizle siz tasaddukta bulunup üzerinden de siyasi rant elde edemezsiniz.  Bunun adı yardım değil ve bunun adı Robin Hood'culuk da değildir.

ELBETTE ALLAH KENDİ DİNİNİ KORUYACAKTIR, AMA BİZ VE ÇOCUKLARIMIZ; NASIL KORUNABİLECEĞİZ?

Bu yıl oruç tutanların ve teravih namazına gidenlerin sayısının diğer yıllara göre ciddi bir düşüş göstermesinin sosyolojik bir tahlili olmalı. Günlerin uzun ve sıcak oluşu bir etken olabilir. Ama dindarlaştığı iddia edilen ülkenin dindarlarının bir iki saat ve bir iki dereceye tahammülleri yok muymuş? Ben sık sık söylenen dine dönüş ve dindarlaşma palavralarına inanmıyorum: Olan sadece görüntü verilmesi, görüntünün de konjonktüre göre değişmesi. Türkiye’de din öğretimi ve eğitiminin nitelik ve niceliği gözden geçirilmeden, gelecek, din adına olumlu olmayacaktır. Ayrıca dünyanın kutsalları hızla terk etme ve dünyevileşme sürecinin tüm hızla devam ediyor olması da dindarlığı ve dindarlaşmayı etkilemektedir. Elbette Allah kendi dinini koruyacaktır, ama biz ve çocuklarımız; nasıl korunabileceğiz?

unalsade@mynet.com

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
11 Yorum