Vakti kuşanmak mı, vakit tarafından kuşatılmak mı?

Geçen hafta Başakşehir'deydim bir konferans için. Başakşehir'in çalışkan ve mütevazı belediye başkanı Mevlüt Uysal'ın basın danışmanlığını yapan sevgili Saadattin Acar kardeşimin "tezgâhı" (!) üzerine Kültür Merkezi'nde dikkatli, donanımlı bir toplulukla söyleştik iki saate yakın "soluk soluğa".

Kültür Merkezi'nde çocuk tiyatroları da dâhil pek çok etkinlik yapılıyor. İyi niyetli çalışmalar bunlar; ama sonuç itibariyle ne anlam ifade ediyor, hem bu kültürel etkinlikler, hem de Başakşehir türü kentleşme fenomeni, biraz düşünmekte yarar var.

Benden birkaç gün önce de aynı yerde Emre Aköz konuşmuş. Emre Aköz, entelektüel ilgileri gelişkin "keskin bir gözlemci"dir aslında. Başakşehir'le ilgili izlenimlerini Frenkçe "suburb"ten esinle "alt-kent" diyerek özetlemiş ve Başakşehir türü kentleşme biçimlerinin "dönüştürücü" bir sosyalleşme süreci ürettiği sonucuna varmış; tıpkı -başka bir bağlamda- Etyen Mahcupyan'ın yaptığı gibi.

İslâmî kesimler, Başakşehir türü kentleşme biçimleriyle modernliği dönüştürüyorlar mı, yoksa modernlik tarafından dönüştürülüyorlar mı?

Vakti kuşanamadığımız sürece, vaktin bizi nasıl da fenâ hâlde kuşattığına ve her şeyimizi "kuşa çevirdiğine" tanık oldum Başakşehir'de hayretle ve şaşkınlıkla!

Her şeyden önce, Başakşehir türü kentleşme biçimi, İslâmî kesimlerin "kitsch"e teslim olduklarını gösteriyor: "Alt-kent"ten çok, iki anlamıyla da tastamam bir "uydu"-kent Başakşehir: Hem anakentin çeperlerinde yeni kurulan kent anlamında, hem de modernliğin kodlarının uyarlanmasıyla tastamam "uyduruk", yoz, vulger bir mekân kimliği ve ilişkiler ağı uydurulması anlamında bir "uydulaşma" fenomeni var karşımızda.

Yani Başakşehir, aslında şehri öldürerek vaktini çoktan dolduran seküler zamanların, yani vaktin çocuğu; bütün zamanlara seslenen, ses veren esaslı bir akit'in değil. Vakit'in, yani seküler zeitgeist'ın / zaman algısı'nın ve olgusu'nun ruhsuz ruhunun, akit'in ruh bahşeden, hayat bahşeden ruhunu uyuttuğu ve yuttuğu bir kültürel şizofreninin, bir yaralı bilincin, bir ontolojik yırtılmanın bütün görünümleriyle tezahür ettiği bir "yok-mekân": Başakşehir'de yaşayan insanların iç dünyalarıyla dış dünyalarının nasıl da ürpertici bir çelişkiyi günyüzüne çıkardığı "zamansızlık", zamanın ruhu tarafından teslim alınmışlık yeri Başakşehir: Bir "yersiz-yurtsuzlaşma" örneği.

TOKİ, tam da adına yaraşır bir "kötülük" yapıyor bize: "Toplu yaşam alanları" inşa ediyor; ama hayat yok, ruh yok, estetik yok inşa ettiği hayaletleri andıran bu tuhaf, yoz yerleşim yerlerinde. Bir Müslüman şehir modeliyle uzaktan yakından ilgisi yok TOKİ'nin yaptıklarının, ne yazık ki.

Oysa dünyanın en güzel, tabiatla, Yaratıcı'yla, insanın iç dünyasıyla, başka insanlarla, başka insanların dünyalarıyla hakkaniyet ve mahremiyet, nezaket ve karşılıklı münasebet ilkeleri eşliğinde derin ilişkiler ve irtibatlar kurulmasını mümkün kılan; insanın münferit ve müşterek dünyalarını aynı ânda varedebilen, ihtiyaçlarını aynı ânda karşılayabilen; modern seküler kent'te olduğu gibi herkesi kendine benzeterek "eritmek" / "yok etmek" yerine, herkesi kendi olarak vâredici; herkese kendi münferit özelliklerini yitirmek şöyle dursun, bu özelliklerini zenginleştirerek, derinleştirerek hayat, hayatiyet ve ruh bahşedici şehirlerini biz inşa etmemiş miydik, yoksa?

Alın size Safranbolu evleri: "Safranbolu modeli", eski bir model de değil üstelik; 150-200 yıllık bir geçmişi var sadece.

Müslüman şehrin merkezinde câmi vardır: Cami, toplaşılan yer değil, buluşulan yerdir: Bir kozmik merkezi vardır Müslüman şehrin yani: Bu merkez, en yüce kaynakla kurulan irtibatın, şehrin ve insanlarının her ânlarına, bütün zamanlarına ruh üfleyen bir sarıp sarmalayıcılığa, bir kanatlandırıcılığa, ulvî bir estetiğe sahiptir: Her şeyi ve herkesi kendine çeker, kendinde kendine getirir; bu merkezde kendine gelen insanlar kendilerinden geçerek evlerine, işlerine ve birbirlerine koşarlar; bu merkezin verdiği ilâhî, kanatlandırıcı, varedici ruhla. Vakti kuşanırlar: Bütün vakitlere açılacak bir yolculuğa çıkarlar hayatlarının her demlerinde, her yerlerinde, her eylemlerinde.

Modern seküler kent, monolojiktir, nesneleştiricidir aslında: O konuşur size sadece. Oysa Müslüman şehirde, insan, şehirle konuşur aynı zamanda. O yüzden Müslüman şehir, monolojik değil, diyalojiktir, özneleştiricidir. Bu gerçeği, çağımızın en cins düşünürlerinden Deleuze de görmüş ve şöyle formüle etmiştir: Modern kent, garnizon'u andırır: Müslüman şehirse, galaksi'yi; şehirler ağını yani.

Ne demek şehirler ağı? Efendimiz (sav), kendisini "ilmin şehri" diye tarif etmişti. Yani, âlemin özü ve özetidir Müslüman şehir de, Müslüman insan da. Yaratılışın, varoluşun ve hakikatin bütün rahmet, merhamet, nezâket, nefâset, sevgi, muhabbet, ulvî aşk, aşkınlık, ahlâk ve estetik şifreleri yalnızca Müslüman şahıs'ta değil, Müslüman şehir'de de gizlidir, tecellî eder o yüzden.

İnsanı Yaratıcısı'ndan, âlem'den, "ilim"den, tabiattan ve insandan koparan, o yüzden de "ontolojik evsizlik" hâli üreten, bu anlamda yersiz-yurtsuzlaştırıcı modern seküler kentlerde, yerleşim yerlerinde ne gizlidir peki? Kuşatılmışlık. Yabancılaşma. Korku. Şiddet. Ayrımcılık. Nefret.

Önceki ve Sonraki Yazılar