Almanya neresi, Türkiyeliler nereye düşer?

MÜNİH
Almanya Treni, nihayet Münih'e ulaştı. Münih Garı'nda şu an Almanların evsahipliğinde bir program gerçekleştiriliyor. Programa, Türkiye'den Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ve Alman mevkidaşı da katılıyor.

Açıkçası ben kabinenin çalışkan, verimli, mütevazi -ve dış Türklerden de sorumlu- bakanlarından Bekir Bozdağ'dan Almanya'da yaşayan Türkiyeli kardeşlerimizin sorunlarıyla ilgili önemli adımlar atacağını umuyorum. Sorunlar, ötenledikçe, ertenledikçe sürgit içinden çıkmaz hâle geliyor ve korkarım, daha esaslı sorunlar, böyle giderse yine unutulabilir.

 

* * *

50 yıl önce Almanya'ya gelen işçilerimizle trende yaptığımız sohbetlerden, görüşmelerden sonra yaşanan sorunları siyasî, sosyal ve kültürel sorunlar olarak üç ana başlık altında toplayabileceğimizi gözlemledim.

Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: TBMM Başkanımız Cemil Çiçek'in de törende ve trende açıkça itiraf ettiği gibi, Türkiye, bu insanların sorunlarını yarım asırdan bu yana sürekli ihmal etti; Almanya'daki, Avrupa'nın diğer ülkelerindeki insanlarımızın sorunlarıyla hemen hemen hiç ilgilenmedi.

12 yıl Londra'da yaşamış biri olarak yakînen bildiğim bir gerçeği burada özellikle hatırlatmak isterim: Türkiye, yalnızca insanlarımızın sorunlarını ıskalamakla kalmadı; daha da kötüsü, Türkiye'nin Avrupa ülkelerindeki büyükelçilikleri, konsoloslukları bu insanların burnundan getirdiler: Kimsesizleştirdiler onları. Örneğin zaman zaman Almanları bile aratmayacak kadar bizim insanımıza hakaretler ettiler; itip kaktılar, aşağıladılar. Bu durum, sadece son 4-5 yıldan bu yana değişmeye başladı.

Samiha Ayverdi, bütün Avrupa'yı, özellikle de Balkanları adım adım dolaştığı, bizim medeniyetimizin izlerini sürdüğü Yeryüzünde Birkaç Adım başlıklı kitabında, Türkiye'nin Avrupa'ya işçi göndermesini, "tarihimiz boyunca ilk kez yaşadığımız bir uşaklık örneği" olarak tanımlıyor.

Ayverdi'nin tanımlamasının, biraz ağır da olsa, gerçeği yansıttığını düşünüyorum. Yıllardır beni rahatsız eden bir başka şey de, bizim insanımızın, Avrupa ülkelerinde yaşadığı çileler yetmiyormuş gibi, bu insanların sorunlarına sahip çıkması, onları bağrına basması gereken büyükelçiliklerimizden de "uşak, köle" muamelesi görmeleri olmuştur.

 

* * *

Almanya'da ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarımızın sorunlarının en başında siyasî haklar ve katılım sorunu geliyor. Almanya'da da, diğer Avrupa ülkelerinde de yaşayan insanlarımızın seçme, seçilme ve temsil sorunları her geçen gün katlanarak artıyor: Temsil meselesine özellikle dikkat çekmek istiyorum: Özelde Almanya'da, genelde ise Avrupa'da tarihsel olarak çok kültürlü bir tecrübe yaşanmadığı için, Almanlar, Alman medyası, Türkiyelilerden özellikle asimile olmuş kişileri öne çıkarıyor, onları parlatıyorlar.

Sosyal sorunların başında "ötekileştirilme", açık ve gizli ırkçılık geliyor: Avrupa'nın yükselen dalgası ve başının belâsı: Irkçılık.

Liberal ve sol partilerce de açık veya örtük şekillerde kışkırtılan ırkçılık, aslında Avrupa Birliği fikri'ni bitirecek ve Avrupa'yı içine kapatarak taşralılaştıracak bir virüsü andırıyor. Eğer Avrupa, ırkçılığı bitiremezse, ırkçılık, Avrupa'yı bitirecek.

Ben, açık, kaba ırkçılığın değil, kurumlaşan, liberal, sol ve muhafazakâr partilerce ve dolayısıyla Avrupa toplumlarının bütününde benimsenen kurumlara, hayatın her alanına sinen, sirayet eden "yumuşak / örtük" ırkçılığın Avrupa bütünleşmesi fikrini bitirmekte daha etkili olacağını düşünüyorum.

Üçüncü kuşakla birlikte yaşanan en temel sorun, adına ister asimilasyon, ister entegrasyon diyelim, sonuçta, Avrupa'da Müslüman kimliğinin, İslâmî sosyal, siyasî ve kültürel kurumların -özellikle de 11 Eylül sürecinden itibaren- inkâr edilmesi, yok sayılması, hatta şeytanlaştırılmasıdır.

Avrupalı siyasetçiler ve elitler, "Avrupa İslâmı" gibi hormonlaşmış bir İslâm anlayışını Avrupa'da yaşayan Müslümanlara dayatmaya çalışıyorlar: Önümüzdeki süreçte, Avrupa'daki Müslüman azınlığı bekleyen en önemli tehlike budur.

Bu gerçek, Avrupa'nın ufuklarının ne denli sığ ve sınırlı olduğunu göstermeye yetiyor.

Oysa Endülüs'te Hıristiyan ve Yahudi düşüncesi tarihlerinin zirvesine ulaşabilmişti. Yine Osmanlı'da gayr-i müslimlerin her türlü varoluş hakları -genelde- teminat altına alınmıştı. Çünkü Müslümanlar için, kilisesi, havrası ve camisi olmayan bir medeniyet İslâm medeniyeti değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar