Bir şehir felsefesi - 1: Medeniyet VE sivilizasyon

İslâm düşüncesinin, tarihi boyunca, temel açmazının tenzihî düşünceyi öncelemesi, teşbîhî düşünceyi geri plana itmesi olduğunu daha önce söylemiştim.

Geliştireceğimiz muhkem bir medeniyet fikri, teşbîhî düşüncenin imkânları ve zaafları konusunda ufuk ve çığır açıcı bir yolculuğa çıkarabilir bizi. Yalnızca bizim için değil, bütün insanlık için hayırhah olabilecek, dişe dokunur, gözle görülebilir, emin bir şekilde girilebilir ve yürünebilir koridorlar açabilecek bir medeniyet fikrinin üçüncü alan diye tarif ettiğim, yalnızca sanatçı-düşünür figürünün, ilim, irfan ve hikmet menzillerinde çıkacağı mükâşefe yolculuğuyla gerçekleştirilebilecek, -en geniş anlamıyla- "sanat" alanında ortaya konacak teorik ve pratik performans neticesinde hayata ve harekete geçirilebileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla, teşbîhî düşünce'nin, özgün bir İslâm düşüncesinin oluşturulması sürecinde temellerinin atılabileceği "yer", medeniyet fikrinin dayandırılması gereken şehir tasavvurudur.

Şehir üzerinde burada kısaca özetlediğim çerçevede birkaç yazıda derinlikli bir yolculuğa çıkmak niyetindeyim... Ama önce "medeniyet" kavramı ile "sivilizasyon" kavramı arasındaki farklılıkları kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor.

 

* * *

Türkçeye yanlış bir şekilde "medeniyet" ya da "uygarlık" olarak çevirdiğimiz "sivilizasyon" (civilization) ile "medeniyet" kavramı arasındaki farklılıkları fark edemediğimiz, tefrik edemediğimiz sürece İslâm'ın da, Batı'nın da anlaşılması sürecinde hayırhah bir mesafe katedemeyiz; ama bu yakıcı gerçeği henüz idrak edebilmiş bile değiliz.

"Medeniyet" de, "sivilizasyon" da düz ve sığ bir şekilde, tek kelimeyle, "şehirleşme" veya "kentleşme" olarak anlaşılıyor ve algılanıyor. İlk bakışta, doğruymuş gibi gözüküyor; ama gerçekte, yanlış, yanıltıcı, yanılsatıcı ve çarpık bir algılama bu. Gerçekten de, meseleye biraz derinden baktığımızda, İslâm algımızı da, Batı algımızı da dümdüz, tarumar ve yerle bir eden, İslâm'ı da, Batı'yı da tanınamaz hâle getiren semantik bir cinayetle (evet, cinayet'le) karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz ve küçük dilimizi yutacağız o zaman.

Medeniyet kavramı ile sivilizasyon kavramı, yalnızca yapısal / strüktürel olarak birbirine benzeyen; ama varoluşsal olarak, semantik bakımdan ve tarihî gelişim süreçleri açısından bambaşka anlam haritalarını, dünya tasavvurlarını, hakîkat idraklerini, insan ve Tanrı fikirlerini hem ifade eden, hem de bunların ifadesi, ifade edicisi olan, handiyse birbiriyle hiçbir benzerliği olmayan farklı kavramlardır.

O yüzden, "medeniyet" kavramını da, "sivilizasyon" kavramını da; ya da "İslâm medeniyeti" nitelemesini de, "Batı sivilizasyonu / uygarlığı" nitelemesini de kullanırken, aynı şeylerden sözediyormuşuz gibi kullanamayız. Eğer "medeniyet" kavramını da, "sivilizasyon" kavramını da aynı şeylermiş ya da aynı şeyleri ifade eden ve aynı şeylere işaret eden kavramlarmış gibi kullanmaya kalkışırsak, İslâm medeniyetini de, Batı sivilizasyonunu da, hem neyse o olarak bihakkın tanıyamayız; hem de çarpıtmadan, biçim ve anlam bozumuna uğratmadan tanıma, anlama, anlamlandırma çabası ortaya koyamayız.

Daha da vahimi şu: Bütün insanlık tarihinde ortaya konan tecrübeleri, "sivilizasyon" kavramıyla ifade etmeye, tanımlamaya kalkışmamız, insanlık tarihindeki tecrübeleri, yalnızca Batılı kavramlarla, perspektiflerle, gözlüklerle tanımaya, anlamaya çalışmak gibi bu insanlık tecrübelerini tarumar eden, tanınamaz hâle getiren, bizim bu insanlık tecrübelerinden istifade etmemizi mümkün kılabilecek bütün kapıları sonuna kadar kapatan çıkmaz bir sokağın eşiğine fırlatır bizi. (Burada hasbelkader yeni bir şey söylüyorum; o yüzden biraz dikkat istirham ediyorum).

Medeniyet ile sivilizasyon kavramları konusunda kısaca değindiğim bu önemli farklılığa haklı olarak şöyle bir eleştiri getirilebilir: "Sivilizasyon" kavramı, Aydınlanma düşünürleri tarafından 18. yüzyılda, "medeniyet" kavramı ise, Osmanlı entelijansiyası tarafından hemen bir yüzyıl sonra, sivilizasyon kavramının tercümesi olarak icat edilen bir kavram değil mi?

Bu soru, önemli; ama ne kadar doğru ve açıklayıcı bir soru acaba? Çünkü bu soru, bu kavramların hangi kültürel vasat'ın, sosyal, ekonomik ve siyasî bağlam/lar/ın, zihnî habitus'un veya aura'nın ürünü olarak geliştirildiğini gözardı eden bir sorudur.

Önceki ve Sonraki Yazılar