Türk Sineması, Griffith'ini yitirdi; geleceğini bekliyor

Türk sinemasının "kurucu"su Ömer Lütfi Akad, 95 yaşında vefat etti. Kendisine Allah'tan rahmet, yakınlarına ve ülkemize başsağlığı diliyorum.

Yaşadığı zaman diliminde, "yaptığı şey", "açtığı yol" anlaşılamadı Akad'ın. Yaklaşık çeyrek asra yakın bir süredir film yapmıyordu Akad. Oysa Akad, açtığı yol'la Türk sinemasının neyi, nasıl yapabileceğini göstermişti: Fakat Akad'ın açtığı yol izlenmedi; Türk sineması, Akad'dan sonra tam anlamıyla çalkantılı bir döneme girdi. Belki de, Akad'ın sinemayı "fiilen" bırakmasının nedeni, Akad'ın açtığı yolun fark edilememesiydi.

***

Türkiye'de, "yerli" Türk sinemasının entelektüel, estetik ve sanatsal kaynakları konusunda ilk düşünme çabasını, Ömer Lütfi Akad'a borçluyuz. Akad'ın "el yordamı"yla, kendi özel gayretleriyle ulaştığı estetik çözümlemeler, yine de, her şeye rağmen, Türk sineması tarihi açısından erken sayılabilecek bir dönemde, "yerli film dili"nin kaynakları ve kodları konusunda öncü olarak nitelendirilebilecek bir "teorik" ve -Gelin, Düşün, Diyet üçlemesi, Gökçe Çiçek gibi filmleriyle- pratik bir çaba ortaya koymasına imkân tanıdı. Ondan sonradır ki, Türk sinemasının "konuşmaya başladığı" konuşulur olmuştu.

Ama bu çabaların arkası gelmedi. Türk sinemasının dünya sinemasında dalga kıracak ve dalga kuracak bir atılım gerçekleştirmesine imkân tanıyacak büyük bir estetik atılım gerçekleştirmesini mümkün kılmadı bu. Halit Refiğ'in, Metin Erksan'ın, Yücel Çakmaklı'nın, Atıf Yılmaz'ın arayışları, "kişisel" kaldı büyük ölçüde. Sonraki kuşaktan Mesut Uçakan, Osman Sınav, İsmail Güneş gibi yönetmenlerin arayışları da özgün bir film dili geliştirilmesine yol açamadı. Açıkçası ben Salih Diriklik'ten çok ümitliydim ama onun da nefesi yetmedi ve sinemayı terk etti.

***

Türk sinemasında "yerli film dili" arayışları, çoklukla klasik Hollywood sineması konvansiyonlarıyla filmler yapılmasıyla sonuçlandı. Bu, entelektüel sermaye yoksunluğunun kaçınılmaz bir sonucuydu aslında: Türkiye'de sinemanın "teorisi" ve pratiğiyle uğraşan kişileri, o yüzden "kafası karışıklar kumpanyası" olarak adlandırabiliriz.

Akad, Türk sinemasının iki anlamda Griffith'iydi: Birincisi, Griffith'in 1910'lu yıllarda (teens) yaptığını 1950'li yıllarda Türk sinemasına aktarmaktan çok da fazla bir şey yapmamıştı Akad. Klasik Hollywood sinemasının Griffith tarafından geliştirilen konvansiyonlarını Türk sinemasına "giydirmişti" büyük ölçüde.

O yüzden Akad'la başlayan Yeşilçam sinemasını, ben, klasik Türk sineması olarak adlandırıyorum. Gerek klasik öyküleme tekniği, karakter çizimi, mizansen yapısı, gerekse endüstriyel işleyim mantığı (üretim, dağıtım ve tüketim süreçleri) ile Yeşilçam sinemasında yerli sinema yaptığını söyleyen Yücel Çakmaklı'dan Mesut Uçakan'a, Osman Sınav'dan İsmail Güneş'e kadar "millî sinema"cılarla Akad'dan, Osman Seden'e, Atıf Yılmaz'dan kısmen Halit Refiğ'e ve yine kısmen Metin Erksan'a kadar "ulusal sinema"cıların film diline ve estetiğine damgasını vuran konvansiyonlar, klasik Hollywood sinemasının konvansiyonlarıydı.

Akad'ın, Griffith'in klasik film dilinin ve estetiğinin bütün konvansiyonlarını Türk sinemasına neredeyse yarım asır sonra "taşıyan" kişi olması nedeniyle Türk sinemasının Griffith'i olarak görülebileceğini düşünüyorum.

İkinci olarak da, biraz da bizim yerli kaynaklarımızdan, özellikle de Ayşe Şasa'nın dikkatle dikkat çektiği gibi, "masalsı" anlatı geleneğimizin şiirselliğinden beslenerek Türk sinemasına "yerli" duyuş ve duyarlık biçimlerini ilk kez girdiren kişi olması bakımından, böylesi bir öncülüğü gerçekleştirmesi nedeniyle Türk sinemasının Griffith'i olarak adlandırılabileceğini düşünüyorum Akad'ın.

***

Türk sinemasının -dolayısıyla düşüncesinin, sanatının ve hatta hayatının- bir sahicilik, bir samimiyet, bir entelektüel ve estetik sermaye sorunu olduğu hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değil.

Belki de Akad'ın hissettiği şeyi idrak düzeyine çıkaran yegâne yönetmen olduğu içindir ki, Türk sinemasının sahicilik ve entelektüel sermaye sorununu bir medeniyet meselesi olarak bütün derinliğiyle kavrayabilen tek yönetmen, Semih Kaplanoğlu olabildi.

O yüzden Kaplanoğlu, Mevlânâ'ya İbn Arabî'ye kadar giderek Türk sinemasının Arşimet noktasını bulduğu, pergelin sâbit ayağının nereye basması gerektiğini gördüğü için Türk sinemasının geleceğini işaret edebilecek ve belirleyebilecek ölçüde derin nefes alarak sahicilik, entelektüel ve estetik sermaye meselesini kökünden halledebilmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar