Koltuklar Baki Değildir

Beş yıl önce, Deniz Feneri Derneği’nin “1001 Çocuk 1001 Dilek Projesi” ya da “Yoksulluk Sempozyumu’na kurumsal sosyal sorumluluk çerçevesinde katkı sağlamalarını teklif etmek üzere önemli bir kuruluşun genel müdürünü ziyarete gitmiştim.

Genel müdürün yıldızı epeyce parlaktı o günlerde. Kendisi ile yüksek tirajlı gazeteler geniş röportajlar yapıyorlar, kurumun geniş imkânlarıyla gerçekleştirilen projelerin başarıları altında imzası bulunan müdür bey kendini çok güçlü hissediyordu. Süksesi yerinde idi.

Gitmeden bir hafta önce randevu alındı. Sayın genel müdürü Deniz Feneri Derneği Kurumsal İletişim Müdürünün hangi konu için ziyaret edeceği bilgisi verildi.

Randevu saatinden 5-10 dakika önce görüşme için kararlaştırılan mekâna ulaşacak şekilde yola çıkmıştım. Trafikte her hangi bir aksilik yaşanmadı.

Genel müdürün katına ulaştığımda tam da planladığım gibi görüşme saatine henüz beş dakika vardı.

Kendimi tanıttım ve beklemeye başladım.

Görüşme saati geldiğinde içeriye geçtim.

Genel müdür beni resmi bir eda ile karşıladı. Daha sıcak bir karşılama ummuştum. Zira ev sahibinin temsil ettiğim kuruluşu çok iyi bildiğinden şüphem yoktu.

Geniş, konforlu bir odaya girmiştim. Oturma grupları vardı, misafirlerle aynı düzlemde ve yakın mesafede sıcak ve etkili iletişim kurmaya uygun çevre şartları mevcut idi. Ama müdür beyin acil işleri vardı anlaşılan ki, makam koltuğuna oturdu.

Ben de iş başvurusuna gitmiş bir kişinin oturuşuna benzer şekilde onun karşısındaki koltuğa oturdum. Aramızdaki mesafe iki üç metreden aşağı değildi.

Ne içeceğim soruldu. “Çay” dedim. Az sonra getirildi. Kendisi bir şey içmiyordu.

Müdür bey benimle göz teması kurmuyor, masasındaki evrakı elden geçirmeyi tercih ediyordu.

Hatta çok acelesi olmalı idi ki, ayağa kalkmış önündeki belgelerin tasnifini aralıksız sürdürüyordu.

Derneğimizin genel başkanı ile tanışırlarmış. Onu sordular. Sorunun biçiminden ve ses tonundan “Neden o kendisi gelmedi?” havası vardı.  

Benim birimimde çalışan ve randevuyu takip eden personel arkadaşı sordu. “O da gelmeyecek miydi?” der gibi idi. “Kendisi müsait değildi, müdürünü gönderdi” diyemedim.

Yıllar önce çalıştığım işyerinde önemli bir konumda idim ve kendileri bir arkadaşı ile ziyarete gelmişlerdi, tanışmıştık. Ben aradan yaklaşık 10 yıl geçmesine rağmen o görüşmeyi unutmamıştım. Kendilerinin soğukluğunu belki bir nebze kırar da sebeb-i ziyaretime dair izahlarımı duymasına vesile olur zannıyla yıllar önceki tanışmamızdan bahsettim.

O tanışmamız sırasında kendileri her hangi bir yerin müdürü değildi. Henüz tanınmış şahsiyet olmalarına, şöhrete buluşmalarına da yıllar vardı. Büyük sayılmayacak bir grubun içinde idiler, bizden ortak tanıdığımız birileri için bir konuda yardım istemişlerdi. Biz de elimizden gelen desteği vermiştik.

İlk tanışmamızı hatırlayamadı. Şahsen beni hatırlamayabilirdi ama kurumu unutmuş olması imkânsızdı. “Evet hatırladım, gelmiştik. Görüştüğüm kişileri hatırlayamıyorum ama bizimle çok ilgilenilmişti, sağolun” gibi bir vefa cümlesi bekledim. Hiçbir şeyi hatırlamamış gibi yaptı, tepki vermedi.

1001 Çocuk 1001 Dilek Projesi veya “Yoksulluk Sempozyumu ile ilgili olarak onlardan ne tür destekler beklediğimizi anlattım, duymadı, çünkü dinlemiyordu.

Beklentimizin maddi değeri burada zikretmeye değmeyecek kadar küçüktü. Olabildiğince fazla kurumun bu çorbada tuzu olmasını, soframıza çok el uzanmasını, böylece yaptığımız işin bereketlenmesini arzu ediyorduk.

“Yardımcı olamayız” ya da “Bakalım arkadaşlarımla görüşeyim, elimizden gelen katkıyı sağlarız” demesini de bekleyemezdim. Çünkü beni duymadığı için “evet” ya da “hayır” diyecek durumda da değildi. Zihnen konunun dışında kalmıştı.

Çayımdan birkaç yudum alabilmiştim ki, sekreter hanım içeri girdi ve bilmem hangi beylerin geldiklerini haber verdi.

Müdür bey bir saniye bile beklemeden, söyleyeceğimiz bir şeyin olup olmadığını merak etmeden “Gelsinler” dedi.

Yarım bardağımı bırakıp kalktım ve çıktım.

Hayatımın bu en sevimsiz, tatsız, tuzsuz ve de unutulmaz bu görüşmesi için kendisine teşekkürü ihmal etmedim.

Randevu almadan çat kapı gitse idim, belki böyle bir muameleyi hak etmiş olurdum. Randevu saatine riayet etmeyip kendilerini bekleterek başka görüşmelerinin yapılmasına mani olsa idim o durumda da bu soğuk karşılama için gerekçe oluşturmuş olabilirdim.

Derneğimizin genel başkanı için randevu alınıp son dakika değişikliği ile biz gitmiş olsa idik o durumda da sayın genel müdüre saygısızlık ettiğimiz düşünülmüş ve misilleme yapılmış olabilirdi.

Bunların hiçbiri varit değildi.

Derneğe dönünce o günkü genel başkanımıza “dostu”nun nazik ev sahipliğinden söz ettim. Onun nezdinde nasıl bir yerimiz olduğunu bilmesi hakkı idi. Genel Başkanımız çok üzüldü. Muamelenin çiğliği ve sığlığı karşısında şoke oldu. Dakikalarca şaşkınlığını gizleyemedi.

Sonra ne mi oldu?

Biz projelerimizi gerçekleştirdik. O türden hayırlı işlerde nasibi olan kişi ve kurumlarımızdan hatırı sayılır destekler gördük.

Söz konusu ziyaretin kahramanını gizleyerek görüşme sahnesindeki ibretlik sahneleri kayda geçirmeye karar vermem, “ortak akla” küçük bir katkı olacağını düşünmemdendir.

Sayın genel müdür şimdi o görevde değil. Kendisi ile röportajlar da yapılmıyor. Bana yaşattığı üzüntüden belki hiç haberi olmayacak. Hatta, bu yazıyı okusa belki üzerine alınmayabilir de.

Maksadımız literatüre, “kötü bir görüşme” örneği sunmak. Bağcıyı dövmek değil.

Hiçbir koltuğun doldurulamaz olmadığını, bütün makamların geçiciliğini ise hatırlatmaya bile hacet yok.

Sayın genel müdürü o günlerde takip edenler gözünün Ankara’da olduğunu düşünmeden edememişlerdir. Ne var ki, bazen “evdeki hesap çarşıyı tutmuyor.”

 

 

gumuslale@gmail.com

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum