Akıl mı hadsizlik mi?

Akıl mı hadsizlik mi?

Hani zamanında bir adam develerin derdindeydi de Kabe’yi de sahibine bırakmıştı ya. İşte O sahip Kitabını da sahipsiz bırakmadı..

Kendine yetebilmek kaç kişinin ya da kaç nesnenin harcıdır sizce? Tuhaf değil mi?  Bir nesne kendine nasıl yeter? Hadi insan bir noktada anlaşılabilir belki;  ama öyle değil işte. Dünyadaki en aciz varlık insan.

Tüm yaratılmışlar bebeklik çağında bile ayağa kalkıp birkaç küçük adımdan sonra doğasına uygun yaşarken; nazlanmak, ağlamak, gülmek ve bir kenarda özel bir ihtimam beklemek sadece insana mahsus; çünkü o daha dünyaya geldiği ilk ana korkuyla ve isteksizce bakıyor. Bu durumu en iyi anlatan ney’dir ve onun üzerinden yapılan tüm açıklamalar insanın bu dünyadaki halini anlatır.

Peki durum budur da insan neden kendini mutlak hâkim sanır, küçük dağlarla derdi nedir onun? Yaşarken tüm canlılar mütevazı olmayı öğrenir de insan neden kibre kapılır? Akıl başa bela imiş derler; ama aklı yok bunun dedikleri nicelerini de pervasız saldırılar içinde görmemiş değilimdir. Akıl değilse, bir küçük karıncanın ayağımızı ısırmasındaki cesaret mi; hadsizlik mi insana kafa tutturan? Belki de hiç biri…

Bombalar patlamadan

Kendine yetebilmekten başlamıştım ya, işte kendine yeten; hem de her devir ve çağda ayakta kalmasını bilen bir hakikat var. Tabi onun ardında, ondan öte bir yolun olmadığı Hakim-i Mutlak var.

Yıllar evvel ülkenin aydınlığa çıkması için yapılan tüm girişimler birer inkılaba çevrilirken, bu milletin en hassas noktaları da birer dinamitle patlatılmaya karar verilmiş. Bombalar döşenmiş, birkaç küçük patlama yapılmış ve asıl büyük yıkım için gün sayılmaya başlanmış. Büyük toplantıların büyük mevzusu olmuş, konuşulmuş ve Mısır’dan gelecek o büyük eser beklenmeye başlamış.  Ama boş da durulmamış

Hakikat fırsat verir

1931 kışında, Dolmabahçe sarayından çıkarken, yüzünden süzülen yaşlarla bir adam, şu cümleyi haykırıyordu: “Kuran kendisini müdafaa ediyor!” Evet, hakikat bir kez daha kimseye muhtaç olmamıştı; çünkü onu savunmak kimsenin haddi değildi.

İşin başına dönersek Mehmet Akif’in Asımlarından biri olan, Hafız Asım Efendi, Akif’in eserlerini de Kuran-ı Kerim’i de okuyuşu ile oldukça gönüllerde yer edinmiş biridir. Ve onun bu meclislerdeki yeri Dolmabahçe sarayına kadar gider. Soğuk bir akşam belki de tereddütlü adımlarla içeri giren Hafız, kapıda duyduğu: “Kuran nihayet serbest bir vezinde bir şiirdir. Allah tarafından vahyedilmiş olamaz. Muhammed’in kendi sözleridir.” Sözleri üzerine hangi ruh halindedir siz düşünün. Bu hal içinde eline verilenleri okur. Onu dinleyen meclis bir de aslından okumasını istediklerinde onun değişen tavrıyla irkilir. Hafız kendini artık kadere bırakmıştır ki o anda hakikat, onu soluyan adamın oturuşunu dahi değiştiren hakikat, düşünmeye başlayanlar olduğunu fark ederek, herkese bir fırsat daha verir.

Herkes kanaatinde hürmüş!

Türkçe Kuran çalışmalarının hız kazandığı bir dönemde, namazda okunan Kuran’ın yerine Türkçesini koymanın yolları aranmaktaydı. Bu amaçla yapılan Dolmabahçe toplantılarında, Mustafa Kemal’in ev sahipliğini yaptığı toplantılardan birine, Hafız Asım Efendi de çağrılmıştı. Amaç onun Türkçeden okuduğu ayetlerin tesirini görmekti. Lakin, kendisine verilen Türkçe, İsra suresini okuduktan sonra, “Hadi bir de Arapça olarak oku.” denildiğinde,  Hafız önce ayaklarını altına almış. Mustafa Kemal’in dikkatinden kaçmayan bu davranışı nedeniyle evvela oldukça soğuk bir hava esmiş; ama Hafız’ın cevabı ile bu mutaassıp gence karşı Atatürk’ün belki biraz da acıyarak “Herkes kanaatinde hürdür, elverir ki bu kanaatler samimi olsun, genç adam.” sözüyle rahatlanmıştır.  Ama Arapçadan okuduğu surede Kuran kendisini müdafaaya kalkınca iş biraz daha farklı bir hale gelmiş.

Susmayan hakikat

Karışık duygular içindeki Hafız, düşünmeden ilk aklına gelen sureye başlar, güzelce de okur. Ama bittiğinde Mustafa Kemal’in ayağa kalktığını görür. Paşa oldukça sinirlidir ve: “Bu hafız sade hafız değil,  aynı zamanda diplomat. Bizim biraz evvel konuştuklarımızı muhakkak duydu. Şimdi Kuran’la bize cevap veriyor.” der. Hafız Asım ise bu sözler üzerine “Efendim ben sade hafızım, Kuran’ın manasına maalesef vukufum yoktur. Bilmeyerek size karşı gelecek bir şey yapmışsam, bu benim eserim değil, ancak Allah’ın tecellisidir.” der. Evet, bu Allah’ın tecellisidir; zira Allah’ın vadi haktır. O Kuran korunacaktır dediyse, demiştir ve bakın Hafız’ın okuduklarına: “O Kuran elbette şerefli bir Peygamber’in Allah’tan aldığı sözdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kahinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? O, Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Hakka suresi)

Sözün tükendiği bu yerde kalpler ve akıllar işlesin!

 

 

Fadime Türkölmez- DUNYABİZİM.COM

Etiketler :