Aykut Işıklar "Türkiye'de süper derin devlet var"

Aykut Işıklar "Türkiye'de süper derin devlet var"

Eniştesinin devre arkadaşları olan tutuklu paşaların çoğunu tanıyan Işıklar, “Türkiye’de derin değil, süper derin devlet var.” diyor.

41 yıllık gazeteci; cemiyet, bugünkü adıyla magazin muhabirliğinden girmiş mesleğe. “Bildiklerimi yazsam darbe olur!” diyecek kadar, hem sanatçılar hem de gazetecilik açısından o dünyanın bütün sırlarına hâkim. Hangi haberi, kimin, ne için yaptığını bildiği için herkes gibi gazete okuyup keyifle TV izleyemiyor.

Magazin dünyasını yerden yere vuran yazılarına bakınca zannedersiniz ki herkesle kavgalı, herkesle mahkemelik. Bunca tecrübesine rağmen birbiriyle hesabı olanların tuzağına düşerek yazdığı yazılar, en büyük pişmanlığı.

Bugün artık ‘birilerinin paralı insanlarla ilişkileri’nin magazin diye sunulduğunu anlatan, “Beni magazinci zannetmeyin. Posta’nın yayın müdürlüğünü, Sabah’ın haber müdürlüğünü yıllarca yaptım. Çok adam yetiştirdim. Hem magazin çok önemli konudur.” diyen Aykut Işıklar ile Ergenekon’dan ‘derin devlet’e pek çok konuyu konuştuk.

-Rahmi Turan için mi söylenirdi, ‘Bir fotoğraf bavulu varmış. Oradan istediği resmi seçip altına yazarmış’ diye?

Ben yazdım onun namına iki sene. Bütün muhabirlerin resimleri masanın üzerine konur, o da bakardı. İşte normal haberini söylerdin. O da servis şefi olarak ‘Onu boş ver, sen bunu bilmem ne yap’ derdi. Yani resme göre haber uydurulurdu.

-Rahmi Turan mıydı o?

Tabii, Türkiye’de asparagası getiren, Türk medyasının içine eden (!) bir Rahmi Turan, iki Çetin Emeç’tir. Allah rahmet eylesin; ama onu ‘büyük gazeteci’ olarak anmıyorlar mı? Bir de demiyorlar mı mesela ‘Biz Günaydın ekolüyüz.’ Ne Günaydın’ı, ne ekolü? Asparagası, yalan haberi, resme göre haber uydurmayı Rahmi Turan getirdi, ondan sonra Çetin Emeç getirdi. Hafta Sonu’ndan bir adam Hürriyet’in genel yayın müdürü oldu. Yani biraz gazeteci isen eski Nezih Demirkent’in Hürriyet’ine bak, Çetin Emeç’in Hürriyet’ine bak, sonra Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’ine bak. Aradaki farkı görmemek… Çetin Emeç’i mafya öldürecekti. Tuncay Mataracı’nın karısıyla sevgilisini Hafta Sonu’na kapak yaptı, ondan sonra bütün Laz mafyası öldürecekti onu.

Haldun Simavi mesela. Onun gibi bir adam yoktur. ‘Ya kim okur, bu millet bunu anlar mı?’ Hep mantık böyle. Türk halkını hep böyle aşağılayan, aptal yerine koyan bir adam. Yani Türkiye’de hiç kimse bir şey bilmiyor onun bakışına göre. Onun için de üst başlık, başlık ve beş satırlık da iki spot. Devam sayfası olmayan bir gazete olarak çıkardı. Düşünebiliyor musun? Hepsini beraber okuduğun zaman bir haber aslında.

-Yani sadece sanat camiası haberlerinde değil bu?

Ben ciddi haberlerden bahsediyorum, birinci sayfadan. Şimdi böyle her şeyde bir eskiye öykünme var. Mukayese ettiğiniz zaman müthiş ilerleme var.

Gerçeklerden kaçıyor insanlar. Kalbimiz kötü bizim. Doğruları anlatıyorsun ‘Aman ne olmuş, sen kendine bak!’ diyor. Demek ki o da aynı şeyi yapıyor.

-‘Bildiğiniz Gibi Değil’ diye bir kitabınız var, cesur bir kitaptı o.

O birinci kitaptı, kendimi anlattım, ondan 11 tane olacaktı, vazgeçtim. Bu memlekette hiç gerek yok dedim.

-O kitap birileri ile aranızı bozdu mu?

Hayır, ben çok kibar yazdım çünkü. İnsanlar nasıl eğlenir, ne yer, ne içer, ne giyer gibi o seri devam edecekti. İlk defa pop müziği nasıl çıktı, ondan sonra Yeşilçam? Yeşilçam benim gözümde batakhanedir, iğrenç bir yerdir. Binlerce kızın hayatını kaydıran… Yeşilçamlı denilen adamlar… Hangisi sinema okumuş? Bir ülke ki sinema okulu olmayan... Mezardan tabut çalıp sete getiren adamlar yapımcı oldu, düşünebiliyor musunuz? Benim Hürriyet’te böyle 5-6 kişi, fotoroman çeken adamım vardı. Hepsi Türkiye’nin en büyük yönetmeni oldu ya!

-O zaman Yeşilçam’a gelenlerin ne kadarı sanatçı olabildi?

Yeşilçam’da oyuncu olmak için evden kaçan, anasını babasını yanına alıp oralarda dolaşan, ‘beni bir filmde oynatın’ diye dolaşan tipler vardı. Her gün 40-50 kişi dolaşıyordu. Şimdi bir yarışma yapıyorsun, 5 bin kişi katılıyor. Şekli değişik ama yine yönetmen, yapımcı falan… Kamera önüne geçmenin şartları var yani.

Gazetecilikte de böyle. Geçen gün tartışıldı daha, Balçiçek Pamir’in programında. İşte medyada kadınların ezilmesinden bahsedildi. Kadınlar eziliyor medyada. Ya bırak! Tam tersi.

-41 yıldır gazeteciliğin içindesiniz. Yanlış haberlere imza attığınız oldu mu?

Benim en keyif aldığım gazetecilik yıllarım Sabah’taki on senemdir. Çünkü Sabah’ta çok heyecanlı bir patron vardı. İstanbul’da kimseyi tanımıyordu Dinç Bilgin. Zafer Mutlu sosyeteyi tanımaz, iş adamını tanımaz, haberse tamam, kimse etkileyemezdi. Telefonlara da çıkmazlardı. Mesela Dinç Bey’in İsviçre vizesini ben almıştım. Bana gelir, Zafer Mutlu’ya bazı davetler gelmezdi, çıldırırdı. Orada o kadar cesur haberler yaptık ki. Konseye, iş adamlarına ilk biz bindirdik. Hürriyet çok şaşırıyordu. ‘O İzmirli herif ne yapıyor, ölümüne mi susadı?’ diye. Reklamcılara posta koyuyor. Mafyadan korkmuyor. Mesela Alaattin Çakıcı konusunda ilk yazan benim. İmzam yoktu; ama günün dedikodusu yazardım böyle. Uff! Yer yerinden oynardı. Kimler hakkında… Sonra ‘haftanın dedikodusu’ diye bir şey yazmaya başladım pazar günleri. Kimleri yazmadım. Yer yerinden oynuyordu. Gazeteciliğimin en zevk aldığım dönemidir o dönem. Hürriyet’le rekabet hâlinde, Milliyet statükocu, işte Tercüman ölüm döşeğinde, Günaydın ölmüş, Sabah tek tabanca kaldı Hürriyet’in karşısında. Ama cesur gazete idi.

-Bilseler o yayınları yapmayacaklar yani, cahil cesareti!

Bazı şeylerde cahil cesareti var ya. Mesela size açık söylüyorum. Atatürk’ten sonra en büyük devrimci olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı görüyorum. Bazı şeyleri bilmediği için devrimci oldu. Bilse bu işlerin bu kadar girift, bu kadar tezgâh olduğunu valla başta kaçardı. Ergenekon’un bu noktaya geleceğini eminim bilse kaçardı. Derin devlet değil, ‘süper derin devlet’ var Türkiye’de. Bana göre tapu dairesindeki bir memur da icabında derin devletin bir mensubu yani. Türkiye’de bir devlette çalışanlar, emekli sandığı mensupları var, bir de ödedikleri vergilerle, sigorta primleri ile onlara maaş veren gariban ikinci sınıf vatandaşlar. O da biziz.

-Siz derin devleti ne zaman fark ettiniz?

İlk günden beri. Çok eskiden. Benim ablamın kocası tuğgeneraldi. Ben, içeride olanların hepsini bilirim. Çocukluğumu bilir Şener Paşa’lar, Çevik Bir’ler, bilmem kimler. Orduevlerine gittiğim her yerde onlarla oturdum.

-Tanışıyor muydunuz onlarla?

Tabii. Onların hepsi beni tanır, ‘Bizim Metin’in kayınbiraderi’ diye. Tuğgeneral Metin Kılıç, eniştem, 1960 mezunu idi. Öldü. Çok değerli bir paşa idi. Tuğgeneral ama böyle enteresan, yani bilen biliyor onu.

-Nasıl, biraz anlatır mısınız?

Acayip yerlerde, hep istihbaratlarda görev yaptı. İşte askerî ataşe, daire başkanı falan oldu. Romanya’da askerî ataşe oldu. 105. Alay komutanı Erzurum’da. En son Kenan Evren Kışlası’nın komutanı idi. Çok sert ve böyle darbeye yakın subaylardandı. Tam asker. Başka hiçbir şey bilmiyor.

-Neler anlatırdı size?

Onların dünyalarına göre siviller Türkiye’yi yönetemez. Bilmeyiz biz. Bu cumhuriyeti Atatürk kurdu, biz Atatürk’ün devamıyız. Hele bir kurmay subay olduğu zaman her şeyi en iyi öğrenen insanlarız.

-Türkiye’de bir kesim Ergenekon’a, yer altından çıkan silahlara rağmen inanmıyor. Siz, ‘ilk günden beri biliyorum’ diyorsunuz.

Ben tarafsızım açıkçası. Doğruya doğru. Onların ne yaptığını da biliyorum. Ama benim insan olarak karşı olduğum bazı şeyler var. Eğer senin birinci görevin Türkiye Cumhuriyeti vatanını korumak ise dışarıya karşı, önce onu yapacaksın. Artı, sen benim vergimle yaşıyorsan bana üstten bakmaman lazım. Ha Karayolları genel müdürü ha Emniyet müdürü veya paşa. Yani devlette çalışan insanın görevi Türk halkına hizmet etmektir. Onun için Recep Tayyip Erdoğan ‘bilmeyerek en büyük devrimci’ diyorum. ‘Sivil mahkemede yargılansın mı yargılanmasın mı?’ konusu, bunu konuşmak bile Atatürk devrimleri kadar önemlidir.

-CHP iptal için başvurdu…

Ne kadar komik. Çelişkiye bak. Lafa geldi mi her şeyi konuşuyorlar. Böyle 85 senelik köklü bir şey var. Derin, gizli bir mafya var ya. Kesin. O sacayağı bozulacak diye ödleri patlıyor. Zaten panikleri, AK Parti’ye düşmanlıkları filan bundan. Çünkü Sultanahmet Ticari İlimler’den çıktı bir adam, Kasımpaşalı, bizim sisteme girdi. Ona sinir oluyorlar. Ya Türk milleti açlığa razı olur; ama haksızlığa gelemez.

-Evet, magazini konuşalım. Magazin var mı şu anda Türkiye’de?

Yok tabii. Kendi bindiği dalı kestiler. Türkiye’nin Hakkâri ile Edirne arasında bileşkesini alabiliyor musun sen? Sadece Etiler’dekine seslenirsen kimse okumaz, tutup Erzurum’u yazarsan o da okunmaz.

-Eksik olan ne peki?

Çok iyi sosyolog olacaksın. Türk halkının ortalama bir karakteri, kültür birikimi, aile yapısı var. Yani Türk halkını çok iyi bilmelisin, çok iyi takip etmelisin, gazeteci olarak. Genç magazinci arkadaşlarıma hep söylerim. ‘Bu yazdığını annen, teyzen mesela Konya’daki teyzenin kızı okur mu, bu kişi ile ilgilenir mi?’

-Magazin deyince kadın resimleri mi anlamak lazım?

Ya nedir onlar? Bir kadının denize girerken resmini koymuşsun, ne oluyor yani o? Bu sanatçı mı? Albümü, filmi mi var? Bir zengin herifle beraber diye kadının resmini niye koyayım gazeteye? Koyarsan gazete okunmak için değil, bakılmak için alınır.

-Halkın sevdiği sanatçı kalmadığını söylüyorsunuz, ‘en fazla on kişi’ diyorsunuz…

Ama gerçek anlamda sevilen. Yani tanınmak ayrı şey, sevilmek ayrı şey. Saygın olmak ayrı. Böyle birine bakarlar, ‘o … bu mu’ der, geçer giderler. Kimisinin de boynuna sarılırlar. İşte onların sayısı 10 kişiyi geçmez.

-Peki nasıl bu kadar iyi gözükebiliyorlar ekranlardan, gazetelerden?

Yok canım, halk temiz bilmiyor artık onları. Hatta tam tersi oldu bence, iyi bile olsa ‘bu da öyledir’ filan diyorlar artık. Yani onlar kendi kendilerini yok etti o çıplak pozlarla. O yüzden zaten kaset satışı olmuyor, konserler ilgi görmüyor. İşte sponsor olmasa konser düzenlenmeyecek. Starın sevilmesi nedir biliyor musunuz? Aykut’u dinleyeceğim diye evden çıkıp otobüslere, trenlere binip, kuyruğa girip, para verip konseri izlenen sanatçı seviliyordur.

-Kim star Türkiye’de şimdi?

Vardı eskiden; ama şu anda bir kişi için iddia edebilirim. Cem Yılmaz. Hangi TV’ye çıksa o reyting rekorları kırıyor. Adam en ciddi olduğu zaman bile müthiş. Tarkan’dı, sallanmaya başladı. İbrahim Tatlıses sallanmaya başladı. İbrahim de stardı. Ama şimdi bir şey yapması lazım, genç kuşak sevmiyor, kadınlar sevmiyor. Yanlışlar yaptı. Türkan Şoray çok büyük stardı.

-Bugün’de çok sert yazılar yazıyorsunuz. Menajerlik için ağır bir yazı yazdınız. ‘Muhabbet tellallığı’ gibi bir benzetme yaptınız.

İşte öyle satıyorlar kızları, kadınları.

-Eleştirilerinizden Sezen Aksu ve Bülent Ersoy da nasibini alıyor. Hatta Bekir Coşkun’a yazmıştınız ‘Haydi Sezen Aksu, Bülent Ersoy’la dalga geç de görelim. Namlı kadınların hatta erkeklerin arkasında kimlerin olduğu bilinmediği için çok tehlikelidir. Yeraltındaki çok uzun köklerini kimse bilemez. Yer üstündekileri de’ diyorsunuz. İroni mi var burada?

Magazinin ne kadar kötü, ne kadar tehlikeli olduğunu hep böyle söylerim. Çünkü hakikaten onların kimlerle kontak kurduğunu bilmiyorsun ki. Her şey var onların arkasında. Bir bakıyorsun emniyet müdürü de var, paşası da var, mafyası da var yani. Onlara hayran millet. Sezen Aksu, genel yayın müdürünün karısına telefon açtığı zaman haberi komple çıkarttırıyor gazeteden. Başbakan yapamaz onu. Başbakan kendiyle ilgili bir haberi çıkartamaz Hürriyet’ten; ama Sezen Aksu, Ertuğrul Özkök’ün karısına telefon edip çıkarttırıyor.

-1978’de Taksim/Harbiye’de arabanızın altına bomba konmasının sebebi neydi?

Bilmiyorum. Kimse bilmiyor onu zaten.

-O sıralar yazdığınız bir şey üzerine olabilir mi? Tahmininiz ne?

Sadece Mehmet Ağar gelmiş ‘Senin düşmanın kim böyle’ filan demişti. Ne bileyim ben demiştim yani.

-Çözemediniz yani.

İşte bazı kadınlara dokunuyorsun, o kadınların arkasında kim var belli değil. Onun 4-5 tane sevgilisi var, ama bir tanesi de böyle terörist olabilir yani ne bileyim.

-Tanju Çolak da Alaattin Çakıcı’ya öldürteceğini söylemiş, İbrahim Tatlıses’in adamları 1982’de İzmir Fuarı’nda saldırıda bulunmuştu size. Kopenhag’da da Galatasaray’ın UEFA maçı sırasında Arsenal taraftarları size saldırmış, komaya girmiştiniz. Tehditler alıyor musunuz hâlâ?

O kadar çok ki onları artık aklımda bile tutmuyorum. ‘Oğlum’ diyorum ‘telefon parana yazık. Sen bir şeyi yapmayı kafana koymuşsan ben zaten engelleyemem ki!

-1997’de Dinç Bilgin, Hülya Avşar’ı bitirmek için sizden özellikle istekte bulunmuş, “ATV ve Sabah’ta aleyhinde yaz” diye. Daha önce de böyle haberler yaptınız mı?

Bitirme, “Onun hakkında kötü yaz.” dedi.

-Başka böyle yaptınız mı haber?

Yok; ama orada Avşar atv’de başlayacak, anlaşmış. Dinç Bey de gazeteyi gezdirdi ona. Oradan çıkıyor, Erol Aksoy’a gidiyor. Show TV’den de aynı parayı alıyor. Ama Dinç Bilgin’e gelmeden önce Cem Uzan’a da aynısını yapıyor. Böyle bir cin ya. Üç tane acayip medya patronunu aynı günde tokatlayan bir tip. Onun için Dinç Bey onur meselesi yapmıştı onu yani. Bana ‘komutan’ diyordu, ‘bitir şu kadını, nasıl beni tongaya bastırdı.’

Ben genelde röportaj yaptığım insan adına öyle yazılar yazdım ki. Onlar da alıştı, yıllarca ‘ya sen biliyorsun, kafana göre yaz’ filan dediler. Çünkü o salak anlatamıyor derdini. Ben onun biliyorum ne yaptığını. Onun namına yazınca ‘valla çok güzel yazmışsın’ filan diyor.

-Kızan, beğenmeyen olmuyor muydu?

Olmuyordu. Çünkü onun 40 yıl düşünse aklına gelmeyecek şeyler düşünüyordum. Şimdi ‘çalışma programında şunlar şunlar var’ diye yazıyorsun. Ondan sonra ‘Hakikaten bunları yapayım ben değil mi?’ diyor bana. Eğer ona bıraksam, hiçbir şey çıkmıyor ki. Koyun gibi yani. Sadece resimlerine bakıp mutlu oluyorlar. İyi resim çıkmışsa ‘tamam, ne güzel çıkmışım’ diyor.

-Yazılarınızdan dolayı ne kadar dava açıldı size?

Fazla yok. Hepsi 20 tane filan.

-O kadar mı? Mesela Ruhat Mengi ile polemikleriniz…

Ama bende iftira, hakaret yok yani. Ben çok kibar adamım, normalini yazsam yok olur o. Sonra bana açılan davalar da çok matrak, komik. Yüzde 1 milyon da haklı olduğum davalar. Mesela Pınar Altuğ. O bir tane Rum çocuk vardı. TV’lerde filan el ele; ama arkadaşıymış, ben iftira atmış oldum. Bütün medya yazdı, ben de yazdım; ama kaybettim. Ondan sonra birisi hiç hayatta kumar sevmez, oynamazmış Mehmet Ali Erbil. Daha geçen gün yakalandı. Böyle komik komik. Erbil, Hürriyet’te kendi söylüyor röportajında ‘Ben kumarbazım’ diyor. Hâkim ‘Olsun, söyler, senin yazman mı lazım?’ diyor bana.

-Peki hakkında bu kadar yazıp durduklarınız ile aranız nasıl? Mesela Sezen Aksu ile.

Şimdi Sezen Aksu gibi çok böyle sevilmeye alışmış insanlar, herkesin onlara her zaman hayran olmasını ister. Ona biri ‘böyle yapma’ dediği veya gazetede filan eleştirdiği zaman senden nefret eder, hemen kaçar. Artı bu tipler ilk günlerini bilen insanlardan hoşlanmaz. Böyle yukarıdan efsane olarak dünyaya gelmiş, hiç fakirlik, çömezlik günleri filan olmamıştır!

Benim çıkar hesabım hiç olmadı. Ben farklıyım. Benden mesela nefret ettiğini zannettiğin kişi ile ‘bana artistlik yapma’ filan der, konuşurum.

-“Üzülerek yazıyorum. Bir gazetemiz var. İnanamıyorum. Sanki eşcinsel postası. Çalışanların yarısı gizli, yarısı da potansiyel.” Hangi gazete bu?

İsim vermeyeyim. Anlayan anlasın, anlamayan anlamasın!

-Böyle bir eşcinsel lobisi mi var basında?

Tabii. Birbirlerini çok tutuyorlar. Onlar hakkında küçük bir eleştiri yazınca hemen birleşiyorlar. Böyle ar damarı patlamış insandan korkacaksın. Kabadayılardan, silahtan, toptan korkmam; onlardan korkarım. Onlar böyle en son sözü baştan söyleyebiliyorlar. Onlar hakkında bir yazı yazıldığı zaman internette seni yerden yere vuruyorlar, iftiralar, yalanlar… Her şeyi yapabiliyorlar.

-Var yani böyle bir lobi.

Var tabii. Üstelikte müthiş bir şekilde birbirlerine destek oluyorlar. Hem birbirlerinin gözlerini oyuyorlar, -hiç sevmezler, acayip kıskanırlar- ama hem de destekliyorlar.

-Geri dönüp baktığınızda pişmanlığınız oldu mu yazılarınızdan dolayı?

Benim pişmanlığım bütün gazetecilerin başına gelenlerden. İnandığınız, güvendiğiniz bir arkadaşın gelip sana bir şeyler anlatır, sen de çek ettirmeden yazarsın. Sonra anlarsın ki onun bir ince hesabı varmış meğer. Seni kullanmış. Böyle 3-5 tane olay var. Birinde Eskidji’nin sahibi Dikran Masis. İsim de veriyorum. İstanbul’a bir kültür müdürü geldi. Adam hakkında bana bir şeyler anlattı. Ben de saf saf… Meğerse Dikran’ın arkadaşları varmış, bu adamın gelmesi onların işine gelmemiş.

-Özel hayatınızda pişmanlık var mı peki?

Gazeteciliği seçtiğim için özel hayatımda pişmanlığım var. İyi bir gazetecinin özel hayatı olmuyor, aynı sanatçılar gibi. Bu işteysen kendini, çocuğunu, karını, evini doğru dürüst düşünemiyorsun. Normal yaşama dönemiyorsun. Herkes gibi dizi seyredemiyorsun. Ben şimdi gazeteyi okuduğum zaman o haberin hangi gaye ile hangi tezgâh adına yazıldığını anlıyorum. Haberin görünmeyen satır arasını okuyorum. O yüzden de okuyamıyorum. Gazete okumaktan zevk almıyorum. 41 senede öğrendik tabii bunu.







Ailesi 93 muhaciri



Aykut Işıklar, Bulgaristan, Razgrad, Pehlivanköy’den 93 muhaciri olarak İstanbul’a yerleşmiş bir ailenin üç çocuğundan ortancası. Kartal Maltepe’de ikamet etmiş aile. Baba Mehmet Işıklar, Deniz Yolları ve Türk Hava Yolları’nda çalışmış. Anne Fatma Hanım ise Yeşilyurt’ta Vatan Cephesi’ni Muammer Karaca ile kuran kişi. 1949’da doğan Işıklar’ın çocukluğu Yeşilyurt’ta geçmiş. Beşiktaş gençte oynayan Erdoğan Demirören kendi ablasını ziyarete geldiğinde onlara da topa vurmasını öğretmiş. Ali Poyrazoğlu, Gönül Yazar’la evlenip adını Özden Çelik olarak değiştiren Yalçın Nacaroğlu da onun çevresindendi. Adnan Menderes’in Muammer Karaca’yı ziyaretleri 27 Mayıs 1960 öncesinden Işıklar’ın hafızasında kalanlar. 27 Mayıs’la, babası da bir süre içeride tutulmuş. Sebebi, annesinin Vatan Cephesi’ndeki aktif rolü. Babası 11 ay işsiz kalınca Maltepe’de anneannelerinin evine sığınmışlar. Evdeki eski eşyaları satarak bu dönemi atlatmış aile. Mehmet Bey sonra yine Deniz Yolları’na dönmüş.

Yeşilköy İlkokulu, Kartal Ortaokulu ve tekrar Yeşilköy Ortaokulu’nun ardından Haydarpaşa Lisesi’ni bitirmiş, 1967’de. Ardından Tatbiki Güzel Sanatlar, sonraki ismi ile Uygulamalı Endüstri Sanatları Okulu, yani Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar’a girmiş. 1976’da askere gitmek için okulu dondurmuş, ama dönünce başlamamış.

Askerliğini de sanki ordunun organizatörü gibi yapmış. Askerlerin gecelerine Bülent Ersoy’dan tutun Filiz Akın’a kadar sanatçıları organize edip getirmiş.

Üç evlilik yapan Işıklar’ın, 1972’deki evliliğinden Emre ve şimdiki Polonya/Poznanlı eşi Magoşa Hanım’dan da, adını Sezen Aksu’nun koyduğu Güneş isimli iki çocuğu var.

Müziğe merakı olan, aslında iç mimar olmak isterken, İstanbul Radyosu’nun yarışmasında birinci olmasıyla Yeni Gazete’de müzik sayfası yapması için davet alan Işıklar, harçlığını çıkarmak için 1968’de gazeteciliğe başlamış. Yeni Gazete kapanınca Hafta Sonu, Kelebek ve Hürriyet’te çalışmaya devam etmiş. Hürriyet’in o yıllardaki konserlerini organize etmiş. 1980’de Hürriyet’ten ayrılıp Bulvar’a geçen Işıklar, Tercüman, Günaydın, Sabah, Akşam’da çalışmış. Bir dönem televizyonlarda da programlar yapan Aykut Işıklar hâlen Bugün’de yazıyor.

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :