Baki Çalışır'in Öyküsü Kocaeli Il Birincisi Oldu

Baki Çalışır'in Öyküsü Kocaeli Il Birincisi Oldu

Öğretmenler Günü Dolayısıyla Yapılan öğretmenlerarası hikaye yarışmasında Baki Çalışır'in Buymak adlı öyküsü Kocaeli il birincisi oldu

 

BUYMAK

 

Yılın her mevsimi, her ayı onlarca kez geçtim bu yoldan. O evin yanından her geçtiğimde içim “cızz” ediyor. Hep o geceyi, o yolculuğu,  o keskin ayazı, o açlığı, o yorgunluğu hatırlıyorum. 1983 yılında, bir Ocak sonu, şiddetli bir karakışta Muhsin ile geçmiştik bu yoldan. İki defa kapısına varıp, vuramadan geri dönmüştük. “Biz geldik,  Tanrı misafiriyiz, üşüdük,  donduk, yiyecek vermeseniz bile en azından içeri alın, ısınalım” diyememiştik. Kapıya vursak bunları dememize bile gerek kalmazdı belki. Kapıya vurmak için elimi havaya kaldırmış,  bir süre bekledikten sonra vurmadan indirmiştim. İçimde hep “ukde” olarak kalmıştı. Bir gün bu evin kapısını çalmalıydım.

            Şimdilerde o iki katlı, taş duvarlı, çatısı hartama kaplı ev yok. Yerine betonarme üç katlı bir ev yapılmış. Eskiden yol arka tarafından geçerdi, şimdi ise ön tarafından geçiyor. Eskiden tek başına yoldan gelip geçenlere şahitlik ederdi, misafir ağırlardı, şimdi üç beş ev daha yapılmış yanına. Yalnızlıktan,  gariban hikayelerine şahit olmaktan, kışları aç kurt ulumalarından kurtulmuştu artık.

            Çocuklarıma defalarca anlattım bu hikayeyi. Bu evi de,  yoldan her geçtiğimde gösterdim onlara. Bu olaydan tam otuz üç yıl sonra sıcak bir yaz günü çocuklarımla birlikte yoldan geçerken ani bir kararla arabayı evin bahçesine çektim. “Nereye gidiyoruz? “ dedi çocuklar. Sonra ben söylemeden anladılar. “Bu evde alacağım var” dedim. Kapısını çalmam lazım. Bahçede kimsecikler yoktu. Bir plastik masa, beş altı plastik sandalye vardı. Bir tarafta soba yakmak için kırılmış odunlar. Biraz ileride bahçeden toplanarak harmanlanmış fındıklar vardı. Arabadan indik. Doğruca evin kapısına gittim. Kapının kenarındaki zil ilişti gözüme. Hayır, bu zile basmayacaktım. Otuz üç yıl önce bu yoktu. Kapıyı elim ile vuracaktım. O soğukta havada asılı kalan el,  bu gün kapıya inecekti. Tak Tak.. Keyifle vurdum kapıya. Kapı açılmadı. Kimse yok galiba dedim içimden. Şansımı bir daha denedim; “tak!..tak!..” Kapı yavaşça açıldı. Nur yüzlü yaşlı bir teyze belirdi kapıda. “Buyur evladım,  ne istemiştiniz?” dedi.

!......

Ben ne isteyecektim. Ne diyeceğimi bilemedim. Ders çalışmamıştım. Hazırlıksız yakalandım. Yaşlı teyze bu ne istediğini bilmeyen adama tuhaf tuhaf baktı. Sonra bahçede duran eşim ve çocuklarıma baktı.

            Ben nereden başlayacağımı düşünürken, yaşlı amca çıkageldi,  teyzenin arkasından. O da “buyurun evladım” dedi. “Amca ben sizinle sohbet etmek,  bir çayınızı içmek için uğramıştım” dedim.  Biraz tuhafına gitmişti. Fark ettim. Öyle ya yoldan geçen herkesin canı iki lafın belini kırmak istese !...

“Olsun evladım. İçleri buyurun.”

“Hava güzel,  bahçede oturalım.”

“Hanım sen çay koy.”

Ilık yaz günü bahçede oturduk. Çay suyunu koyan teyze de katıldı bize. Bu tuhaf davranışın sebebini açıklaman gerekiyordu. Bir ilkokul talebesinin saflığı ve titizliği ile bir bir anlatmaya başladım.

 

***

 

“Muhsiiiiiiin!..”

“?!...”

“Muhsiiiiiiin!..”

Yine ses yok. Ne oldu bu adama? Oysa hemen arkamdan geliyordu.

Yürürken, ayağımın altında kar birden çökmüş, neredeyse boynuma kadar kara saplanmıştım. Bırakın geri dönüp bakmayı, kıpırdayacak halim bile yoktu. Ayaklarım soğuk, buz gibi suya değince anladım; küçük bir su akıntısı karın altını oymuş, ben de üzerinden geçerken çökmüştü. Ayaklarım soğuktan uyuşmuş, donmaya başlamıştı.

“Muhsiiiiiiin!..”

Yine ses yok. İş başa düşmüştü. Olduğum yerde ileri geri, sağa sola hareket ederek beni sıkıştıran kar kütlesini genişlettim. Kalan son gücümü kollarıma vererek kendimi yukarı çektim. Kendimi kurtarmıştım ama ayakta duracak mecalim kalmamıştı. Olduğum yere yığılıp kaldım. Muhsin ise on beş, yirmi metre geride çantasını başının altına yastık yapmış yatıyordu. Donmak üzere olduğunu tahmin etmek zor değildi.

Bu zemehri günü öğlen saat birden beri tam on bir saattir yürüyorduk. Saat gece on iki olmuştu.

***

Ortaokulu bitirmiştim. Bulunduğum küçük kasabada lise yoktu. Lise için ya ilçeye ya da il merkezine gidecektik. Üç beş öğrenci bir araya gelip ev tutarak okuyacaktık. Okumayı çok istiyordum. Sürekli babamı sıkıştırıyordum; kayıtlar bitecek diye. Ortaokul son sınıfta parasız yatılılık sınavına girmiştim ama hala bir haber gelmemişti. Nihayet bir pazartesi günü babamla birlikte yola koyulduk. Kayıt yaptırmak için ilçeye gidecektik. Köyden kasabaya kadar yürüdük. İlçeye giden dolmuşlarla yetişemedik. Artık şansımıza bir araç geçerse gidebilecektik. Üzüldüğümü gören babam; “üzülme, vardır her işte bir hayır” dedi. Ben bir bakayım deyip yanımdan ayrıldı.

Bir süre sonra babam elinde bir kağıtla çıkageldi. Gülerek;

“Müjde!” dedi. “Yatılı okul kazanmışsın, okul müdürü verdi bu kağıtları. Artık geri dönüyoruz. Yarın İnebolu’ya gideceğiz. Bu hafta kayıtlar bitiyormuş.”

İnebolu neresi, ne kadar uzak bilmiyordum. Önce sevindim. Kalacak yerim, sıcak yemeğim olacaktı. Sonra içimi garip bir hüzün kapladı. Sanki sevindiğime pişman olmuş gibiydim. Ailemden, bütün sevdiklerimden uzun süre ayrılacaktım. Bunu hiç hesaba katmamıştım. Belki de vazgeçmeliydim. Bu karmaşık duygularla köye geri döndük.

***

Üç araç değiştirip iki gün süren yolculuktan sonra varabildik İnebolu'ya. İnebolu deniz kenarında, şirin küçük bir ilçe o zamanlar. Doğal yapısı bozulmamış, güzel ahşap evleri var. Kayıt yaptırırken gördüm ortaokul arkadaşım Muhsin’i. O da bu okulu kazanmış. Birbirimizden habersiz gelmiş, burada karşılaşmıştık. Kayıt yaptırıp, okul ve pansiyon ihtiyaçlarımız alındıktan sonra bizi birbirimize emanet ederek ayrılmıştı babalarımız. Ve böylece başlamıştı iple çektiğimiz hasret yüklü günlerimiz…

Bu yaşa kadar,  bu güne kadar hiç memleketten dışarı çıkmamıştım. Gurbete gidenleri duyardım. Hatta önceleri gurbeti bir yer adı sanırdım. Mesela İstanbul gibi. Şimdi gurbetteydim. Sahi bu gurbet sayılır mıydı? Gurbete giden gelirdi; biz de yol iz bulup geri dönebilecek miydik? Okumak için bu kadar uzağa gitmeli miydik? Ne vardı sanki buralarda? İki üç arkadaş bir ev tutup yarı aç,  yarı tok, kirli pasaklı okur giderdik memlekette. En azından hafta sonu evimize giderdik; taze süt içerdik, sıcak ekmeğin içine mis gibi tereyağı koyardık. Kuzinenin fırınına patates koyardık. Ne bileyim ağaçlardan elma,  armut,  ceviz, töngel toplardık. Ceplerimize alıç yemişleri doldururduk. Oysa simdi ceplerimiz ayrılıklarla,  hasretle doluydu. Nasıl boşaltacaktık?

Pansiyonda kalan bu kırmızı yüzlü kavruk çocukların hepsi Anadolu’dan gelmişlerdi. Erzurum ve Bayburt’tan gelen çoğunluktaydı. Bu iki şehrin çocukları o kadar rahattılar ki... Biz sudan çıkmış balık gibi kıvranırken sanki bu çocuklar gurbet için yaratılmışlardı. Sonradan öğrendik ki bu çocuklar ortaokulu da yatılı okumuşlar. Bu yeni hayata,  bu ayrılığa dayanamayan arkadaşlar oldu. Beş altı arkadaşın okulu bırakıp kaçtığına şahit olduk. Belki bunu üç katı kadar arkadaşı da terminalden geri çevirdik. Laf aramızda Muhsin de bir kaç defa kaçmaya teşebbüs etti. Bir defa terminalden,  bir iki defa da yoldan çevirdik.

Yemek kuyruğuna,  banyo kuyruğuna,  harçlık kuyruğuna, kantin kuyruğuna girmeyi öğrendik. Hatta ikinci teneffüste simit kuyruğuna da girerdik. (Aradan otuz beş yıl geçti hala o simidin tadını ve kocaman simit sepetini boynundan asan kısa boylu hafif kilolu simitçi abiyi unutamıyorum)

İşte böyle tesbih gibi çektik hasret dolu günleri. Dört gözle bekledik karne tatilini. Sayılı günler gelip geçti birer birer. Kar yağdı özlemlerimizin üzerine. Belki ağaçtan alamadık ama,  İnebolu pazarından elma,  armut ve töngel aldık. Pazarcı teyzeler öğrenciyiz diye poşetimize fazladan meyve koyardı.

Ve nihayet o gün geldi. Yolculuk zamanı…

***

Uykulu,  uyuşukluk,  üşümüşlük hali içinde indik otobüsten. Önce temiz, buz gibi soğuk bir hava çarptı yüzümüze,  sonra aynı soğukluk ile yaktı ciğerlerimizi. Saat sabahın dört buçuğuydu. Yerler kütür kütür buz. Düşmemek için kollarımızı denge çubuğu gibi iki yana açarak hareket edebiliyorduk. Muavin valizlerimizi verdi. Otobüs kıtır kıtır buzları kırarak, arkasında bembeyaz bir duman bırakarak hareket etti. Muhsin,  İdris,  Enver ve ben inmiştik. Aynı okuldan aynı yöne giden dört kişi. Ağzımızdan yükselen buharın soğuk hava ile teması; palyaço gibi kıpkırmızı bir burun hediye etti bize. Soğuktan içimiz titredi. Sağa sola bakındık. Her yer kapalı. İleride yolun kenarında, yolcuların beklediği “Durak Çay Ocağı” vardı. O da kapalı haliyle. Çay ocağının yanında bir fırın vardı. Açık olduğunu fark ettik. Jilet gibi keskin ayaza inat sığınacak bir yer bulmuştuk.

Karne tatili için eve dönüyorduk. Tirebolu’da inmiştik otobüsten. Altmış kilometre yolumuz kalmıştı. Tirebolu’dan dolmuş ile gidecektik. Her gün üç beş tane dolmuş kalkardı. Yolcuların yoğunluğuna göre kalkan dolmuş sayısı değişirdi. Hele bir sabah olsun.

***

Mis gibi taze ekmek kokusu fırının içini doldurmuştu. Kürek, hamur ile fırına giriyor, kızarmış somun ile çıkıyordu. Fırıncıların maharetini keyifle izledik. Gün ağarmış,  sabah olmuştu. “Fırın gibi sıcak” fırından çıktık. Sahil olmasına rağmen her yer kar ve buzla kaplıydı. Durak Çay Ocağı açılmıştı. Tahsin abi çay kazanının altını yakmıştı ama ortalıkta henüz kimse yoktu. Tahsin abi bizim köydendi. Yıllar önce gelip Körliman’a yerleşmiş,  bu çay ocağını açmış, yolcu simsarlığı yapıyordu. İşi gayet iyiydi. Yolcular çayı kendileri koyup içerlerdi. Kimseye çay parası sormazdı. İsteyen ocağın yanındaki kutuya parasını bırakırdı. Bir süre sonra Tahsin abi çıkageldi. Merakla sorduk;

“Abi kar çok,  Kürtün’den minibüs geliyor mu?

“Yok! Bir haftadır yol kapalı. Duyduğuma göre Kürtün’e üç metre kar yağmış, grayder açamamış,  dozerle açılabilirmiş.”

“!?...”

Tahsin abi ne rahat söylemişti. Ne kolay söylemişti. Müjde verir gibi. Yol kapalıydı,  açılma ihtimali de yok gibiydi. Yapma Tahsin abi. İçimizde beş aydır biriktirdiğimiz özlemin üzerine bu kışı,  bu karı,  bu buzu doldurma. Bu kış gününde,  bu ayazda bizi sıcak ve diri tutan umudumuzu söndürme. Alacağı cevabı belli, cılız,  rengi kaçmış bir ses tonuyla sordum:

“Abi yol açılmaz mı? Bir hafta olmuş.”

Sanki umudumuzu söndürdüğüne pişman olmuş gibi;

“Belki bu gün açılır.” dedi. “Bekleyin…”

            Beklemek çaresizliktir. Beklemek tevekküldür. Biz hangisini bekleyelim. Çaresiz beklemeye başladık. Çay ocağının öbür yanında küçük salaş bir esnaf lokantası vardı. Üzerinde metal sürahi, metal su bardağı, kirlenmiş tuzluk bulunan üç tahta masa,  tahta sandalyelerden ibaret bu ilkel lokantada çorba niyetine tavuksuz “tavuksuyu” çorbası içtik. Bu gün yiyip,  yiyebileceğimiz rızık buydu herhalde.

Ara sıra çay içip beklemeye devam ettik,  gözümüz yolda... Yol açılmaz ise ne yapacağımızı konuştuk. Farklı güzergâhları tartıştık. Hatta yürüyerek gidelim diyen de oldu. Ben “yol açılana kadar burada kalalım,  otel var.” dedim. Anlaşamadık vesselam. Tartışarak beklemeye,  yolu gözetlemeye devam ettik.

Bir iki saat sonra umutlarımız kadar beyaz bir dolmuşun geldiğini gördük bizim yoldan. Nasıl sevindik. Minibüs çay ocağının kapısında durdu. Üç beş kişi indi. Hemen nereden geldiğini sorduk. Doğankent’den geliyormuş. Bizim yol üzerinde bir kasaba. Bu gün yol oraya kadar açılmış. Bizi Kürtün’e kadar götüreceğini söyledi.

“Yol açılmamış,  nasıl götüreceksin?” dedim.

“Bu gün açılır ben götürürüm” dedi.

Ben inanmadım. Arkadaşlar “gidelim” dedi. “Ya yol açılmaz ise…”  “Yürüyerek gideriz” dediler. Bu arada gelen iki yolcu ile altı kişi olduk. Şoför boş dönmek istemiyordu. Benim gitmeye niyetim olmadığını bildiği için diğer arkadaşları ikna etmeye çalışıyordu. Başardı da.

Az sonra beyaz minibüse binip yola dönmüştük. Kartpostallar da görsen gıpta ile bakacağın bu muhteşem kar manzarası içinde yolculuktan zevk alamıyordum. Nereye kadar ve nasıl gidecektik. Doğankent’e gelince kaptan emmi ücretleri istedi, sonra da “Yol açılmış mı? bir öğrenip geleyim siz bekleyin” dedi ve gitti. Bekledik. Gelmez dedim, parayı da aldı.       Gelmedi.

Yürüme gitmeye karar verdik. Vermez olaydık. Hatta bundan sonra hiç karar vermemeliydik. Hayatımızın en büyük hatasını yapıp bu üç metrelik karda,  kışta yürüme yola döndük.

***

          Altı arkadaş tek sıra halinde yürüyorduk. Zira kasabaya gelip gidenlerin yapmış oldukları yarım metre derinliğindeki izlerden yürüyorduk. Dar bir kanal haline gelmiş bu izlerde iki kişinin yan yana yürümesi mümkün değildi. Saate baktım,  öğlen bir suları idi. Harşit vadisi boyunca yürüdüğümüz için güneş dağın ardında kaybolmaya başlamış, gölge doğu tarafındaki dağın yamacına yukarı yükselmeye başlamıştı. Gölgenin düşmesi ile birlikte soğuk daha fazla hissediliyordu.

            Hepimizin elinde birer küçük çantamız vardı. Bu dar kanalda yürürken çantaları yanımızda tutmamız mümkün olmadığı için sırtımıza atmış bir elimizle tutarak yürüyorduk. Bir süre sonra elimiz uyuşunca diğer elimize alıyorduk.

            Bir süre konuşmadan, ağzımızdan çıkan buhara aldırmadan, mavimsi bir ayazın hakim olduğu vadide ayaklarımızın altında gıcırdayan kar seslerini dinleyerek yürüdük. Belki bir,  belki iki saat mütemadiyen yürüdük. Kimse konuşmadı. Herkes içinden bir durum değerlendirmesi yapıyor olmalıydı. Kimse söylemese de,  gittikçe herkesin yüzünden endişe seziliyordu. Ayaz ısırmaya başlamış,  ayaklarımıza dolan kar ılımış; su olup köpürmüştü. Pantolonumuzun paçaları ıslanmış,  ayazın etkisiyle donmaya başlamıştı. Biz yine de belden altımız kara gömülmüş gibi kıvrılarak yürüyüp gidiyorduk. Bir süre sonra mola verdik. Karın üzerine yan yana oturduk. Muhsin ile ben diğer dört arkadaştan on kilometre daha uzağa gidecektik. Yani yolumuz daha uzundu. Ben arkadaşlardan müsaade istedim. İkimiz daha hızlı yürüyerek gitmek için guruptan ayrılarak yola döndük.

            Ben önde,  Muhsin arkada yürüyorduk. Bir süre sonra yol kenarlarında tek tük rastladığımız bacalarından gökyüzüne doğru gri dumanlar bırakan, içinde hangi hikayelerin anlatıldığı, hangi sohbetlerin demlendiğini bilemediğimiz evleri geride bıraktık. Artık ayak izleri de kalmamıştı. Ben önde bata çıka gidiyorum,  Muhsin de benim izimden geliyordu.

            Islak ayakkabımız donmaya başlamış, sertleşince her iki yanından çatlamış,  delinmişti. Akşam ayazının etkisiyle, kardan ıslanan pantolonumuzun diz kısmı hariç paçaları donmuş,  soba borusu gibi olmuştu. Yüzümün,  burnumun kızardığını,  gözlerimin önünün,  elmacık kemiklerimin üzerinin soğuktan çatladığını hissediyordum. Akşam olmuştu. Hava kararmak üzereydi. Yaklaşık yirmi metre geriden gelen Muhsin’i bekledim. Geldi. Yolun on metre aşağısındaki evi işaret ederek;

             “Bu son ev,  bundan sonra Taşlıca köyüne kadar yol kenarında başka ev yok. O köy de çok uzak. İstersen bu eve misafir olalım.” Dedim.

            Muhsin bitkin bir haldeydi. “Olur” anlamında başını salladı. Evin kapısına kadar indik. Kapının önünde beklemeye başladık. Cesaret edip kapıya vuramadım. Utangaç bir çocuktum. Muhsin’e kapıyı çalmasını söyledim. O da benim gibi utangaç. “Olmaz,  sen vur!” dedi. Kapının önünde öylece dikilip kaldık. Muhsin’i bilmiyorum ama ben içimden dua ediyorum; dışarı birisi çıksa,  bizi görse diye. İnsanlık ölmedi ya elbette bizi içeri alır misafir ederlerdi.

            Tam bilemiyorum ama uzunca bir süre bekledik,  kimsecikler dışarı çıkmadı. Biz de kapıyı çalacak cesareti bulamadık.

“Haydi!..” dedim Muhsin’e. “Madem cesaretimiz yok gidelim.”

Bu aslında bir tehdit idi. Yorulmuş olan Muhsin “ yok gidemeyiz,  ben kapıyı çalarım!..” diyecek ve işi halledecektik.

“Tamam gidelim o zaman.” Dedi.

?!...

            Tekrar yola çıktık. Muhsin’e baktım. Gitmeye hazır. Açlık,  susuzluk,  yorgunluk,  vakit akşamı geçmiş, yol uzun…. Yok gidemeyiz.  Durumu bir bir anlattım. Tekrar evin kapısına döndük. Yine aynı sahne. “Kapıyı sen çal? “

Bütün cesaretimi toplayarak kapıya yaklaştım. Sağ elimi yumruk yapıp kapıyı çalmak için kaldırdım.

***

            Ayışığı vardı.  Bu derin Harşit vadisinde gece maviye çalmıştı. Ayaz bir berberin elindeki ustura gibiydi. Kar,  Harşit çayının üzerini bir yorgan gibi tamamen örtmüş,  derinlerden akan suyun iniltileri duyuluyordu. Ben önde Muhsin arkada yeniden yola revan olmuştuk. Küs iki insan gibi burnumuzdan soluyarak yürüyorduk. Soğuktan karın yüzeyi buz tutmuş,  batmıyordu. Yalnızca ayağımızın altında kıtır kıtır kırılan üst tabakanın sesi duyuluyordu.

            Yine cesaret edememiş, son evin kapısını çalamamıştık. Bu eziyeti,  bu açlığı,  bu yorgunluğu, bu ayazı,  bu ürkütücü manzarayı,  şu karşıda kurt gibi duran ağaç kökünden korkmayı, donarak ölmeyi,  velhasıl başımıza ne gelecekse hepsini hak etmiştik. İşte bu sinirle,  bu hırsla,  bu düşünceyle yürüyordum.

            Yürüdük. Loş,  mavi,  derin bir karanlığın içine yürüdük.

            Bize ışık tutmayan dağın yamaçlarını aydınlatan ay ışığına inat yürüdük.

            Önceleri kurda,  ayıya,  çeşitli vahşi hayvanlara benzettiğimiz,  daha birçok hayvana benzetilmesi hayal gücünüze kalmış; dağın yamacında üzerine kar yağmış ön tarafı açık ağaç kütüklerinden artık korkmadığımızı haykırırcasına yürüdük.

            Açlığa,  susuzluğa inat yürüdük.

Sabahın köründe içtiğimiz çorbadan sonra tek lokma yememiştik. Açlığa inat yürüdük.

            En önemlisi umutsuzluğa yürümüştük. Geri dönüş yoktu. Adımlar kısalmış,  bacaklar çekmez olmuştu. Dengem yavaş yavaş bozuluyor,  her adım atışımda yığılacakmışım gibi oluyordum. Gece saat on olmuştu. Yolun üst kenarında koltuk gibi çıkıntının üzerine oturdum. Yirmi otuz metre geriden Muhsin geldi. O da oturdu. Çok bitkin görünüyordu. Denemek istedim. Karşı yamaçta üzerine kar yağmış, meyilli araziden dolayı ön tarafı karanlık gözüken ağaç kökünü işaret ederek;

“Bak ! Karşıda  ayı var!..”  dedim.

Umurunda bile değildi. “Len boş ver,  senin başka işin yok mu?” dedi. O da korkmuyordu. Onun da umudu tükenmişti. Öyle ya ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmazdı.

            Artık umudum tamamen tükenmişti. Ayağa kalkacak gücüm yoktu. Bu yolun,  bu yolculuğun sonu ölümdü. Ölümden korkmuyordum. Biraz daha çabalayıp, bir iki kilometre yol gidecek ve oralarda bir yerde dizlerimizin bağı çözülecek, karın üzerine düşecektik. Sonra tatlı bir uyuşukluk bedenimizi kaplayacak,  uyku bastıracak,  kanımız yavaş yavaş vücudumuzdan çekilecek, artık açlığı, susuzluğu bir daha hissetmeyecektik. Sonra kaskatı kesilmiş bedenimizin üzerine kar yağacak,  soğuğun etkisiyle capcanlı gibi görünen gözlerimiz buz tutacak,  son nefesi almaya çabalarken gücü yetmeyerek açık kalmış ağzımıza kar dolacaktı. İçinde sanki hazine varmış gibi ta başından beri bazen sırtımızda taşıdığımız,  bazen sürüklediğimiz çantamız yanımızda bize hiç bir faydası olmadan öyle duracaktı. Sonra yolu açmaya gelen dozer karları sağa sola savururken acaba bize zarar verir miydi? Benim yokluğuma herkes çok üzülecek, böyle trajik bir olay sonucunda ölmüş olmam onların acısını ikiye katlayacaktı. Evde unuttuğum gömleğimi “oğlum kokuyor” diyerek üzerine giyen Hz. Yakup gönüllü,  kendi öz evlatlarından katbekat daha fazla beni seven babaannem bu acıya kesinlikle dayanamayacaktı. Birden irkildim. Düşüncelerimi Muhsin duymuş muydu? Yok yahu sesli düşünmemiştim. Belli etmemeliydim. Bir iki kilometre daha gidebilirdik.

            Harşit çayının karşı tarafında çatısı çökmüş bir ev dikkatimi çekti. Derenin üzeri kar ile kaplanmıştı. Pekala yürüyerek karşıya geçebilirdik. Yanımızda çakmak vardı. Ateş yakabilirdik. Muhsin’e fikrimi söyledim. “Tamam” dedi. Bin bir zorlukla kalktım. Ayaklarım uyuşmuştu. Muhsin de kalktı. Derenin kenarına indik. Karın altından inanılmaz bir su çağıltısı geliyordu. Muhsin’e baktım. “Önden sen git” der gibiydi. Önden hep ben gitmiştim. “Bismillah” deyip ilk adımı attım. Sanki kar ayağımın altında zezeleye tutulmuş gibi titriyordu. İkinci adımı kaldırdım... Birden vazgeçtim. Karın altından akan suyun gümbürtüsü korkunç geliyordu. Suyun çıkardığı ses üzerindeki karı titretiyordu. Her ne kadar ölümden korkmasak bile korkacağımız bir şeyler varmış demek ki; karanlıkta buz gibi suyun içine düşmek,  sonra akıntının hızıyla taşlara çarparak can vermek. Aman Allah'ım!.. Geri döndüm. Muhsin “ne oluyor?” der gibi yüzüme baktı.

“Kar delinirse suya düşeriz. Bahara kadar cesedimizi bile bulamazlar” dedim.

Tekrar yola çıktık. Takati kalmamış bacaklarla yürümeye başladık. Gecenin ayazında artık ceketimizin etekleri de buz tutmuştu. Daha kötüsü umutlarımız da buz tutmuştu. Bir kaç yüz adım gittikten sonra Muhsin durdu;

“Ben gelmiyorum!”

“?..

“İstersen sen gidebilirsin...”

“Niye?”

“Gücüm kalmadı,  biraz daha yürüsek bile bir yere varamayacağız. Kendimize daha fazla

eziyet etmeyelim. Zaten donacağız!”

Adam haklı. Benim de umudum yok gibiydi. Ama ilk “kral çıplak” deme cesaretini Muhsin göstermişti. Bana da teselli etme rolü kalmıştı.

“Pes etmek yok. Taşlıca köyüne az kaldı, şu ilerdeki gıranı aşınca köye varacağız.”

Tekrar yola koyulduk. O gıranı aştık. Sonrakini de aştık. Köy yoktu. Olmadığını ben de biliyordum, ama Muhsin bilmiyordu. 

Yolun tam ortasında kara saplanıp kalmıştı mavi renkli BMC. Ağır, hantal, kara direksiyonu sayesinde kullanan bütün şoförleri bel fıtığı etmişti eskilerin bu efsane kamyonu. İkimiz de tanıdık Ecevit amcanın BMC’sini. Kapılarını kontrol ettik; kapalıydı. İçine girip biraz olsun soğuktan korunma hayallerimiz suya ( doğrusu kara) düşmüştü.

“Bundan bize fayda yok dedim,  haydi gidelim.”

“Olmaz,  ben gelmiyorum. Arabanın kapısını açacağım.”

“Nasıl olacak?”

“Taş ile camı kırıp içeri gireceğim.”

“Taşı nereden bulacaksın?”

“!..”

            İki üç metre kalınlığındaki karı hesaba katmamıştı Muhsin. Ama yılmadı. Soğuktan yarı donarak kanca gibi olmuş elleri ile karı eşeledi. Taa ki gücü tükenene kadar. Sonra sırtüstü uzandı beyaz döşeğe. Sık sık nefes aldı,  ağzından beyaz buharlar çıkıyordu. Hiç müdahale etmeden, tek kelam söylemeden izledim. Yeterince dinlendikten sonra çantasını alıp geldi yanıma. Ağır ağır yürüdük.

“Köye ne kadar kaldı?” dedi.

“Az kaldı.”

“Yine yalan söyleme,  beni kandırma.”

“Yok kandırmıyorum,  az ilerde Şıhlı Rampası var,  orayı tırmandık mı köydeyiz” dedim.

Sessizce, sanki bir şeyleri ürkütmekten çekinir gibi yürüdük. Küçük ve cılız adımlarla yürüdük. Nihayet meşhur Şıhlı Rampasına gelmiştik.

            Hani şu ayağımın altında karın çöktüğü,  boynumdan aşağısının kara saplandığı yere. Muhsin’in çantasını yastık yapıp donmak üzere olduğu yere.

***

            Tam onbir saattir yürüyorduk. Açlığın susuzluğun, soğuğun sınırların zorlamıştık. Ya da bütün bunlar bize tahammül etmişti. Tahammül… daha nereye kadar?

            Nefes almam düzelip kendime gelince, yığılıp kaldığım yerden doğruldum. Muhsin hala yatıyordu. Bir kaç defa seslendim. Cevap vermedi. Nefesim yettiği kadar kuvvetlice bağırdım:

“Muhsiiiiiiin!”

“Ne var?..”

“Kalk gidiyoruz!”

“?”

“Sana dedim!”

“?”

“Muhsin sana dedim. Haydi gidiyoruz.”

  Zayıf, hırıltılı bir sesle “ Sen git,  ben gelmiyorum” dedi. Israr ettim;

“Sen gelmezsen ben de gitmiyorum.”

“Sen bilirsin?”

Bu tehlikeli bir cevaptı. “Sen bilirsin...”  Ne halin varsa gör demekti. Sen de öl demekti. Canın ne isterse onu yap ama bana bulaşma demekti. “Sen bilirsin” demek hayattan vazgeçmekti. Alttan almalıydım. Yalvardım;

“Bak az bir yolumuz kaldı. Şu rampayı çıktık mı köydeyiz. O kadar yolu sürünerek bile gidebiliriz. Hadi kardeşim.”

“Sen git. Yürümeye gücün varsa git. Beni bekleme. Ben sana hakkımı helal ettim.”

“!..”

Arkadaşım sona gelmişti. Demek donuyordu. Benim onu bırakıp gitmemin bir önemi yoktu. Böyle durumlarda “beni bırakma” denirdi. Sen git derken bana bir şans veriyordu. Onu bırakamazdım. Hele yolun sonuna gelmişken. “Yolun sonu” bana göre başka,  Muhsin’e göre başkaydı. Her yolu denemeliydim. Kızdım, bağırdım, yalvardım ve sonunda ikna edebildim.

“İki şartım var” dedi.

“Nedir?”

“Benim çantamı da sen alacaksın. Bir de oturalım dediğim yerde oturacağız.

“Tamam!” dedim.

Rampaya döndük. Yedi sekiz adım atıp oturuyoruz. Nihayet rampayı tırmandık. İlerideki virajda feneri ışığı gördük. Muhsin sevinçle;

“Bak,  birisi var orada, feneri ışığını gördün mü?”

“Gördüm.” Dedim.

            Arkadaşıma yeniden can gelmişti sanki. Artık daha canlı yürüyordu. “ Bu sefer doğru söyledin Baki,  hep beni kandırıyordun “ dedi.  Virajda,  elinde av tüfeği bulunan yaşlı bir amca ile karşılaştık. Biz yaklaşırken feneri üzerimize tutuyordu. Öyle ya bu karda kışta,  bu saatte iki çömez tıfıl nereye gidiyordu? Selam verip yanından geçtik. “ Siz kimsiniz,  nereden geliyorsunuz?” dedi ama duymamış gibi davrandık. Virajı dönünce köyün ortasına düşmüştük. Küçük bir dereyi geçince yolun kenarında bulunan kahvehanenin kapısına geldik.  Nefes nefese kalmıştık. Biraz durup dinlendik. Üzerimizdeki kıyafetler donmuş,  üzerine kar yapışmıştı. Sadece eklem yerlerimize gelen kısımlarda buz yoktu. Bu halimizle yarı kardan adam gibiydik. Biraz temizlemek istedik ama donmuş olan ellerimizle beceremedik.

 Kahvehanenin ahşap kapısının aralığından dışarı ışık süzülüyordu. Dışarı taşan seslerin uğultusuna bakılırsa içerisi dolu olmalıydı. Kapıyı itip içeri girdik…

Kahvehanenin içi tamamen dolu idi. Saat gecenin biri olmasına rağmen kimse evine gitmemişti herhalde. Oturacak boş sandalye bile yoktu. Kimi okey,  kimi pişti oynuyor, kimisi de izliyordu. Bu avare kış gününde milletin yapacak ne işi olabilirdi ki?  Biz içeri girince herkes oyunu bırakmış dikkatle bizi izliyorlardı. Henüz televizyonların olmadığı,  yolları karın kapattığı bu günlerde haber ayaklarına gelmişti. Bu karda,  buzda neredeyse gecenin sabaha evrildiği demde damdan düşercesine donmuş iki çocuğun içeri girmesinden daha önemli haber olabilir miydi? Torunlarına bile anlatabilecekleri evladiyelik bir olaydı. Şimdi sıra bu iki çocuğa soracakları soruları hazırlamaya gelmişti. Hele oturacakları bir yer bulsunlar.

            Çatırtılar çıkararak yanan demir sobanın yanına doğru yürüdük. Sobanın yanında iki delikanlı bir de yaşlı amca oturuyordu. Boş sandalye yoktu. İki genç sandalyelerini bize verdiler. Oturduk. Ocağa bakan orta yaşta pos bıyıklı abi hemen iki çay getirdi. Sonra sobanın üst kapağını kaldırarak bir kaç parça odun daha attı. Çayı bir yudumda içtim. Soğuktu. Muhsin’e baktım; o da bir yudumda içmişti. İkinci çay da soğuk gelince canım sıkıldı. Ocağa doğru dönüp baktım; çaydanlık kara tren gibi ıslık çalıp buhar püskürtüyordu. Tam beş bardak çayı beş yudumda içtim. Sonra yavaş yavaş yakmaya başladı. Bu kahvehanedeki herkes sağır ve dilsiz gibiydi. Kimseden ses çıkmıyordu. Zor soru hazırlamakla meşguldüler herhalde. “Yiyecek var mı?” Diye sordum. “kraker var” dedi kahveci. Olsun getir dedim. Üzerimizdeki buzlar çözülmüş, eriyen sular sobanın altındaki çukurda birikmeye başlamıştı.

            Nihayet birisi sessizliği bozdu:

“Kimsiniz,  nerden geliyorsunuz?”

Kısaca anlattık durumu. Münasebetsizin teki;

“Gidecek misiniz?” diye sordu.

“Misafir eden olmazsa gideriz.”

            Bize sandalyelerini veren iki genç “ kalkın,  gidiyoruz” dediler. Çayların parasını ödeyip çantalarımızı aldılar. İçlerinde biriktirdikleri soruları sormalarına fırsat kalmadan apar topar çıktık içerden. Yolun üzerindeki eve girdik. Gençlerden biri ötekine “sen yiyecek bir şeyler hazırla ben sobayı yakayım” dedi. Ölümün kıyısından dönen biz,  az sonra karnımızı doyurmuş, ıslak elbiseleri sobanın kenarına asmış,  donmaktan uyuşmuş ayak ve ellerimizi ovuşturuyorduk. Bir kaç parça eşyası ile iki yatakları bulunan bu iki genç köy öğretmeni bizi misafir etmişti.

***

            Sabah gözlerimi açtığımda, bir süre nerede olduğumu, ne yaşadığımı hatırlayamadım. Sağa sola baktım. Yanımda Muhsin yatıyordu. Evet, dün gece geç yatmıştık. Kalkıp üzerimi giyindim. Dışarı çıktım. Gökyüzü oldukça berrak, güneş bütün ihtişamı ile arzı endam etmiş, etrafta göz kamaştıran bir beyazlık vardı. Hava ılıktı. Derin derin nefes aldım. Bir süre etrafı seyrettim.  Bizim geldiğimiz taraftan köye doğru beş altı kişi geliyordu. Yan taraftan çocuk sesleri duyuluyordu. Evin önünden okulun bahçesine geçtim. Teneffüs olmalıydı, çocukların bir kısmı kartopu oynuyor, bir kısmı kardan adam yapmaya çalışıyorlardı. Bu gün Cuma, karne alacaklardı. Öğrencilerin en mutlu olduğu gündü.

            Yol, okulun önünden geçiyordu. Köye gelenler bizim dün yolda ayrıldığımız arkadaşlardı. Hemen seslendim. Durup bana baktılar. Şaşırmışlardı.

“Bekleyin, biz de geliyoruz!”

Hemen gidip hâlâ uyuyan Muhsin'i kaldırdım. O giyinirken, okula geçtim, öğretmenler karneler ile uğraşıyorlardı. Beni görünce gülümsediler. “Kalktınız mı?” dedi birisi. “Evet” dedim. “Biz gidiyoruz.”  “Kahvaltı yapacaktık, sizi bekliyoruz, bak sobanın üzerinde çayı bile demledik.” diyerek kocaman demir sobanın üzerindeki çaydanlığı gösterdi. Zahmet etmişlerdi, bu yüce gönüllü insanları kırmak içimden gelmiyordu ama yolda arkadaşlar da bekliyordu.  Durumu anlattım, defalarca teşekkür ettim, müsaade istedim. Kabul ettiler. Muhsin ile beni uğurladılar.

            Kafileye katılıp yeniden yollara düştük. Karın üstü güneşin etkisiyle ılımıştı ama altı donmuş olduğundan fazla batmıyordu. Bu sefer sıcacık güneş, doyumsuz kar manzarası eşliğinde yürüyorduk. Bir gecede bir birimize anlatacak o kadar çok şey yaşamıştık ki. Bize bu köye kadar nasıl geldiğimizi sordular. Uzun hikaye dedim. “Siz nerede kaldınız?”  Şu kapısını çalamadığımız evde kalmışlar. Yol uzun, bizim hikaye uzun, hem yürüdük hem anlattık.

***

            Kasabada babamla karşılaştım. Beni görünce hem sevindi hem de şaşırmıştı. Yolun açılıp açılmadığını öğrenmek, bizden haber alabilmek için kasabaya gelmişti. Beraber eve döndük. Babaannem beni görünce sevinçten deliye döndü. “Demek yol açıldı, seni bana kavuşturan Allah'a kurban olurum” dedi. “Yol açılmadı anne” dedim.

 (Babaannem kendisine anne dememizi isterdi. Ona göre, babaanne, büyükanne, nine kelimeleri uzak akrabalık terimleri idi. Biraz da bizi annemizden kıskanırdı. Bu yüzden bütün kardeşlerim, amca çocukları hepimiz babaanneme “anne” derdik. O bu anneliği fazlası ile hak ediyordu. Bütün köy çocuklarının annesi idi. Evimiz o zamanlar yol kenarında idi. Yoldan geçen çocuklu kadınları durdurup, çocukları severdi.)

Beni dizinin dibine oturttu. “Yol kapalı dedin, anlat hele nasıl geldin?” dedi. Satır, satır, cümle cümle anlattım, sıra geçmeden olay atlamadan, bıkmadan usanmadan anlattım. Ben anlattım, o ağladı. Akşamüstü utandığımız için evin kapısını çalamadığımızı söyleyince  “eyvah” deyişi vardı, buz tutmuş Harşit çayının üzerine yürüdüğümüzü anlatırken, “ suya düşecek yavrularım” demişti, mavi BMC nin içinde kalmaya karar verdiğimizi duyunca “donacaklar!”, ayağımın altında kar çöküp, göğsüme kadar kara gömüldüğümü duyunca yumruk yaptığı sağ elini, sol avuç içine vurarak “ Kemal yetiş oğlum ölüyor!”  deyişi vardı ki unutamam. Ben anlattım, o ağladı, sarıldı, kokladı, öptü beni. Gözlerini silerek;

“Kemal!”  dedi.

“Ne var ana!”

“O iki ogretmeni bul getir bana.”

“Ne yapacaksın?”

“Onlar oğlumu misafir ettiler, ben de onları misafir edeceğim, teşekkür edeceğim, gözlerinden öpeceğim.”

Babam o öğretmenleri bulamadı. Hafta sonları yakın olduğu için memleketlerine gidiyorlarmış, pek çarşıya gelmezlermiş. Bir gün babam öğretmenleri alıp getirmek için o köye kadar gitti .O sene okullar tatil olunca tayin olup gitmişler. Babaannem onları misafir edemedi, ama isimlerini dahi hatırlayamadığım o iki güzel insanı dualarından hiç eksik etmedi.

                                                                                             Baki ÇALIŞIR

73304032_10221927242269415_4186355952565354496_n.jpg

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.