Cübbeli Hocanın bilinmeyen yönleri

Cübbeli Hocanın bilinmeyen yönleri

Babası, Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü'nün çocukluğunu anlattı. 3 Ahmet'ten biri olan Cübbeli'ye bu ismi kim taktı? İşte Cübbeli Hoca'nın çocukluk yılları...

Cübbeli Ahmet Hoca’nın babası Yusuf Ünlü, Risale Haber’e oğlunun çocukluk yıllarını anlattı. İşte o söyleşiden bir bölüm:

"Evet, camide büyüdü diyebiliriz. Bir gün İsmailağa Camisi eski halindeyken, kar yağmış ve merdivenler buz tutmuş, biz Efendi (Ömer efendi benim hocam)  ile beraber merdivenlerden iniyoruz. İnerken Ahmet benim elimden fırladı, fırlayınca merdivenlerden kaydı ve düşer gibi oldu ama ben tuttum. Elimden kaçtığı için de biraz kızarak poposuna vurdum. Baktım Efendi “ona dokunma” dedi. Dedim “efendim bakın ne yapıyor, rahat durmuyor” dedim. Onun üzerine “sen onun terbiyesini bize bırak” dedi. Yani o zaman henüz beş yaşındaydı.

İKİ AHMET DAHA VARDI ONU “CÜBBELİ” DİYE ÇAĞIRMAYA BAŞLADIK

Ondan sonra ben Ahmet’in yetişmesine hiç karışmadım. Camiye de ara sıra ben götürüyordum. Orada Fahri efendi vardı, terzilik yapan bir arkadaş, hem de Efendinin hizmetinde bulunuyordu. Ahmet ile birlikte iki Ahmet daha vardı, birisi de onun Ahmet idi, bir de bir doktorun Ahmet’i vardı. Onların içinde sadece bizim Ahmet cübbeli idi, yani ta o yaştan ben ona cübbe giydirmiştim ve o nedenle üçü içinde onu farklı ifade etmek için “Cübbeli” diye çağırıyorduk. Yani, Ahmetler ayırt edilsin diye böyle bir isim takmıştık.

yusuf_unlu_4.jpgKendisi de cübbeli dolaşmayı çok severdi, hiç çıkarmazdı. İmam Hatipten Mehter Takımı evin önünden geçerken, evimiz cadde üzerindeydi, bizim Ahmet onu görürdü ve annesinin sabahlığını giyer kafasına sarık sarar ve mehterler gibi yürürdü.  Kibritlerden cemaat yapar birini imam yapardı ve onlara namaz kıldırırdı. Daha o yaşta bütün dünyası bununla doluydu. Camiyi, namazı, dindarlığı çok seviyordu.

Daha o yaşlarda Amenerresuluyu öğrenmişti. Bir gün ille “okuyacağım” dedi. Daha beş yaşındayken, güzel de ezberlemişti. İsmailağa camisinde yaşı küçük diye oradaki sofular okutmak istemediler. Biz de ara sıra Mehmetağa camisine götürmeye başladık. Orada Halit hoca vardı. Biz camiye gidince Halit hoca onu gördüğünde hemen ona Amnerresuluyu okuttururdu. Yatsı namazı sonrasında. O da okumayı çok severdi. “İlle okuyacağım” derdi.

Ahmet orada onların yanında yetişti. Aynı zamanda ilkokulu da okuyordu. Dördüncü sınıftayken bir gün memlekete götürmek istedim. Daha o yaşına kadar hiç memlekete götürmemiştim. Hem sıla-i rahim olur hem oraları görür diye. Götürmeden önce Ahmet’e dedim “bak oğlum, sana güzel elbise alacağım, şalvarı çıkar, böyle güzel elbiseler giy öyle gidelim, orada eş dost var, seni güzel görsünler” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Yeni elbiseleri aldık o da itiraz etmedi giydi.
Benim o zaman Mercedes arabam vardı. Çoluk çocuğu doldurduk gittik. Ondan önce şunu söylemem gerek. Ahmet daha o yaşlarda “emr-i bil marufa” çıkardı, İsmailağada’ki  sofular onu devamlı alıp götürürlerdi, Malatya’ya, Kayseri’ye, diğer illere onlara nasihat ederdi.

10 YAŞINDA “SELATİN CAMİLERİNDE VAAZ EDER” DİYE MÜFTÜLÜK BELGE VERDİ

O zamanlar kaç yaşındaydı?

On yaşındaydı ve o yaşta onu götürüyorlardı. Buradaki camilere de götürüyorlardı, buralarda da vaaz ediyordu. Üçbaş medresesinde ve diğer yerlerde konuştururlardı. En son “seni Sultan Selim’de konuşturalım” dediler. Birincisinde müsaade ettiler, oranın baş imamı vardı, Ömer efendi o müsaade etti konuştu. İkincisinde ikinci imam çocuk diye razı olmadı konuşmasına…

O zaman Fatih müftüsü benim arkadaşımın eniştesiydi. Ona söylemişler, işte “bırakmıyorlar” diye. O da “gelsin bir imtihan edeyim” demiş. İstanbul Müftüsüne de anlatmış durumu. Aldım götürdüm. Müftü imtihan etti, imtihan sonunda Ahmet’e belge verdiler. “Selatin camilerinde vaazeder” diye… Daha on yaşındayken. Edirnekapı, Sultan Selim gibi camilerden istediği camide sohbet edebilir diye belge vermişlerdi. Ona rağmen Sultan Selim camisinin ikinci imamı gene izin vermemişti. Bunun üzerine cemaat ona çok tepki gösterdi, hatta hakarete varan sözler söylediler. “Neden konuşturmuyorsun” diye. Her neyse böyle bir konumdaydı o zamanlar. Daha on- onbir yaşlarındaydı.

ELBİSESİNDEN DOLAYI KENDİNİ HASTA GÖSTERMİŞTİ

Öyle bir durumda memlekete gittik. Memlekette enişte vardı. O da orada hatırı sayılır bir insandı. Ona “Enişte buranın camilerinde Ahmet’i konuşturalım” dedim. “İyi olur gelsin konuşturalım” dedi. Gittik, çocuk hiç dışarı çıkmıyor. Annesi hasta diye yanında tutuyor. Yani bize öyle söylüyorlar. Neyse, Müftüye söylemişler, “böyle böyle biri var vaaz verdirelim istiyoruz” diye. O da “tamam olur versin ama vermeden önce bir bana gelsin onu göreyim, nasıl bir şey, ne anlatacak, burası küçük yer her türlü fitne olur” demiş. Biz de “Peki” dedik.

Ama çocuk hiç dışarı çıkmıyor. Nasıl edeceğiz, memleketten döneceğiz hiçbir yeri görmedi. Hanıma dedim “hanım bu çocuk hiçbir yeri görmedi biz döneceğiz hiç dışarı çıkmadı, bunun hastalığı ne zaman bitecek?” Baktım hanım “hastalık bahane aslında o kılık kıyafetinden dolayı dışarı çıkmıyor. Babam beni kıyafetimle mi düzeltecek, kıyafetle insan değişir mi diyor” dedi. “Ben şalvarlı, cübbeli bir Ahmedim. Babam böyle kabul ederse eder, yoksa ben çıkmam, babam kırılmasın diye sesimi çıkarmadım, ben hasta olayım, yatayım gideceğimiz zaman kalkar gideriz” demiş. Bir de “babama söyleme” diye de annesine tembihlemiş.

Öyle deyince ben de “yav nasıl isterse öyle gelsin” dedim. Bunu nasıl duydu hastalık-mastalık kalmadı, giydi şalvarını, cübbesini fırladı geldi. Müftüye gittik, “selamün aleyküm” “aleykümselam” geliş sebebimizi anlattık. Müftü, bana döndü “siz mi vaaz edeceksiniz?” dedi. “Hayır bizim mahdum edecek” dedim Ahmet’i gösterdim. Dedi “olur mu kardeşim, bir çocuğa vaaz verdiremeyiz, ben böyle bir şey yapamam, sonra nasıl açıklarız” dedi. Ben bir şey demedim sadece “siz bilirsiniz müftü efendi” dedim.

O sırada orada büyük bir cami var o caminin müezzini de yaşlı bir adamı getirmiş. “Hocam bu falan hocadır. Camimizde sohbet etmek istiyor” dedi. Müftü ona birden “bu çocuk da vaaz etmek istiyormuş” dedi. “Her geleni biz kürsüye çıkarırsak olmaz” dedi. Müezzin getirdiği hocayı biraz tanıtmaya çalıştı. Sonra çocuğu görünce birden değişti. Ahmet’i göstererek dedi “hocam varken bize söz düşmez.” Müftü şaşırdı bu sefer.

Onun üzerine Müftü döndü Ahmet’e sormaya başladı “senin bir hazırlığın var mı? Cemaate ne anlatacaksın? Bir ayet bir hadis biliyor musun? Neden bahsedeceksin?”

Ahmet; “Müftü bey” dedi “burası benim babamın memleketi, sıla-i rahim için ziyarete geldik, bana sohbet et dediler, o nedenle benim bir hazırlığım yok” dedi. “Allah ne söyletirse onu söyleyeceğim” dedi. Peki, o zaman şöyle sorayım “ne konuda sohbet edeceksin? Konusunu söyle barı” dedi. O da “gelirken babam biraz bahsetmişti buranın manevi hastalıklarından, faiz, içki, kumar illeti fazla yaygınmış onlardan bahsedeceğim” dedi. O da “bu konularda ayet, hadis biliyor musun? Bir iki tane söyler misin?” dedi. “Müftü efendi” dedi. “Ben inşallah konuşunca söyleyeceğim, fakat Allah söyletirse söyleyeceğim. Şimdi size bu hususta bir şey söyleyemem”  dedi.

Müftü ne yaptıysa, yapacağı sohbet konusunda herhangi bir cevap alamadı. Alamayınca Müftü bu defa şüphelenmeye başladı. “O zaman bunu mihrapta konuşturalım ben de yanında dururum bir yanlışı olursa düzeltme imkânımız olur” dedi. Neyse çıktılar… Ahmet konuşmaya başlayınca Müftünün bütün endişeleri gitti, merkezi sistemle diğer camiler de bağlıydı. O gün ilçede günün konusu olmuştu. Ve camiden çıkınca Müftü “ne kadar iftihar etseniz azdır, önce ben bir tiyo alamadım ne yaptımsa kendini belli etmedi, ama konuşunca açıldı, açıldıkça konuştu, fevkalede güzel şeyler anlattı bu çocuk bizi şuurlandırcı konuşmalar yaptı, şimdi inanın elini öpmek istiyorum” dedi. Çocuğu hayli methetti…

İNGİLİZCE ÖĞRETMENİNİN ŞAŞKINLIĞI

Ahmet, ilkokulu bitirdikten sonra Fatih Koleji’ne gönderdik, oraya devam etmeye başladı. O zaman malum sağ-sol kavgası vardı. Hep takdir alıyordu. Hiç çalışmazdı, hocaların anlattıkları ile sınava girer ve hep başarırdı. Hatta bir gün İngilizce Hocası ile İngilizce konuşurken hocası sormuş “sen nerden ders alıyorsun? Bunları nasıl öğreniyorsun?” diye sormuş. O da “hocam sizden aldığımı size veriyorum, başka yerden öğrenmiyorum.” Bunun üzerine velisini çağırmışlar. Velisi eniştem gitmiş, ona da sormuşlar “bu nerden öğreniyor” diye. O da “bir yerden öğrenmiyor, zaten evde de çalışmıyor, sizin öğrettiklerinizle öğreniyor” demiş.

İlkokuldaki bir hadisesini anlatayım isterseniz. İlkokul üçüncü sınıfta ben erken işe gittiğimden farkında değilim, o çantayı eve bırakıyor doğru İsmailağa’ya… Üçü bitirdi dörde geçtiğinde anası “yahu bu hiç okula gitmiyor, bu sene sınıfta kalır” dedi. “Nasıl gitmez. Sen anası değil misin? Sahip çıksana” dedim. Dedi “ben gitmesi için çok uğraşıyorum ama o çantayı bırakıyor, ben camiye gidiyorum diyor.” Gitmiyor. Onun üzerine benim işyerimin, yani fabrikamın yanında, Ali Ülker İlkokulu var Maltepe’de, oranın müdürü benim arkadaşım, bir gün ona dedim “Hüseyin abi, bizim oğlan hiç okula gitmiyormuş, devamsızlıktan sınıfta kalmasın, sen mümkünse müdür beye söyle devamsızlıktan sınıfta bırakmasınlar, bundan sonra üzerine düşelim devam etsin.”

AHMET ÇALIŞKAN TALEBEM, ÇOCUKLARA HEP İSLAMI ANLATIYOR

Onun üzerine okul müdüründen randevu aldı ve birlikte okuluna gittik. Müdürle görüştük ve durumu anlattık. Müdür, hocasını çağırdı, bayan bir öğretmendi. Ona durumunu anlattım. “Çantayı bırakıp okula gitmiyor, durumundan biraz bahseder misiniz?” dedim. “Yok” dedi “sizin yanlışınız var, Mahmut’un (diğer adı Mahmut) hiç devamsızlığı yok” dedi. Biz şaşırdık, “Nasıl olur hocam anası söyledi”. “Yok hep geliyor” dedi. “Hem Ahmet çalışkan talebem, fakat çok konuşuyor, çocuklara hep İslamı anlatıyor, hep Müslümanlığı anlatıyor” dedi. “İstersen bir de arkadaşlarına soralım geliyor mu? Gelmiyor mu?” diye. Birlikte sınıfına gittik. Ben o gün gitmeden önce kendisine tembihlemiştim “okula git ben bu gün okula geleceğim” diye.

Sınıfa girdik. Yanımda Ali Ülker’in müdürü de var. Sınıfta hoca bizi talebelere “Mahmut’un babası” diye tanıtınca birden çocuklar bağırmaya başladı “Mahmut bizim hocamız… Mahmut bizim hocamız…” diye tezahürat yapmaya başladılar. Onun üzerine hoca el işareti ile susturduktan sonra dedi, “Mahmut’un babası Mahmut’u soruyor, okula gelmiyormuş, Mahmut’tan arkadaşları memnun mu diye soruyor” dedi. Bunun üzerine çocuklar hep bir ağızdan “memnunuz” diye cevap verdiler.
Orada biri geldi, pardesumun eteğini çekerek “amca, amca” dedi.  “Buyur yavrum” dedim. “Bu Mahmut var ya, bana Allah’ı, Peygamberi tanıttı” dedi. “Biz hep onunla konuşuyoruz, ondan ders alıyoruz, ama hocamız bize kızıyor, ‘niye çok konuşuyorsunuz’ diyor” dedi.
Hulasa, öğretmeni “devamsızlığı yok sadece bu çocuklarla çok konuşuyor, biraz çocukların dikkatini dağıtıyor o kadar başka bir problem yok” dedi. Biz de “tamam o zaman, mesele yok” dedik.

Yine kolejde ikinci sınıfta idi. O dönemde dediğim gibi sağ sol meselesi var, o orada da çocukları toplar cumaya götürürmüş. Bu kolej şimdikiyle ilgisi yok. Farklı bir kolej, o nedenle hocalar bunun talebeleri camiye götürmesinden rahatsız olmuşlar ve şikâyet etmişler. Bir gün bana “baba seninle biraz görüşebilir miyim?” dedi. “Buyur oğlum” dedim. O dönemde hem koleje gidiyor, hem de İsmailağa’da Arapça dersi alıyor. Dedi “baba burada ders yok, hep laklakla geçiyor. İsmailağa’da da ilerleme yok, ben hızlı öğreniyorum ama diğerleri geç öğrendikleri için onları beklemem gerekiyor. Böyle okursam ancak, bir cami imamı veya bir müftü olurum” dedi. “Peki sen ne olmak istiyorsun?” dedim. Dedi, “ben bu ilimlerde ihtisas sahibi olmak istiyorum, bu İslami ilimleri çok iyi öğrenmek istiyorum.”

Bunu söylerken kaç yaşındaydı?

13-14 yaşlarındaydı. “Görüyorum hocaları bir netice yok, farklı bir gelişme sağlayamıyorlar” dedi. Ben bir şey diyemedim. Neyse o günlerde Rize’nin Tütüncüler köyünden Resul hoca diye biri gelmiş. Ben tanımıyorum, öyle diyorlar “Resul hoca gelmiş Arapça okutuyor” diyorlar. Orada bunların dersine de giriyor ve bunlara ders okutuyor. Bir miktar böyle devam edince Resul Hoca bizim Ahmet’in farklı olduğunu fark ediyor. Ahmet de Resul hocanın farklı olduğunu anlıyor ve ona vuruluyor, adeta aşık oluyor. Ahmet fırsatı kaçırmadan Resul Hocaya “hocam ben seninle gelsem beni okutur musun?” demiş. O da “neden olmasın” diye kabul ediyor. Ve birlikte Efendiye (Ömer hocama) durumu anlatıyorlar. Efendim Ahmet’i yanından ayırmak istemiyor ama gideceği yeri de bildiği için orası ilim yeri, birşey diyemiyor. Bana daha sonra anlattığında böyle ifade etmişti. “Bir şey diyemedim” demişti. Ahmet bana söylemeden önce meseleyi annesine açıyor. “Ben hocamla gideceğim” demiş. Daha orta ikide. 1975-76 senesinde

Etiketler :