Mehmet Gündem kime veda etti?

Mehmet Gündem kime veda etti?

İnsan koleksiyoncusu bir yazar geçtiğimiz günlerde hem baba olmanın hem kitap sahibi olmanın sevincini yaşadı ama kitabında hüzün ve arka kapağında bir veda yazısı vardı...

Kübra ve Büşra kardeşlerin röportajı

'Biriktirdiğim en kıymetli şey insan. Yıllarımı 'insan galerisi' oluşturmakla geçirdim. Hafızamda binlerce insanın yüzü var' diyen 'İnsanlık Hali' kitabının yazarı Mehmet Gündem

“Aynaya bakınca hoş bir hüzün görüyorum.” İnsan aynaya baktığında kendini hüzünlü görmek ister mi? bunu bilemiyorum ama Mehmet Gündem öyle diyor. 'Hoş've 'hüzün' bana sanki yeni bir eşleştirme, zıt gibi geliyor. İnsanlık Hali içinde bol hüzün barındıran merhamet duygusu baskın bir kitap. Yönelttiği sorularla da insanın değerini artırıyor. Ama yazar yazılarından daha mesafeli ve ciddi. Mehmet Gündem pazartesi röportajlarını yıllardır yapıyor ve insanlara soru yöneltiyor. Ama soruyu sadece işinde değil hayatında ve kendisine de soruyor belki de en acımasız olanlarını. Kübra



18 yıldır soru sormayı meslek edinmiş bir isim Mehmet Gündem. Şimdilerde çıkan yeni deneme kitabı 'İnsanlık Hali'in yazarı aynı zamanda. İnsanlık Hali, kendi içinde mütevazı, iddiasız, cilasız bir isim. Ama içinde insanı vicdanı ile başbaşa bırakan, egoları yüzünden adalet mahkemesinde sınıfta kalan insana sorularla çengel atan bu 'iddialı' kitabın yazarı ile konuştuk. Roller değişti, Mehmet Gündem bu kez soru soran değil cevap veren kişi oldu. Malta Köşkü'nde, sakin, mesafeli, durgun elektriğiyle sorularımıza cevap verdi. Ahmet Selim'in kitabın giriş bölümünde kullandığı 'kalbiyle akleden' insan tabirine ne kadar yakındı. Sorduk ve öğrendik. Büşra

Son kitabınız 'İnsanlık Hali'nde insanın hangi hali öne çıkıyor?

İnsanlık Hali ilk duyan için , “insanlık halidir mazur gör” gibi olumsuz bir şey çağrıştırıyor. İnsanın eksik yanları ve hataları karşısında sığınak tarafı gibi algılanıyor. Halbuki ben bu “insanlık hali”ni insanın doğallığı, hatta pozitif yüzü olarak algılıyorum. İnsanlık hali, insan olmakla ilgili. Bana çok sempatik ve insani hallerimizi ifade eden bir söylem gibi geliyor.

Ama içinde hüzün barındırıyor. Pozitiflik bunun neresinde?

Evet ama hüzün mutluluğun karşıtı değil ki. Hüzün kelimesine biraz fazla dram yükleniyor. Halbuki ben hüznü insana çok yakıştırıyorum. İnsan olmak, Hatemilerin de dediği gibi çok 'laylaylom' birşey değil, insan olmak insanın içinde, oldukça derinlerde bir şey.

HAYATIN MERKEZİNDE 'ÖTEKİ' İNSAN VAR

Neden Hüzün?

Çünkü hüzün bizi sakinleştirir, içe ve dışa aynı derecede duyarlı oluruz. Şöyle düşünün; büyük bir ödül vermek için dünya sahnesine çıkarıyorlar. Ödülü alırken gözyaşlarınız size inat akar ve cümle kurmakta zorlanırsınız. Siz hüzünden gözyaşı döküyorsunuz, yani sevinçten hüzünleniyorsunuz.

Yani hüzün öteki insanları anlamayı kolaylaştırır... Öyle mi?

Evet. Hüzün sizde yer bulduğunda içinizle dışınız arasında benzerlik oluyor. Davranışlar ve sözler dışınızdır ama bu yansımalar içinizle irtibatlı olduğunda kendinize ve insana yabancılaşmıyorsunuz. Onların başarıları, sevinçleri, hüzünleri sizi ilgilendirmeye başlıyor. Bir de insanlık halinde merkez-çevre ilişkisi kendisini farklı gösteriyor. Genelde insan kendisini merkeze koyar ve her şeyin onun etrafında döndüğünü zanneder. Oysa insanlık halinde merkezde insan vardır ama bu insan merkezi işgal etmez, merkezi başkalarına ikram eder.

Yani?

Bencil değil paylaşımcıdır, ben merkezli değil, biz merkezlidir. Çünkü dünya bizim etrafımızda hiçbir zaman dönmedi. Olmayanı ve olmayacak olanı istemek insanın kendine yaptığı büyük bir zulümdür. Aslında kendini beğenen insan başkalarını beğenemez. Bu da insanın tek kalması ve her türlü tehlikeye açık olması anlamına geliyor.

Neden kendini beğenen başkalarını beğenmesin ki?

İnsan beğenme yeteneğini kendinde tükettiğinde başkalarında beğenecek bir değer görmez de ondan. Onları sıradanlaştırır ve kendine tapınmaya başlar. Merkeze “benliği” değil “insanı” koymak gerekiyor.

Yani hüzün bunları çözüyor öyle mi?

Bu tür durumlarda tutunabileceğimiz anahtar kavramlardan birisidir hüzün.

Hayat Dersleri'nde kırk yaş metaforunu ele almışsınız. Pişmanlıktan, keşkelerden, ihanetten bahsediyorsunuz. Var mı yaşamınızda keşkeler pişmanlıklar?...

Her durumda her şey daha farklı olabilirdi. Keşke “daha iyi değerlendirebilseydim” sözü hep vardır. Şimdiki idrakime 15 sene önce sahip olsaydım hayatı bu kadar ciddiye almazdım. Kırk yaş kendimi sorguladığım kritik bir zaman. “İnsan kırk yaşına girdiği halde hayrı şerrine galip gelmiyorsa cehennemde yerini hazırlasın” diyor bir Hadis-i Şerif. Bu benim için oldukça ürpertici bir durum. Hayatta iki şeyden çok korkarım; biri kul hakkı, ikincisi ise nankörlük yani şükürsüzlüğe düşmekten.

Bu kitabın kendi içinde şükür anlamı mı var?

Şükür bizim her halimiz. Bu kitabın da bir anlamı elbette bu. Hem şükretme, hem de isyandan sıyrılıp şükür yolunu gösterme… Çünkü bugün insanlar mutlu olmak için değil, mutsuz olmak için bahane arıyorlar. Penceremden görünen tüm iyileri yansıtmaya çalışıyorum. Bu iyilerin içinde insanın ölümlü yaşaması da var.. Yani hayatla ölümün iç içeliği. Bakın hayatta her şey geçiyor, ne büyük acılar kalıcı ne de büyük mutluluklar. Kalıcı olan yaşanmışlıktan oluşan bir insanlık hali.

Kitabın arka kapağında veda yazısı var. Kime veya neye veda?

Ben her anı vedaya hazır yaşamak istiyorum aslında. Hatalarıma, günahlara, bazı yanlış düşüncelerime, davranışlarıma veda etmek istiyorum.

Fiziksel bir gidiş değil öyleyse…

Değil. Benim için mekandan gidiş bunun dışında ve daha küçük bir şey.

Erken değil mi peki?

Bunu bilemezseniz ki. Ne zaman erken olacağını ya da geç olacağını. Ne kadar yaşayacağımı, ne yaşayacağımı ben bilmiyorum ki. O yüzden hayatı hovardaca değil, temkinle yaşıyorum. Emanet duygusu da canlı tutulmalı…

Bir yerden niye gidersiniz?

Bir insandan, mekandan, düşünceden ve histen giderim vakti geldiğinde. Bir yer sizi kendine benzetmeye çalışıyorsa o zaman giderim. Çünkü; insan kendi hususiyetlerini yitirdiğinde, esir düşer ve anlamsızlaşır ve hızla yok olur. Siz kendiniz olarak kaldığınızda insan için, kurum için anlamlısınızdır. Bizde hem kurumsal ilişkilerde hem de beşeri ilişkilerde insanı esir alma mentalitesi öne çıkıyor. Esir düşmem kaçarım.

İNSANLARDA HAYAT BİLGİSİ YOK

Peki bir insandan ne zaman gidersiniz?

O insanın hiç bir işine yaramadığımda. Sözümün, tavrımın, fikrimin, duygularımın duvara çarptığını düşündüğüm zaman. Varlığınız bir anlam taşıdığında size hiç değilse teşekkür ederler, “Allah razı olsun” derler. Bu söz artık sizi muhatap alarak söylenmediğinde yol açılmış demektir, siz artık orada kimsenin bir işine yaramıyorsunuzdur.

Bu çok yorucu bir şey. Her zaman bir insanın işine yarayamayabilirsiniz…

İşi yaramaktan kastım mekanik bir şey değil. Ben sık sık soruyorum kendime; acaba kaç insanın aklına “ilk çare” olarak benim adım geliyor. Yani kaç kişiye böylesine bir güven verebildim… Bugün en yakınlarımız bile sorunlarını bize anlatmakta yeterince cesur değiller, çünkü onlara o güveni vermemişiz. Ben bunu reddediyorum. Çünkü kimsenin işine yaramamak kötü… Bunun için de biraz yorulmak gerekiyor.

Peki sizin gibi insanlar var mı çevrenizde, derdinizi dinleyen?

Derdiniz olunca dinleyen de oluyor. Dinlemek ve anlatmak iki taraftan da tutuyor insanı. Hayat tek yöne akan bir ırmak değil.

Daha çok kendi özelinizden çıkmış yazılar, bu sadece sizin insanlık haliniz değil mi?

Benim halimle bizim halimiz aynı aslında. Bulunduğumuz toplumsal ve kültürel ortam, ilişkiler de aynı. Ben sadece görünür kılıyorum, yaşadıklarımıza ad koyuyorum. Zaten okurda hiçbir metni başkasının metni diye okumaz, kendi iç tercümesinden geçirerek okur.

Kimlik olarak yazının ardına saklanmak mı bu?

Hayır, ben zaten ordayım…

Kitapta ilginç yazı başlıkları var. Bunlardan biri “İnsan İnsanın Ne İşine Yarar?” İşe yaramak, insana maddesel bir yaklaşım değil mi?

Hayır, insanın insanda nasibi vardır. İnsan insan için hem rahmettir, hem de imtihan. İkisi de insanı kendine getirir gerçekte.

Bu duygusallık sizi gerçeklerden uzaklaştırmıyor mu?

Hayır, çünkü bu duygusallık değil, duyarlılık. Ben insanın duygulu olmasından değil duygusuz olmasınden korkuyorum. Mekanik olandan, güzel bir manzara karşısında etkilenmemesinden, dilenen bir çocuk gördüğünde içinin ürpermemesinden korkarım.

Bu kadar hisli ve yoğun düşünmekten yorulmuyor musunuz?

Duyarlılık insanı yorar ama duyarsızlık ise önce süründürür sonra da öldürür.

Kendinize en çok hangi soruyu soruyorsunuz?

Yıllardır röportaj yapıyorum ve soru soruyorum. Gazete bana sorularım için maaş veriyor, cevaplarım için değil. Son yıllarda bu 'iş' sorularından başka kendime sorular sormaya başladım; 'insan olmanın neresindesin, üzerinde ne kadar insanın hakkı var, kaç tane insanın katilisin, kaç kişide büyük hayal kırıklığı oluşturdun, sana güvenilir mi, insan için rahmetmisin, imtihan mı, kaç kişinin aklına ilk çare olarak gelir adın… diye soruyorum…

Var mı bu soruların cevapları?

Kendimce cevaplarım var, ama sorular devam ediyor. Galiba hayat devam ettiği sürece de soracağım.

Ahmet Selim sizi “Hem gönül insanı hem de kalbiyle akleden insan” olarak tanımlamış. Bu yorum size ne düşündürüyor?

Ahmet Selim Bey'i tanıyanlar bilir; O kendi gibi görmek istediği için böyle lütufkâr bir ifade kullanmış. Çok güzel ama bana büyük gelen bir hüsn-i zanda bulunmuş…

“Bütün büyük yenilgiler insanın kendine yenilgisiyle başlar” diyorsunuz. Yenilgilerde ne yapıyorsunuz?

Yenilgi yaşamışsam o yenilgiyi tekrarlamamak için anlamlı bir cümleyle kenara koymaya çalışıyorum. En büyük imkân aynı yolda yürümüş başka insanların yaşanmışlıktan gelen tecrübelerine ulaşmak… Çünkü her şeyin bilgisi, görgüsü bize verilmiyor, bize verildiği kadar başka insanlara da veriliyor.

Peki kendinize yenildiniz mi hiç?

Çok. Büyük yenilgiler ve travmalar yaşamadım ama her gün birkaç tane travmaya tanık oluyorum, her yaştan her seviyeden insanda.

Neden travma yaşıyoruz sizce?

“Hayat Bilgisi” olmadığı için. Başlarına bir şey geldiğinde nasıl davranacaklarını, onu hangi duyguyla karşılayacaklarını bilmiyorlar. Hayat bilgisi olmadığında insan çok donanımsız kalıyor.

İnsan hayatı biliyorum diyebilir mi? Siz biliyor musunuz mesela?

En azından bilmediğimi biliyorum. Hayatı biliyorum iddiasında değilim, aksine bilmiyorum iddiasındayım. Çünkü bilmediğinizde ya bilen bir metin ya da bilen birisini arıyorsunuz.

İddiasız olmak bir kaçış gibi…

Hayır iddiasızlık huzurlu bir formül.

Pazar yazılarında işten insana kaçıyorum

Pazar yazılarınız deneme ağırlıklı. Ama ertesi gün çıkan Gündemdekiler de çok farklı bir Mehmet Gündem var, yoğun olarak siyasi alanın içinde yer alıyorsunuz. Bu durum birbirine zıt değil mi?

Evet. Pazartesileri yayınlanan Gündemdekiler'de daha siyasi ve haftanın gündemine dönük, dışımızla ilgili şeyler. Orada özgürlük, demokrasi, insan haklarından yana, statüko ve darbenin karşısında bir sayfa profili var. Orada karşınıza bütün bunlara direnen bir kişilik çıkar…

Peki ya pazar yazıları…

Aslında ikisinde de direnç, isyan ortak nokta. Birinde dış dayatmalara, ezberlere, istilaya, diğerinde de iç çöküntü ihtimaline, duyarsızlığa, insansızlaşmaya karşı gelişiyor.

Fakat Pazar yazıları yeni bir tarz gibi…

Pazar yazılarında dış ilişkilerde yıpranan insanın içe dönerek kendini yeniden bulma gayreti var. Esasen ben insan olma gerçeğini kaybetmemeye çalışıyorum. Bu açıdan Pazar yazıları benim sığınağım. Orada hem kendimi hem de başkalarını anlamaya çalışıyorum.

İnsanlara 'insan olmayı' mı öğretiyorsunuz?

Hayır, ben öğretici değilim, kendi çapımda insan olarak kalma, değişmeme çağrım var. Hakikati ilan ediyorum, kurtuluş reçetesi veriyorum demem, insan böyle olunur gibi ukalalık yapmam.

Bu yoğunluktan sıyrılmak istediğiniz de sığındığınız liman neresi?

Oradan kaçmayı hiç istemedim. Belki de orası benim kaçtığım yer. Kaçtığım yerden yeniden kaçmama gerek kalmıyor.

Hoş bir hüzün var insanda...

Kitabın son bölümünde ölüm yazıları var. Ölümü ne kadar düşünüyorsunuz?

Ölümü bir gelecek projesi görecek kadar düşünüyorum. Ölüm fikrini seviyorum. Ölümlü olmak bana çok sempatik geliyor. Ölümü kendi başına düşündüğünüz zaman kaos, belirsizlik çağrıştırıyor ama hayatı veren bir gün sizi ölümle de tanıştırıyor. Yani verme ve alma durumu... İkisinin de sahibi biz değiliz.

İnsanı anlamlı kılacak bir kırılma yaşamadınız mı hayatınızda?

Hayır. İnsan benim için hep önemli ve öncelikli oldu. Ağlayan, gülen, yürüyen, koşan, düşen, kalkan insandan etkilendim. Sık sık insan yüzlerine bakıyorum. En sevdiğim ve beni düşündüren fotoğraf insan yüzünü öne çıkaran fotoğraflar. Biriktirdiğin en kıymetli şey insan. Yıllarımı bir anlamda 'insan galerisi' oluşturmakla geçirdim.

Galeri derken…

İnsan biriktiriyorum. Yani insan koleksiyonu yapmaya çalıştım. Bunda mesafe aldığımı da düşünüyorum. Hafızamda binlerce insanın yüzü var.

Yok mu başarısızlıklarınız?

Var tabi. Mesela bazı dostlarım benim gözümden ve gönlümden düşmese de ben onlardan düştüm. Ama hatayı kendimde arıyorum. İnsanlar bana güveniyorlar, ama sonra hayal kırıklığı yaşıyorlar. Bu da beni çok rahatsız ediyor…

Aynaya bakınca ne görüyorsunuz? Yorgun bir yüz ya da…

Hoş bir hüzün görüyorum. Ben öyle görmek istiyorum ama ayna gerçekte onu mu gösteriyor bilemiyorum.

En çok hangi kavramları kullanırsınız hayatta?

İnsan, inşa, hüzün, mutluluk, şükür, düş, mefkure, anlamak, masum, siz…

Düş kurar mısınız?

Çok… Düşleriniz olmazsa kendinizi değiştiremezsiniz. Düş kurmak, var olandan başka seçeneklere de ihtimal vermek demektir. Yeni şeylere talip olma egzersizi yapmak lazım. Veda ya da göç onu da bunun içine oturtuyorum.

İnsanlık Hali kelimesinde mütevazı bir anlam var. Ama kitap daha entelektüel bir seviyeye hitap ediyor. Bu tezatlık değil mi?

Ama biz her insanı ilk görüşte basit algılarız. Onunla konuştuğumuzda, içini açtığımızda derinliklerine vakıf oluruz. İnsanlık hali kitabıyla insan aynı sadelikte karşılıyor.

(Yeni Şafak)

Kaynak:Haber Kaynağı