MOSSAD ve Abdi İpekçi'nin bildiği tutsaklığın öyküsü

MOSSAD ve Abdi İpekçi'nin bildiği tutsaklığın öyküsü

HÜRHABER, görevini yapmak için Şam'a giden Hürriyet muhabirinin MOSSAD tarafından kaçırılıp 125 gün işkence gördüğünü ortaya çıkardı. İşte sadece MOSSAD ve Abdi İpekçi'nin bildiği tutsaklığın öyküsü...

RÖPORTAJ: M. FATİH GEDİMAN / MURAT HAZİNE / HÜRHABER

SUNUŞ: Ferhan Ekti... Hürriyet ve Milliyet Gazetelerinde yıllarca muhabirlik yaptı. Gazetecilik mesleğini icra ettiği Güneydoğu bölgesinde iken, geçimini sağlamak için Ortadoğuya giden Türk işçileri ve durumlarını araştırmak üzere birçok kez yurtdışına çıkarak, gurbette ekmek parası peşinde koşan vatandaşların durumunu gözler önüne seren haberler yaptı.

Yine bu seyirlerden birisini yapıyordu ki, Şam'da haberlerini oluşturmak üzere gerekli ziyaretleri gerçekleştirdikten sonra kaldığı otele geldi. Odasının kapısını açtığında artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı...

O gün Ebu'l Kasım isminde bir Suriyeli ajana benzediği için daha önce hiç görmediği kişiler tarafından kaçırılan Ekti, bu benzerlik yüzünden Hayfa Askeri Cezaevine gelecek ve burada tam 125 gün geçirecekti…

Gazeteci Ferhan Ekti'yi bulduk ve Türkiye'de kimsenin ruhunun bile duymadığı MOSSAD zindanlarında geçirdiği kanlı işkence günlerini konuştuk.

TÜRK FİLMİ GİBİ BAŞLAYAN BİR HAYAT

Muhammet Fatih Gediman: Ferhan bey; öncelikle anılarınızı bizimle paylaşmayı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Şimdi öncelikle sizinle ilgili internette bir ön tarama yaptık. Döneminizde internetin olmayışı ve sonrasında sizin mesleği bırakmış olmanız nedeniyle haliyle sizinle ilgili bir bilgi bulamadık. O yüzden sizi kendi ağzınızdan tanıyalım. Ferhan Ekti kimdir?

Ferhan Ekti: Ben teşekkür ederim. Tabi ki; 1948 Diyarbakır doğumluyum. 6 yaşında tanıdığım babam, Diyarbakır’ın eski zenginlerindendi. Kaçırarak evlendiği annemle (aney diyerek anıyor) çok güzel bir yaşantı içerisindeyken 2 ablam ve abimden sonra annem bana hamileyken bir üvey anne olayı ortaya çıkıyor. Babam hayatına yeni bir kadının girmesi ile anneme de şiddet uyguluyor çocuğunu düşürmesi bir çocuk daha yapmaması için. Ben doğduğumda 40 günlükken bu kadınla evlenmek üzere annem ve çocuklarını kapı dışarı ediyor. Daha sonra annem Diyarbakır’da o zamanki düşkünler evine müracat etmeye karar veriyor. Bir arzuhalciye “Devlet bize bakmakla yükümlü” anlamında bir dilekçe yazdırıyor. Okuma yazması olmadığı için tunçtan pirinçten mühür yaptırıp bastırıyor. Daha sonra Belediye Başkanı tarafından bize Dar’ül Aceze’de bir oda verildi. 6 yaşıma kadar orada kaldık. O dönemde Gazete mecmuası, çakmak gazı gibi şeyler satıyordum. Bu sırada annem beni okula yazdırdı. Bir akşam, bütün arkadaşlarımın annesi ablası babası geldi hepsi onlarla evlerine gittiler. 



Ben de eve geldiğimde Annem namaz kılıyordu. Kürtçe ona “Anne babam yok mu?” dedim. Başında bir tülbent vardı onunla gözyaşını sildi ve “Baban var. Babasız değilsin. Senin baban Diyarbakır’ın namlı bir kişisi. Yarın sizi babanıza götüreceğim” dedi. Tabi biz ablamla çok heyecanlandık. Ertesi gün bizi İslamın ilk mabedlerinden olan Ulucami'nin yanındaki bit pazarına götürdü. Annem 70-80 metre uzakta durdu ve “uzakta görünen pala bıyıklı adam sizin babanız” dedi. Gittik ablamla aynen Türk filmlerindeki gibi “Amca sen bizim babamızsın” dedik. Sert bir tavırla “Adın ne senin dedi” Ben “Ferhan” dedim. Ablam da adını söyledi. “Sizi ananız mı gönderdi?” dedi. Elini cebine attı ve bize harçlık paralar verdi. Bunu gören annem uzakta gözyaşı döküyordu ve hemen onun yanına geldik. Annemize sarıldık. “Anne” dedim. “Ölene kadar ben bu parayı harcamayacağım” Ve 55 yıldır o parayı (Gümüş yeni kuruş ve 1 lira 25 kuruş) hala yanımda saklarım. Ve bana babalık etmeyen babaya Allah benim kazancımı yedirmeyi nasip etti.

GAZETECİLİĞE BAŞLANGIÇ

Gazeteciliğe nasıl başladınız?

O süreçte validemle birlikte geçti yıllarımız. Diyarbakır’da okurken bir yandan Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde Hürriyet Gazetesi’nin bürosuna gidip geliyordum. Gazeteciliğe heves ediyorduk. Fakat tabi çok zor durumda ve babadan yoksun olduğumuz için dilendiğimiz zamanlar da oldu. Bir gün hiç unutmam Teravih namazında, 6 yaşımdayken elini öpmeye gittiğimiz anda babamın yanında olan arkadaşlarından birisi geldi. Bize o dönemde 1 ay yetecek kadar para vermişti. Kahvelerde garsonluk falan derken Gazete bürosunda karar kıldık. Gel zaman git zaman değerli bir abimiz vardı. Hürriyet muhabiri ve Diyarbakır büro şefiydi o dönem; Ömer Karacadağlı. O ve Aziz Korkmaz ile birlikte çalışmaya başladık. Aziz bey de bir röportajdan dönerken arabasında ölü bulundu. Kimin yaptırdığı bulunamadı. Söylentilerle tarihe gömüldü.

Taşrada çalışma usulü nasıldı? Maaş sistemi, merkezle bağlantılar vs. anlamında…

Biz orada maaşlı değil pirimle çalışırdık. Gazetelerde o dönem öyleydi. Sözleşme , kadro gibi kavramlar yoktu. Hatta en son Milliyet Gazetesi’nde, Cağaloğlu’nda ,Sami Kohen’den  bir personel kartı almış ve gazeteci olduğumuzu ancak öyle hissetmiştik. O kart ile Suriye, Irak gibi ülkelere artık daha rahat gidip gelmeye başlamıştık.

TÜRK İŞÇİLER İÇİN BAŞLAYAN YOLCULUK

Irak ve Suriye demişken buralara daha çok hangi haberleri takip etmek için gidiyordunuz?

Suriye’de o dönem Türkiye’den giden Ermeniler vardı. Oradaki Ermeni arkadaşları, yani Türkiye’den giden ya da kaçan (adı her nasıl konursa) bu Ermeni arkadaşları ve bir de Beyrut’a çoğunlukla Mardin’den giden Türk işçilerin durumlarını aktarmak üzere gidiyorduk.

Kaçırılma olayına gelelim isterseniz. Bu haberleri yaptığınız sırada mı oldu , nasıl gelişti olay?

1971-72 yıllarında yine Hürriyet Gazetesi’nde çalışırken Diyarbakır’dan Suriye’ye Şam’a geçtim.

Hemen bu noktada bir şey sormak istiyorum. O dönemde Hürriyet Gazetesi’nin yönetim kadrosunda kimler var?

Hürriyet Gazetesi o zamanlar Erol Simavi’ye aitti. Başyazarı da Abdi İpekçi’ydi.

Peki teşekkür ederim. Devam edelim.

Evet haberlerim için Şam’a geçmiştim. Burada Türkiye’den giden vatandaşlarla görüşmezden evvel bazı araştırmalar yaptım ve Yavuz Sultan Selim’in Şam Fethi sonrasında mezarının bulunması emrini verdiği ve sonuç olarak da buldurduğu Şeyh Muhyiddin Arabi hazretlerinin türbesini ziyaret ettim. Buradan kaldığım otele döndüğümde anahtarımı alarak odama çıktım. Kapıyı açıp içeri girdiğim anda içeride kapının iki yanına saklanmış  adamlar yumruklarla beni darp etmeye başladılar. 5-10 saniye içerisinde içlerinden biri kafama silah kabzası ile vurdu ve sonrasında zannediyorum eter ile ya da herhangi bir madde de olabilir bayıltıldım. Uyandığımda Hayfa’da olduğumu bilmiyordum. Kafam, o silah darbesinden dolayı kan içerisindeydi. Tabi kanlar kurumuş vaziyetteydi.

BİR KADIN ASKER VE GERÇEKLE TANIŞMA…

Uyandım…  Suriye’de hissediyordum kendimi. Herhalde Suriye’deyim diyordum. Çünkü istihbaratı kuvvetli olduğu ve ülkeye de kaçak girdiğimiz için aldılar sanıyordum. Çünkü o dönemde hep kaçak geçiyorduk  ve zaten Türk Gazetecilere özellikle geçiş izni vermiyorlardı.

Bir uyuşmazlık da var değil mi o dönemde Türkiye ile Suriye arasında?

Evet . Hafız Esad ile uyuşmazlık vardı. Hep Nusaybin’den Kamışlı’ya geçiyoruz. Kızıltepe-Nusaybin arasındaki köylerden Amudi’ye geçiyorum. Orada Güneydoğu'daki Türkler'in, kaçakçıların ambar işlerini yapan baş kaçakçı Fereç Koro vardı meşhur. Neyse ben dedim, “herhalde Suriye’deyim”.

Tek hücre bir yerdeyim, yaklaşık 2 metre genişlik ve 10 metre uzunluğu olan koridor gibi bir yer… Tuvaleti içindeydi. Tahta ranza, battaniye ve saman dolu bir yastık vardı. Kapıda yemek verilmek üzere bir göz vardı 25-30 santim genişliğinde. Bir de onun üstünde 5-6 santim gözetleme deliği...

Demir kapıyı çaldım ve Arapça “Kardeş kardeş” diye seslendim… Birden gözetleme yeri tıkırtıyla açıldı. Baktım ki bir kadın asker! Kadın askeri görünce şok oldum. “Eyvah” dedim “Ben İsrail’deyim”. Daha sonra öğreneceğim ki Hayfa’da Mossad zindanındayım…

Suriye’de kadın asker yok tabi…

Kesinlikle yok. Ve o devirlerde İsrail’e özenen ve kadın asker yetiştiren sadece İran şahı vardı. "Bacı burası neresi?" dedim yarım yamalak bir Arapçayla. Hızla o gözleme yerini kapattı ve yine Arapça “Sen şeytansın ajansın” diye bağırdı. Demir bir merdivenden ayak sesleri geldiğini duyunca üst katta olduğumu anladım ve hücremin bir gözü vardı. Diyarbakır surlarındaki gibi denize bakan 5 santim genişlikte bir havalandırma yeriydi bu. Artık İsrail’de olduğuma emindim.

Peki şunu sormak istiyorum. Sizi kimseye görünmeden İsrail’e geçirmeleri için hatrı sayılır bir zaman gerekiyor. Bu anlara ilişkin hiçbirşey hatırlamıyor musunuz? Nasıl paketlendiğinizle, nasıl getirildiğinizle ilgili?..

Hayır hayır… Nasıl paketlediler hiçbir şey hatırlamıyordum. Ne zamandır uyuduğumu nereden nasıl getirildiğimi… Hiçbirini… Hatta sonraki günlerde MOSSAD’ın Balat'lı üst düzey bir elemanına “Bana beni nasıl paketleyip kaçırdıklarını söyler misin?” diye sordum. “Hayır. Bu bir sırdır” demişti. Kaç saat geçtiğini de hatırlamıyorum. Ve hayatımın en dinlendirici uykusundan uyanmış gibiydim o ilk gün. Fakat böyle bir iş için en az 24 saate ihtiyaç olsa gerek. Önce güvenli bir yere götürmek ve paketleyip yola çıkarmak için.

İŞKENCE BAŞLIYOR , “SEN EBU’L KASIM'SIN”

Sizi aldıklarında gündüz müydü? Ya da uyandığınızda…

Evet. Ben oteldeki odama girdiğimde akşamdı. Hücrede uyandığımda ise gündüz…

Sonra içeriye 6-7 kişi girdi. İkisi badigart gibiydi. İnsan azmanı dedikleri cinsten. Onlar kollarımdan tuttular ve arkaya doğru büktüler. Diğer ikisi demir bir sandalye getirdi. Kemerlerle ellerimi ve ayaklarımı bileklerden kafamı da boynumdan olmak üzere bu demir sandalyeye kilitlediler. Sonra sormaya başladılar -“Adın ne?”
-“Ferhan” dedim ben de.
-“Nerelisin”
-“Türkiye Diyarbakır”
-“Ne iş yaparsın”
“Türk gazeteciyim.Türk muhabirim” dedim.
Birbirlerine baktılar. Ellerinde puro ve pipo vardı. Dalga geçer gibi bana dönüp “Sen ajan ve şeytansın dediler. Ve bana "Ente ismük Ebu’l Kasım", “Senin adın Ebu’l Kasım. Sen hafız Esad’ın ajanısın. Beyrut’ta 2 Mossad ajanını öldüren Ebu'l Kasım’sın” dediler.

Bilgi: EBU’L KASIM 10’dan fazla MOSSAD ajanının katili olarak aranan  Suriyeli bir ajan

ENSEDEN VURULAN KORKUNÇ İĞNE

Sonra önlüklü bir bayan içeri girdi. Ensemden 20’lik bir enjektörle bir ilaç enjekte ettiler. Zihnim bulandı. Beynim karıncalandı. Yani kimyam bozuldu birden. Ve aynı soruları sürekli sormaya başladılar. “Adın ne? Nerelisin? Ne iş yaparsın?…”

Aynı sorulara ben de doğal olarak aynı yanıtları verince “Bu adam şartlandırılmış. Bünyesi çok kuvvetli bir ajan. Bunla baş edemeyeceğiz” dediler. “Değişik şeyler deneyin” emri verdi içlerinden birisi. Sonrasında da İbranice konuşmaya devam ettiler. Tabi o konuşmalardan bir şey anlamadım. Sonra doktor çağırdılar. Doktorlar ölmemi engelleyecek kadar tedavi ediyor, sorgu yapan ajanlar yeniden ölümün eşiğine getiriyorlardı.

Sizin duymanızda sakınca olmayan şeyleri Arapça söyleyip gerisini İbranice mi konuşuyorlardı?

İspanyolca da konuştukları oluyordu. Çok sayıda dil bildiklerini öğrendik biz orada… Zaten İbranilerin ikinci ana dili çoğunlukla İspanyolcadır. İspanya’da Toledo’ya gittiğimde mükemmel Türkçe bilenlerine bile rastlamıştım.

KANLI İŞKENCE GÜNLERİ

Sorgu ve elektrikli sandalye ile geçen bu günlerin ardından bir gün yine benim muayenemi yapan doktor bayan bir ilaç verdi. Diğerleri o sırada koridorda oturup çay- nescafe gibi şeyler içiyorlardı. İçeriye duman kokusu ve bardak sesi geliyordu. Hatta bana bu koku sana neyi hatırlatıyor diye sordular. Ben de havana purosu dedim. O sırada her nedense sinirlenip hücreme girdiler ve kollarımdan çevirerek sağ elimi baş parmağımın hemen eklem yerinden kestiler. Sonra sol elimde serçe parmağım ve yüzük parmağımı kesiler. Etlerim sallanıyor ve kanlar fışkırıyordu. O sırada acımı hafifletmek için kendimi başka şeylere adapte etmeye çalışıyordum. Ben bunu yapmak için uğraştıkça onlar benim özel yetiştiriliğimi düşünerek daha da ağır işkenceler yapıyorlardı. Soracak olursanız ben Diyarbakır’da bir düğündeymiş ya da bir sinema filmindeymiş gibi düşünüyordum. Onlar da birbirlerine işaret edip “Nasıl dayanıyor. Çok iyi yetiştirilmiş bir ajan. Çok kuvvetli bir deneyimden geçmiş” diyorlardı.

DİĞER MAHKUMLAR VE İŞKENCE TÜRLERİ

“Ben Türküm Türkçe konuşabiliyorum. Arapça pek bilmiyorum” dememe rağmen “İstersen bilirsin” deyip beni kan kaybeder halde bırakıp gittiler. Bir süre sonra yeniden bir doktor kadın geldi ve geçici olarak birşeyler sürerek pense gibi bir gereçle geçici olarak tutturdu. Acım büyüktü ve kan kaybından dolayı titriyordum. Ertesi gün uyandığımda bir pijama verdiler ve banyoya götürdüler. Banyoya giderken gördüm ki kaldığım yer taş bir binaydı. Ve hücremden çıktığım bu ilk seferde , hücremin yanında ve alt katlarda başka hücrelerin olduğunu gördüm. Tabi onların işkencede iniltilerini duyuyordum fakat hiçbirini görmemiştim. Alt kat daha çok Filistinlilerin olduğu bir bölümdü. 10 günde bir oradaki bütün tutukluları aşağı yukarı 50 metrekare büyüklükte, duvarlarının üstünde 20-30 tane kadın askerin nöbet tuttuğu bir avluya çıkarıyorlardı. Buradaki mahkumların içinde Kürtçe de Türkçe de konuştuğum Suriye'li, Mardin'li , Diyarbakır'lı olan kişiler ve çoğunlukla Filistin'li arkadaşlarım vardı. Çoğu şüpheyle yakalanmış, konuşturulmaya çalışılan, istediklerini söylemezse de öldürecekleri kişilerdi. Buradaki sözde hava alma dakikaları bittikten sonra yine 10 gün boyunca hücre işkencelerine devam ediliyordu.

AJANLARIN KEMİK KIRMACA OYUNU!

İşkence demişken, ne tür işkence teknikleri uyguluyorlar?

Tabi onlarca belki yüzlerce vardır ama benim gördüğüm falaka, elektrikli sandalye, iğne, klasik dayak gibi işkencelerdi. İğne yaparken de kafalarına göre davranıyorlardı. Bazen 20’lik bazen 5’lik enjektörle birşeyler enjekte ediyorlardı. Yine beyinde karıncalanma, baş dönmesi gibi etkiler yapıyor. Fakat yapılma anı bile ayrı bir işkenceydi. Sadece enseden değil; koldan, bazen de omuzdan vuruyorlardı. Beyni uyuşturuyordu. Yine aynı sorular ve cevapların sürdüğü günlerden birinde sol kolumu kırdılar.

Nasıl yaptılar bunu?

Vurarak kırdılar sopalarla.

ACI YOK! ADAPTASYONU

10 günde bir çıktığımız avluda Mısır'lı mahkumlar yanıma geldi. Öğrendiğime göre eski, lider konumundaki Mısırlılardı. Bana “Sen yaramaz adamsın” dediler. Nedenini sorduğumda “Biz senin yanındaki hücredeyiz. Sen bizim işkence seslerini duruyor musun?” dediler. “Evet” dedim “sağlam şekilde duruyorum” . Bunun üzerine onlar “Senin sesin bize hiç gelmiyor” diye cevap verdiler. Ben de “bana işkenceye başladıkları zaman ben kendimi İstanbul ya da Diyarbakır’da bir filmde veya düğündeymiş gibi düşünüyor kendimi adapte ediyorum” dedim. “Peki bu yaptığın sağlam mı?” dediler.” Evet” dedim ben de. Sonraki günlerde benim işkence dozum ikiye katlandı. Bunun nedenini daha sonra sorduğumda öğrendim. Bana dediler ki “Senin adapte ettiğin o arapların intikamını alıyoruz. Cezaevindeki Suriyelilerden birisi fazla dayak yeyince “Durun durun” demiş ve “Bize bunu o Diyarbekirli olduğunu söyleyen Ferhan öğretti” demiş.

Bu sefer de sizin gerçekten insanları yönlendiren bir ajan olduğunuz algısı oluşuyor MOSSAD’çılarda galiba değil mi?

Evet. Önce beni Araplar ajan zannetmişti sesim çıkmadığı için. Sonra da bunlar insanları yönlendirdiğimi düşündüler. Dayanma yöntemlerini öğrettiğim için benim hakkımda düşündüklerinin gerçek olduğuna inandılar iyice.

ÖLDÜRÜLEN MAHKUMLAR VE KURTULUŞUN KAPISI , MARDİN KAPI

Bu durum böyle devam ederken 10 günde bir hava almaya çıktığımızda eksilen arkadaşları farkediyorduk. Birbirimize soruyorduk. Tabi anlıorduk ki öldürülmüşler. Bu böyle sürüp giderken üçbuçuk ayın sonuna doğru (Bunu da duvarıma attığım çiziklerden biliyorum) ayaklarım falaka işkencelerinden dolayı balon gibi olmuştu. Şişinin inmesi için odada volta atarken bir türkü tutturmuştum. Bizim meşhur “Mardin Kapı Şen Olur” türküsüydü bu. Fakat acıdan ve bilinç kaybından dolayı papağan gibi sürekli “Mardin Kapı Şen Olur” diyorum. Farkında değildim.Devamını söylemiyormuşum. Kurulmuş iğnesi bozuk plak gibi… O sırada bir ses duydum. Kapıda nöbet bekleyen kız asker bozuk Türkçesi ile türkünün devamı olan “DİBİ DEGİRMAN OLUR. HÜRELERDE YAR SEVEN ÖLMEZSE VERAM OLUR” dedi. Benim için bir Milli Piyangoydu bu. Kapıyı çaldım hemen. “Bacı bacı 1 dk dedim”. O gözleme yeri açıldı. “İsmin nedir” dedim. “Rita” diye cevap verdi. “Nerelisin” dedim. “Benim babam Diyarbekirli” dedi. Eskiden Diyarbakır’da şimdi bijuteri olarak isimlendirdiğimiz, yazma kenarındaki boncukları, cımbız, çakmak gibi şeyler satarlardı Yahudiler. Onlardan olduğunu öğrendim ve kendisine durumumu anlattım…

ALBAYIN ODASINA PRANGALI ÇIKIŞ

Rita o günden sonra benden babasına haber götürdü “Burada bir Diyarbakır'lı  var” diye. En son iki asker gelip beni arkadan kelepçeleyip ayaklarıma pranga vurdular ve cezaevi müdürü olan albayın odasına götüdüler. Neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Kısa boylu bir bey, Diyarbakır şivesi ile “Kardeş hoşgelmişsin” dedi. İçime dolan bir ışık, bir kıvılcım gibi hissettim bunu ve “hoşbulduk abi” dedim. Bana “Siz Diyarbekirli misiniz?” dedi. “Evet” dedim.

Bir yandan Cezaevi müdürüne de İbranice olarak tercüme ediyordu. Bana “Hatırlıyor musun? Diyarbekir’de Mardin kapıdan inerken Elazığ’a ya da Urfa’ya gidiyorsun” dedi. Ben de “Beni teste tabi tutmayın. Mardinkapı’dan inerken Mardin’e gidilir. Silvan köprüsüne gidilirken Bingöl ,Van, İran’a kadar gidilir. Sizden tek bir yahudi bayan kaldı. Deli Ferho derler. Diyarbakır esnaflarının verdiği paralarla yaşayan akıldan yoksun bir kadın ” dedim.

Bu olay yakalanışızdan itibaren kaçıncı günlerinde oluyor?

3,5 – 4 ay civarında olmuştu.

120 GÜN İŞKENCEDEN SONRA “RAHAT OLUN” TESELLİSİ!

Çıkmanıza yakın zamanlar yani. Kurtuluşun ilk adımı burası mı oldu?

Evet. O sırada beni doğruladı o adam. Sonra ibranice beni onaylarcasına “Evet” dedi “Bu benim hemşerim.” 105 – 110 gün dolaylarındaydı. Sonra Niko diye göbekli şişman ve yanında MOSSAD ajanlarının esas duruşta durduğu bir adam geldi ve “Siz İstanbul’u bilir misiniz?” dedi. Ben de “Bilirim” dedim. Tabi bizim Diyarbakırlı hemşerinin referansıyla oluyor bunlar. Yaralarım hala devam ediyordu. İltihap ve kan akıyor her yerimden hala. Balat civarıyla ilgili bazı sorular sordu ve o da Türk olduğumu onayladı. Ve o sırada bir haber geldi. Bana “Gözünüz aydın” dedi. “Size benzeyen Ebu'l Kasım Paris’te öldürüldü. Rahat olun bir yanlışlığa kurban gittiniz. Benden istediğin bir şey var mı?” dedi. Beni işkenceden kurtulmam için zaman zaman revirde yatıran bir doktoru da Tel Aviv’e sürmüşlerdi. Hafızasını kaybetti diye beni revire aldırmıştı. Onunla bir hemşire bayanı görevini suistimal ettiler diye sürmüşlerdi. "Sizden ricam beni revire aldığı için sürdüğünüz doktor Haim ve hemşireyi geri getirmeniz" dedim. “Başka bir isteğiniz var mı?” dedi. Türkiye radyolarını çeken bir pilli radyo istedim. “Çukurova’nın sesi, Ankara’nın sesi falan Türkiye radyolarını dinlemek istiyorum. Türk gazeteleri, bir de çizgi roman” dedim. 1-2 saat sürmeden benim hücreme bunlar geldi. Yeni pijamalar falan da getirdiler. Sonra beni bir revirde yatırdılar çıkana kadar. Hızla bir kobay gibi tedavi ettiler.

SON İĞNE, SON YALAN VE İSRAİL SINIRLARINA VEDA

Bir gün bana dediler ki; “Seni dışarı çıkarıyoruz misafirliğe. Diyarbakırlı bir hemşerine götüreceğiz.” Beni bir jiple karanlık labirent gibi yollardan götürdüler. Gittiğimizde baktım ki Diyarbakır'lı yahudi hemşlerimin kızı ve annesi. Diyarbakır şivesi ile “Hoşgeldin” dedi annesi. Yahudi de olsa 120 gün işkence gördükten sonra bir hemşeri görmek insanı duygulandırıyor. Sonra baktım evlerinde Zeki Müren gibi Türk sanatçıların plakları vardı. Bana Diyarbakır yemeklerinden oluşan bir sofra hazırlamışlardı. Çok işkence çektiğimi gördüğü için evin hanımı gözyaşı döküyor ve üzüntüsünü belli ediyordu. Dönerken kaldığım cezaevini ilk defa gördüm. Eski bir taş binaydı. 3 katlıydı ve tarihi bir yapı olduğu belliydi. Hayfa Askeri Cezaevi… 125. Güne geldiğimizde yine üst düzey bir MOSSAD ajanı bir ziyafet verdi. Orada bir doktor geldi ve “ağrılarınızın geçmesi için bir iğne yapıyorum” dedi ve tekrar kendimden geçtim. Çok uzun bir uykunun ardından gözümü açtığımda Halep’te Hacı Abdülkerim’in otelindeydim. Yani ağrılarım dinsin diye değil beni hiçbirşey görmeden yeniden paketeyip oradan uzaklaştırmak için yapılmıştı o iğne...

GÖMLEĞİNİN ALTINDAKİ SÜPRİZ!

Ezan sesiyle uyanmıştım. Ayağımda son derece kaliteli bir ayakkabı. Güzel kıyafetler ve gömleğimin altında bir sıkışma hissiyle uyandım. Baktığımda belimde bir kuşak vardı ve içinde bir not ile para vardı. Tam 10 bin dolar! Notta da şu yazıyordu. “Sayın Ferhan Ekti. Affedilmez bir hataya kurban gittiniz. Bu bir yol harçlığı. Türk istihbaratıyla MİT’le karşılıklı ajan takasımız, görüşmelerimiz ve çalışmalarımız oluyor. Şimdilik bu durumu kimseye anlatmazsanız çok iyi olur. Üzerindeki paraya bir zarar gelmemişse, otel çıkışında elinizi göğsünüze götürün”

O an otel resepsiyonuna indim. “Beni kim getirdi?” dedim. “Abi akşam sizin üstünüz leş gibi rakı kokuyordu. Halepli esnaflar getirdi 4 kişi ve bu bizim ahbabımızdır, çok içti deyip bol da bahşiş verdiler ve uyanana kadar rahatsız etmememizi söylediler” dedi.

Bir hamam sordum ve hamama giderek temizlendim. Daha sonra konsolosu sordum. O zamanlar konsolos Halep'teydi ve İnal Batu’nun yerine giden şu an emekli Büyükelçi olan Necati Utkan Bey’e gittim. Ondan geçici pasaport aldım. Geçici pasaportun yanısıra bana gizli ödenekten yol harçlığı verdi. Ben her ne kadar "Param var" dediysem de bana para verdi. Ve ben Kamışlı’ya geldim.

Daha sonra da hemen annemin yanına giderek onu ziyaret ettim.

ABDİ İPEKÇİ BİLİYORDU!

Peki bunu anlattınız mı kimseye?

Ben çevreme karşı gizli tutma ihtiyacı duydum. Sadece Abdi İpekçi’ye anlatmak istedim. O nasıl uygun görürse öyle davranacaktım. Abdi İpekçi Bey'le kaç kez görüşmek istedimse de bir türlü kısmet olmadı. Bir süre sonra ancak sağlayabildiğim ayaküstü bir görüşmemizde Abdi Bey'e anlattım. “Böyle bir durum var” diyerek. O an anlatmamam gerektiğini söyledi, “Bunu zamanı gelince açıklarsın. Hatıratında yazarsın” dedi.

Bu kısım önemli. Bunları size Abdi İpekçi mi söyledi?

Evet. “Hatıralarında ,anılarında anlatırsın. "Bir Diyarbekir'li tamam ama bir de yanına MOSSAD eklendiğinde, Diyarbakır zaten curcuna. Şimdi anlatmak doğru olmaz” şeklinde bir tavsiyede bulundu. Abdi İpekçi’nin bile böyle baktığı bir olayı açıklasam ne derece destek bulurdum varın siz düşünün…

Gazetede yayınlanmasını, duyurulmasını istediniz mi?

Hayır. Söylediğim gibi o dönemde Türkiye ya da gazeteler vatandaşlarına ya da muhabirlerine kolay kolay sahip çıkmıyordu. Zaten pirimle çalışan bir Diyarbakır muhabirisiniz...

Çevrenizdekiler sizi hiç merak etmediler mi? O kadar zaman uzak kalmışsınız...

Hayır. Sık sık haber yapmak için gittiğimiz için günlerce kimse birbirini merak etmezdi. Giderdik ve işimiz ne zaman biterse o zaman dönerdik.

Bu anılarınızı bir kitapta topluyorsunuz sanırım değil mi?

Evet şimdilik el yazımla yazdım. Ham hali 685 sayfa 3 cilt halinde. İmkansızlıktan basamadık tabii ki. Konuyu bilen yakınlarımız “sen katilsin” diyorlar,"Bunları yayınlamamakla en büyük cinayeti işliyorsun" diyorlar ama tabii öyle değil. Yazdık ama baskıyı yapamadık henüz. 

İnşaallah biz kitabınız için ve bu gerçeklerin ortaya çıkması için faydalı olabilmişizdir. Teşekkür ediyoruz sayın Ferhan Ekti…

Ben teşekkür ederim. Başarılar…

Ferhan Ekti, daha sonra Milliyet Gazetesi’nde Sami Kohen’den aldığı personel kartı ile birkaç kez daha Suriye ve Irak’a geçti. Birkaç yıl daha devam ettiği meslek hayatına gördüğü işkencelerin bıraktığı fiziksel ve ruhsal engellerden dolayı son verdi. Şu an İstanbul’un bir semtinde esnaflık yapıyor…

HÜRHABER

Etiketler :