Prof. Dr Mahmud Es’ad Coşan'ın hayatı.

Prof. Dr Mahmud Es’ad Coşan'ın hayatı.

Merhum Prof. Dr Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin hayatını siz sevgili okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz.

DEDE VE NİNESİ

…Benim rahmetli dedem, "Olur mu işi yarım bırakmak?" derdi. Küçükken beni alırdı, bağa götürürdü. Bağda üzümlere ilaçlar ekerdi, kükürt ekerdi, göztaşı püskürtürdü, hastalık olmasın diye... "Dede artık gidelim!" derdim ben, küçük, okula gitmeyen çocuğum... "Olur mu evlâdım, işi yarım bırakıp gitmek olur mu?.. Sonra ne derler biliyor musun: 'Yarım işli, çapa dişli' derler." derdi. Çapa dişliler gözümün önüne gelirdi, ben de korkardım. 12. 1. 1997 İskenderpaşa /İST.

…Benim rahmetli babaannem çok güzel kedi terbiye edermiş. Kedi terbiyesi duydunuz mu bilmiyorum. Nasıl terbiye edermiş rahmetli...

Çarşıdan et geldiği zaman, yemek pişsin diye eti doğrarken, kedi iki arka ayağı üzere oturmuş vaziyette, yanında dururmuş. Ete saldırmak yok... O sırada kapı çalınırmış. Babaannem rahmetli aşağıya kapıya gidermiş, kapı çalındı diye... Biliyorsunuz eşik sohbetleri çok tatlı olur, hanımlar çok iyi bilir bunu; tatlı tatlı orda sohbet edermiş. Yukarıda kedi etin başında beklermiş. Yemiyor... Eğer yabancı bir kedi etin kokusunu duyar da pencereden o eti çalmaya gelirse, babaannemin kedisi onun üstüne saldırır, onu ordan kaçırtırmış. Yâni eti koruyor. Yemediği gibi, bir de koruyor.

Bu nedir?.. Kediyi terbiye etmek, hem de tabiatının hilâfına terbiye etmek... Kedi eti sever, ciğeri görünce yutkunmaya başlar. Eti yememesi, çok büyük bir terbiye sonucu olur. Bir de başkasına yedirmemesi o da ayrı bir eğitim işidir.14. 2. 1997 - Antalya

ANNE VE BABASI

 Babam hafızdır ama bana Kur'an'ı annem öğretti. Sevabı annemin.. 14. 2. 1997 – Antalya

Benim rahmetli annem anlatırdı. "Evlâdım bir gün gelir evlenirseniz, halimizi hatırımızı siz sorun, elin kızına bırakmayın!" derdi. Fıkra anlatırdı: Adam kasabada pazara inecekmiş, hanımına diyor ki:

"--Annem bir şey istiyor mu, bir sor!"

Gelin de gidiyor:

"--Oğlun pazara gidecek anne, inci boncuk ister misin?" diyor.

Kadın kızıyor:

"--İstemem!" diye bağırıyor.

İhtiyarlar boncuğu ne yapsın?.. Sonra geliyor:

"--Bak duydun ya, istemem dedi. Bangır bangır bağırıyor, sana kızdı." diyor, fesatlık yapıyor. Öyle olmayacağız.

"Siz gelin, kendiniz sorun halimizi!" derdi. Öğretirdi bize rahmetli annemiz... Nur içinde yatsın, Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin... 13. 2. 1995 / 13 Ramazan 1415 – AKSARAY

Benim rahmetli annem bize derdi ki: --o kitaplarda okumuş kendisi-- "Bir anne varmış, otuz yıl oğluna bir iş emretmemiş." "Evlâdım git ekmek al, git su getir... Şunu yap, bunu götür!" dememiş. Yâni otuz sene evlâdına şunu şöyle yap diye bir emir vermemiş. Neden?.. "Sözümü dinlemezse asi defterine yazılır da, Allah'ın gazabına uğrar." diye... Bak, işte bu büyüklerin yönetim tarzı... Güncel Sorular-1

ÇOCUKLUK ANILARI

…Çocukluğumdan beri bir yazı dikkatimi çekerdi. Eskiden dükkânlarda: "Müşteri velînimetimdir." diye yazardı. Dükkâna gelen kimse velînimeti, minnettar olduğu, kendisine nimet veren muhterem bir kişi diye yazardı eskiden. Biz de öyle, dinleyicileri velînimet olarak görüyoruz. 15. 02. 1997 – Antalya

…Ben hatırlıyorum, askerlerimiz Kore Savaşı'na gittiği zaman hayret etmiştim, zihnime takılmıştı. Bizim köydekiler toplanmışlar, Salât-ı Tefriciye çekmişler; askerlerimiz muvaffak olsun diye... Yâni, askerlerimizin Kore destanları nasıl yazılıyor; köylerdeki zikir destanlarının sonucu olarak yazılıyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri, dualar berekâtıyla yardımcı oluyor mücâhidlerimize... Kendisinin kuvvetinin üstünde, olağanüstü imkânlara sahib oluyor asker, dua berekâtıyla... O onun farkında değil... Kendisine gelen dualarla başarı kazandığının farkında değil ama, Kore'deki zaferin kökü, Çanakkale'deki köyde... Çankırı'daki köyde, Erzurum'daki köyde... Millet bunu bilmiyor. 16. 10. 1994 – İstanbul

 

 Kaburga kemiği kırmak kolay bir şey değil... Rahmetli annem bana, "Kurbanın kaburgalarını kesiver evlâdım!" derdi de, kesemezdim; vururdum, vururdum, kırılmazdı. Elimde satır, altında tahta, kesilmiş kaburgaları kıramazdım. . 15. 02. 1997 – Antalya

 

Ben küçük bir çocukken işte yaz aylarında biraz çalıştım, para kazandım, ilk maaşımla rahmetli anneme hediye götüreceğim. Gittim çok imrendiğim iri şeftaliler vardı, kocaman böyle; o şeftalilerden rahmetli anama aldım. Aldım, ama eve geldim mahcub oldum. Adam allem etmiş, kallem etmiş, nasıl el çabukluğu göstermiş, tezgâhın arkasındaki çürükleri doldurmuş kese kâğıdının içine... Ben de güzel, o ön tarafta gördüğüm güzel mostra şeftalileri anama götürüyorum diye sevine sevine gittim ki; şeftali suyundan zaten yarı yolda kâğıdı delindi, zar zor eve götürdüm. Eve de gidince baktım ki, hoşaf gibi şeftali. Yâni ben almadım, ama o koymuş. 28. 12. 1994 Victoria-Australia

 

Küçükken ben bayılırdım. Parmak bisküvinin üstüne uzun bisküvi koyardım, çatır çutur yemesi çok güzel olurdu. Şimdi şeker hastalığım olduğu için yiyemiyorum. Param var, param olduğu halde yiyemiyorum. Parayla da değil yemek, Allah yedirmeyince yedirmiyor. 16.11. 1997 – ALMANYA

 

Bizim eski töremiz böyleydi. Akşam namazında herkes evinde toplanırdı. Biz koca delikanlı olduğumuz zaman bile, akşam ezanı okunduktan sonra eve gidememişsek, korka korka giderdik eve... "Eyvah! Çok büyük suç işledik..." diye, korkumuzdan titreye titreye giderdik. Çünkü, akşam namazında aile evde toplanacak. Çünkü, oruç tutulmuş olabilir, oruç akşam namazından sonra açılıyor, akşama evde olunacak. 13. 2. 1995 / 13 Ramazan 1415 Ulu Cami - Kahraman Maraş

AKRABALARI

…Benim köyde rahmetli amcam vardı, çok dürüsttü, çok dindardı, Müslümandı. Çok da babayiğitti; herhalde şu kapıdan düzgün geçmek istese zor geçerdi, yan dönüp girmesi gerekirdi. Kendisini beş kişi yatıramazdı, beş kişinin kaldıramadığı yükü kaldırırdı. Yandan baktığımız zaman da, önden baktığımız zaman da güçlü kuvvetli idi.

Askerde bunları dağlara çıkartmışlar, kumanya da vermemişler, dağlarda askerler birkaç gün aç kalmış. Onun askerlik yaptığı zamanda, yâni bundan diyelim kırk yıl önce... Dağın başında kumanya yok, fırın yok, kasap yok, bir şey yok... Öteki askerler tarlalara girmişler, ne buldularsa yemişler. Bizim amca, mert, babayiğit, yâni başka zaman ağlamaz; açlıktan ağlamış, ama ağzına haram lokma koymamış. Allah rahmet eylesin...

Bir kaç sene önce vefat etti. Tarlasında çalışırken, akrabaların çocukları, kız oğlan bilmem ne... Şehirliler köye gelmişler. Şehirliler İskele mahallesinden yakındaki yedi kilometrelik bir kasabaya yürüyorlarmış. Demiş ki:

"--Siz böyle her sabah ne yapıyorsunuz, topluca buradan gidiyorsunuz, böyle dönüyorsunuz?"

"--Jimnastik yapıyoruz, idman yapıyoruz." demişler.

Her sabah o kadar gidip gelip idman yapıyorlarmış.

"--Ülen böyle israf yapacağınıza, bir fakirin tarlasını belleseniz de idman yapsanıza, bir işe yarasanıza, boş yere langır langır gidip, lıngır lıngır dönmek ne oluyor!" demiş. 23. 03. 1997 - Essen / ALMANYA

 

… Benim yengem köye gidiyor yazları; iki ay üç ay kalıyor. "Esad, senin vaazlarını teybe koyuyorum, köy kadınları iş yaparken, hem iş yapıyorlar, hem dinliyorlar." diyor. Yenge nasıl faydalı iş yapıyor, vaaz dinlettiriyor kadınlara... Onlar da memnun oluyorlarmış. Zâten iş yapacak, kulağına güzel şeyler de gelince, memnun oluyor. 11. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

 

İLKOKUL DEVRESİ

Ben ilkokul talebesiyken babamın dükkânına giderdim, üst kata çıkardım. Orda Riyazus Salihîn'in, Sahîh-i Buhârî'nin ciltleri vardı. Açardım onları, koyu harfle yazılmış asıl hadis kısımlarını okurdum, hoşuma giderdi. E, onların çok hayrını, bereketini gördüm elhamdü lillâh, çok faydasını gördüm. 27. 12. 1994 – VICTORIA

 

ORTAOKUL DEVRESİ

Ben ilk defa kâfir bir arkadaşa ortaokulda iken rastladım. Biz o zaman --Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın-- İsmail Fennî Efendi'nin kitaplarını filân okurduk. Eski Osmanlı devrinde yetişmiş, batıyı da tanımış olan, mütefekkir büyük insanlar vardı, onların kitaplarını okurduk. "İlim iman etmeyi gerektirir." diye Diyanetin neşrettiği eserleri okumuştuk. Az çok bilgimiz vardı. Baktım, bizim ortaokuldan sınıf arkadaşı münkir, kıpkızıl, kapkara, hiç bir şeye inanmıyor. Ona Allah'ın varlığını, İslâm'ın hak olduğunu anlatmak için uğraştım. Ama bu kadar âşikâr ilme, irfana, bilgiye rağmen nasıl kâfir olabiliyor, şaşırdım. 27. 11. 1997 - Mekke

…Ben küçükken ortaokuldayken, lisedeyken hatırlıyorum. Babamın girdiği dinî grup ne kadar güzeldi. Her akşam babam --Allah ömür versin, selâmet versin-- işten gelince, gerek ticaret yaptığı zaman dükkândan gelince, gerek müftülükte çalıştığı zaman müftülükten gelince, akşam yemeğini yerdik. Akşam yemeğinde mutlaka evin fertleri, herkes evde bulunurdu. Yatsı namazına babam, mutlaka o camiye giderdi. Abdül'aziz Hocaefendi'nin olduğu, bu Râmûzül-Ehàdis'in mealini Osman Bey'in, ağzından yazdığı, Hocamız'dan önceki hocaefendi, postnişin... Onun camiine giderdi.

Her akşam onun evinde, salonunda sohbetler olurdu, çaylar içilirdi, ikramlar olurdu. Yâni bir muhabbet ocağıydı. Nice nice güzel hayırlar oldu, nice nice insanlar yetişti, geldi geçti, eğitim gördüler, faydalananlar faydalandılar. Böyle samimi topluluklar oluşturmak gerekiyor. 06. 02. 1998 - Melbourne / AVUSTRALYA

 

LİSE DÖNEMİ

Hikâyeden hikâyeye geçiyorum ama, ben vaaz verirken canlı tablolar vermeyi çok severim, hatırda kalır: Biz küçükken Vefâ Lisesi'nde okuyoruz, ortaokul talebesiyiz. Şehzâdebaşı Camii'nin bu kapısından girdik, avlusundan öbür kapısından çıkacağız, bizim okula gideceğiz. Kestirmeden gidiyoruz. Caddeden gidip, dik açı çizip çok yürümektense, Şehzâdebaşı'nın avlusuna girip, çıkacağız.

Caminin avlusu, yol gibi kullanılıyor. Şehzâdebaşı Camii'nin avlusu kapalı bir avlu değil. Orda bir çocuk gördük, yakışıklı, giyimi güzel. Boynuna da bir eşarp bağlamış, ipek... Yâni eşarp bağlamak herkesin kârı değildir. Saçları dalgalı, bayağı yakışıklı bir çocuk... Orda sigara içiyordu. Biz de böyle ona bakıp, önünden geçiyoruz. Yanımda bir arkadaş var, ortaokul talebesiyiz, küçüğüz yâni.

Bir şey daha söyleyeyim: O Şehzâdebaşı'nın arkası Vefâ semtiydi. Vefâ semti de İstanbul'un kabadayılarıyla tanınmış bir semti; eli bıçaklı adamlar, efeler, kabadayılar, bilmem neler... Öyle bir yerdir. Bizim Vefâ Lise'si orda, kenarında.. Ne yapalım?.. Biz böyle bakarak geçerken, o yakışıklı çocuk dedi ki:

"--Gelin buraya!"

"--Eyvah, hapı yuttuk." dedik.

"--Gelin buraya, durun!" dedi.

Kaçsak yakalar bizi. Avlu büyük, kapıya gidinceye kadar ikimizi de enseler. Kaçmamız mümkün değil. "Eyvah hapı yuttuk." dedik. Vefâ'nın kabadayıları meşhur...

"--Benim sigara içişime bakıyorsunuz değil mi?" dedi.

Biz hık mık ettik. Ne diyeceksin? Yâni ona bakıyoruz tabii... Şurasında (sol göğüs cebinde) çok güzel ipek mendili var. Hiç unutmuyorum. Adam yakışıklı, damat gibi giyinmiş. İpek mendilini çıkarttı, bembeyaz, tertemiz ipek mendil, pahalı... Sigaradan bir çekti füüp; hohh diye mendile bir üfledi. Güzelim mendil sapsarı oldu. Kahverengi-sarı, taba rengi, sapsarı oldu. Bir nefeste... Böyle gösterdi mendili bize:

"--Bakın çocuklar!" dedi.

Biz titriyoruz karşısında. Dövse, iki tane patlatsa ne yapacaksın? Kimse bir şey söyleyemez. Vefâ, kabadayılarıyla tanınmış.

"--Bakın çocuklar, bir nefeste şu beyaz mendil ne oldu? Benim içtiğime bakmayın, sakın siz sigara içmeyin! Hadi bakalım!.." dedi.

Biz yavaşça ordan kaçtık gittik, ama o hadiseyi unutmuyorum. Ona da müteşekkirim. Yâni mendilini feda etti, ama bize bir şey gösterdi. Bir nefeste kahverengi oluyor mendil. Bunu çok içtiğiniz zaman ne oluyor? Karagümrük'teki ahşap evlerin soba borularının altına, zifir damlayan yere bir kutu asarlar. Tıp tıp zifir oraya damlar. Onun gibi zifir insanın içine damlıyor ve doluyor. Eylül, 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

 

ÜNİVERSİTE ÖĞRENİMİ

… Ben hatırlıyorum üniversitenin ilk yıllarında, Kristometi isimli seçme parçalar ihtiva eden bir Arapça kitabı okuyorduk. Ama Avrupalılar yazmış, Arapça öğretme kitabı... Netice itibariyle Arapça metinleri ordan okuyacaksınız, Arapça bilginizi geliştireceksiniz. Bir fıkra seçmiş, tabii hepsi yalan üzerine kurulu fıkralar, hepsi insafsızca seçilmiş, kötülemeye, art niyete dayalı şeyler...

Diyor ki: "Bir hadis âlimi bir gemide gidiyordu. Yanında bir Nasranî ve bir Yahudi vardı. Nasranî’nin şarap testisinden şarabı alıp şarap içmeye başladı." Hadis âlimi şarap içmez, ama öyle diyor. Onun üzerine Yahudi demiş ki:

"--Dur, içme, ne yapıyorsun, bu şaraptır!" demiş.

Hadis âlimi de demiş ki:

"--Nerden belli şarap olduğu?"

"--E sahibi bu, şarapçı dükkânından aldı, bunun içindeki şaraptır." demiş.

"--Hà, biz hadis âlimiyiz; biz hadis ilminin âlimleri, bir Yahudi’nin bir Nasranî’den yaptığı rivayete itibar etmeyiz." demiş.

Bu tabii neyle alay ediyor? Rivayet zinciriyle alay ediyor. Yâni râvîlerin sıhhatini kontrol ilmî mekanizmasına çatıyor. Aslında onu küçük düşürmeğe çalışıyor, ama haksız bir şey yapıyor. Temmuz 1995 – İNGİLTERE

…Biz de Edebiyat Fakültesi'nde öyle hocalardan okuduk ki, namazı inkâr ediyor. Namazın rükünlerini, rükûsunu, secdesini ve sâiresini inkâr ediyor. Hâlbuki farzdır; biliyorsunuz rükû, sücud, kıyam, kuud namazın farzlarıdır. Kâfir oluyor sözleriyle...

Adam mason, gelmiş doçentlik jürisinde:

"--Hadi bakalım şöyle bir hazret'siz, RA'sız, SAS'siz bir konuşma yap!" diyor.

Doçent olacak şahıs RA kullanmayacak, SAS kullanmayacak, hazret kelimesini kullanmayacak; askerlik arkadaşından bahseder gibi Muhammed diyecek. Hâşâ, sümme hâşâ... "Muhammed geldi, Muhammed gitti, şöyle yaptı, böyle yaptı..." Hâşâ, sümme hâşâ... Bunu tavsiye ediyor. "Hadi bakalım savunma yap, sözlü imtihanı böyle yap!" diyor. . 27. 12. 1994 - VICTORIA

Ben üniversite son sınıftayken Haydarpaşa Numûne Hastanesi'nde ameliyat olacaktım. Beş vakit namazını kılan bir insanım. Hastahanede namaz kılacak yer yoktu. Sağa baktım namaz kılacak yer yok, sola baktım namaz kılacak yer yok. Pijamayla koğuştan çıktım, namaz kılacak yer arıyorum, yer yok koca hastanede... Hastane ahiret durağı, kimisi belki ölüp ahiret gidecek. Namaz kılacak yer yok. Hâlbuki bunların hastanelerinde kim bilir kaç tane çapel, kilise, ibadet yeri vardır.

Namaz kılacağım, birisi namaz kılarken beni görecek, kız gibi utanıyorum. Açılmış gibi utanıyorum, sanki giyimim yokmuş gibi utanıyorum. Aradım taradım. Abdestim var, saate bakıyorum, namaz geçecek. Utanıyorum, saklı bir yerde namaz kılacağım; bodrumda, toprağın dibinde, merdiven altında... Öyle bir yer bulamadım, bahçeye çıktım. "Ne yapayım, ne edeyim?" derken, bir şey geldi aklıma: "Yâ bu utanma duygusu ne, niye utanayım? Ne yapıyorum?.. Allah emretti, "Namaz kıl" dedi Müslümanlara; ben de Allah'ın emrini tutacağım. "Utanmam, utanmamalıyım!" dedim. İlk defa kendi utancımı orda yendim. Haydarpaşa Hastanesi'ne bakan caddede, hastanenin bahçesinde, çimenlerin üstünde "Allahu Ekber!" dedim, namaza durdum. Yine biraz utandım ama hiç olmazsa utancımı yendim, namazımı kıldım. 01. 09. 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

 

ASKERLİK ANILARI

…Askerlik yaptım. Bizim askerlik yaptığımız zaman, 1412 kişi vardı Tuzla Piyade Okulu'nda... Bunların içinde benim ilâhiyattan birkaç talebem vardı, başka bölüklerde... Bir de yüksek İslâm enstitüsünden mezun, imam-hatipten mezun kimseler vardı. Yetmiyor yüksek İslâm enstitüsü mezunu olmak, imam-hatip okulu mezunu olmak, ilâhiyat mezunu olmak; namaza gelmiyorlar. Bizim gittiğimiz camiye namaza gelmeyenleri vardı, içki içenleri vardı, Müslümanların yüzü karası olanları vardı. Yetmiyor.

Ne lâzım?.. Başka bir şeyler lâzım!.. O başka şey nedir?.. Allah'ın sevdiği bir insan oldu mu, Allah insanın kalbini nurlandırdı mı, işte o zaman istediğimiz insan oluyor. Onun için aşk lâzım, takvâ lâzım, ihlâs lâzım! O da tasavvufla oluyor. 1. 1. 1995 – Warrnambool Sydney / AVUSTRALYA

 

…Bakmayın böyle sakalımın aklığına... Askerdeyken pentatlon şampiyonu idim. Hem de akranımdan askere 10-15 sene geç gittiğim halde. 24. 03. 1996 – İstanbul

Askerde bizi talim yapmak için atış alanına götürdüler. Tüfek burda; karşıda toprağı yığmışlar dört beş metre yamaç yapmışlar. Toprağın önüne koymuşlar hedefleri... Tahta, hedef var üstünde, numaralamışlar hedefi... Yâni kurşun hedefe vurmaz da arkalara giderse, toprağa saplansın, bir yere zarar vermesin diye arkasına yüksek duvar gibi meyilli toprak yığmışlar, yumuşak toprak koymuşlar. Bizim talim için gittiğimiz arkadaşlar da, hepsi üniversite mezunu... Çoluk çocuk değil yâni. Öyleleri oldu ki tüfeğe yattılar, ateş etmek için. Hedefe nişan aldılar, tetiği çektiler. Cıvvv diye bir ses çıktı, havada uçtu gitti kurşun... Yâni toprak tepeyi bile tutturamadılar. Acemi, bilmiyor işte... Şurdaki hedefi vuracak, arkasındaki toprağa bile değil, havaya gidiyor. Kim bilir nasıl attıysa, kurşun böyle cıvladı gitti. Eylül, 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

…Biz askere gittiğimiz zaman bazıları nöbetten kaçıyorlardı. Biz, "Senin nöbetini biz tutalım!" diyorduk. Niye?.. Biz nöbetin sevap olduğunu biliyoruz da ondan...

Biz askerliğe bir vakit önce gidelim de bir vakit daha fazla sevap alalım diye öğlen yemeği yemeden gitmiştik askere... Öğleni yiyelim de ondan sonra gidelim demedik, daha çok saat orda olalım diye gittik. 11. 2. 1992 - Bakırköy / İSTANBUL

…Ben askerlik yaparken, bir general beni makamına çağırmıştı. Kendi birliğinde çalışan bir asteğmen olarak değil de, İlâhiyat Fakültesi'nden doçentlik payesini almış bir kimse olarak, lâyık olmadığım iltifatı gösterdi.

Oturttu karşısına, sordu bana:

"--Hocam çok merak ediyorum, bu Türkler bu İslâm dinine niçin girmişler?" dedi.

Baktım paşa hazretleri müteessif... Niye Müslüman olduğumuzu anlayamıyor ve teessüf ediyor buna... Öyle bir edâ ile söyledi. Yâni, demek istedi ki: "Ne olurdu Hristiyan olsaydık. Ne güzel, işte Batı'da görüyoruz; içki içiyorlar, kadın erkek münasebetlerinde daireleri, meşrepleri, havsalaları son derece geniş..." gibi böyle bir his içinde... "Nerden de bulmuşlar bu Müslümanlığı? Bula bula Müslümanlığı mı bulmuşlar?" demek gibi söyledi.

Ben de dedim ki:

"--Bizim ecdadımız Müslümanlığı sosyal ve coğrafî şartlar dolayısıyla tesadüfen karşılaştıkları bir inanca girmek tarzında benimsemediler. O zaman mevcut bütün inançları tanıyıp, tadıp tercih ederek girdiler."

Tabii, asker olduğu için bir de ona, "Askerlik bakımından da İslâm'dan daha güzel bir din bulamazsınız!" dedim. "Askerlik mesleğini bir mübarek, mukaddes meslek haline getiren İslâm... Nöbeti bir ibadet haline getiren İslâm... Allah yolunda, başkalarının sınırların arkasında huzur içinde yaşaması için, canından geçmeyi bir ideal olarak insanlara aşılayan İslam’dır, paşam!.. Bunları hangi dinde bulacaksınız? Bulamazdınız ki, bulamazsınız ki..." dedim.

Ben sözü o tarafa getirince, bizim alay komutanı da Roma'da ateşemiliterlik yapmış:

"--Tamam, paşam, ben de Roma'da bulundum. Onlarda hiç akla mantığa uygun bir taraf da yoktur." dedi.

Paşa hazretleri çok takdir etmiş anlaşılan, ben emekli olduktan sonra hâlâ bana bayramlarda tebrik gönderirdi. Verdiğim cevaptan memnun olmuş yâni... İşin gerçeği de budur. 11. 2. 1992 - Bakırköy / İSTANBUL

 

…Askerlik yaptığım yıllarda yedek subay okulunun birinciliğini, beş vakit namazı okulun camisinde kılan terbiyeli, sakin, çalışkan bir fizik mühendisi kardeşimiz kazanmış: şeref kütüğüne çiviyi o çakmıştı: Diğer imanlı ve musalli kardeşler de iyi dereceler almışlardı. Daha sonraki kıta hizmetinde de dindar yedek subayların görevi daha ciddiye aldığı, nöbeti bir ibadet şevkiyle tuttuğu, daha başarılı olduğu apacık görülüyordu. Komutanlar, içki içen, kumar oynayan, anarşist, imansız yedek subaylardan yaka silkerlerdi. Benim alay komutanım içkici ama çok hakşinas ve dobra dobra bir kişiydi. Komşu tümende kendisinin sınıf arkadaşı olan bir başka albayın terbiyesini, dürüstlüğünü hayranlıkla anar, onun çok dindar olduğunu özellekle bildirirdi. Tâkip ettim, kendisi albay olarak emekliye ayrıldı, ama dindar arkadaşı orduda Tümgeneralliğe kadar yükseldi. KADIN ve AİLE, EKİM 1989

 

... Bendeniz 1971'de yedek subay okulunda iken 1412 okumuş, yüksek tahsilli subay adayının üçte ikisi oruç tutuyordu, şimdi nispet muhakkak ki daha da artmıştır. KADIN VE AİLE OCAK 93

 

Askerlikte bir doktor vardı, terbiyesiz neler anlatıyordu. --İnsan tabii askere gitmiş, mecburen her çeşit insanla harman, orda askerlik yapıyorsun.-- Yaptığı mel'anetleri, günahları saya saya bitiremiyordu. Şimdi ona, muayeneye gidilir mi böyle bir hayduta? Gidilmez! O zaman, tedbir alması lâzım Müslümanların... Güncel Sorular-1

Ben askere gitmiştim. Askerdeyken maaşlara zam gelmiş; bizim zamsız aldığımız zamanların parasını biriktirmişler. Ben askerden geldim. Üniversiteden dediler ki, --Allahu a'lem, on dört bin lira mı, on yedi bin lira mı bir para-- "Eksik aldığınız maaşların tamamı bu!" dediler.

O zamana kadar, o kadar para görmemiştim ben... Dedim ki, "Şimdi ben zengin oldum. Ne yapayım, ne yapayım?" dedim. Zengin ne yapar?.. Hacca gider. Tamam... Bir dilekçe yazdım, üniversite rektörlüğüne: "Hacca gideceğim için, şu tarihler arasında bana müsaade verilmesini arz ederim." dedim.

Niye böyle dobra dobra söyledim? Hac o zaman kışa geliyordu. Karda, kışta öksürükten, biz yirmi gün, yirmi beş gün hasta yatıyorduk. Titriyorduk buralarda... O kadar soğuktu o seneler... Şimdi güzel, lâtif havası... Niye böyle dedim? İzin vermezler ya, üniversitede mektep, medrese tahsil devam ediyorken, talebelere ders veriliyorken hocayı gönderirler mi? Göndermezler, ama ben de kurnazlık yapıyorum. Eğer haccedemeden ölürsem, --o sene öldüm meselâ, hac yapamadım, öldüm-- diyeceğim ki: "Yâ Rabbi, ben dilekçe vermiştim, onlar müsaade etmemişlerdi." Niyetim bu, maksadım bu... Dobra dobra onun için yazdım.

Rektör dekana demiş ki, "Yâ söyleyin şu mübareğe, dilekçesini değiştirsin." Böyle dobra dobra, hacca gideceğiz denilir mi o devirde?" Değiştirdik. "Peki, nasıl istiyorsa öyle yazalım!" dedik. Yazdık işte inceleme, araştırma vs. Biz de Allah'ın rahmetini araştırıyoruz buralarda, onun için dedik. Dilekçeyi değiştirdik, çıktık geldik. Neden? Ya gelirim, ya gelemem! Ya ölürüm, ya kalırım! 24 Mayıs 1993 – MEDİNE

 

DOKTORA TEZİNİ HAZIRLAYIŞ

Bendeniz, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin (KS) hayatını araştırmak için, o kadar gayret ettim ki; "Ah o devirden kalma bir kitâbe bulsam!.. Ah yeni bir şey çıkarsam ortaya!.." diye, mezar taşlarını bile araştırdım. Hiçbir âlimin sözünü, o öyle söyledi diye incelemeden almadım. Köprülü öyle demiş, İsmâil Hikmet Ertaylan böyle demiş, ordinaryüs profesör falanca şöyle demiş... İngiliz müsteşrik şöyle demiş... "Neden acaba böyle dedi; doğru mu, yanlış mı?" diye hepsinin araştırmasını yaptım. Kabirlerde araştırma yaptım, mezar taşlarında araştırma yaptım, kütüphanelerde araştırma yaptım.

Hacıbektaş kasabasına da gittim. Orda Otel Cabbar'da kaldım geceleyin... Karnım acıktı, aşağıya yemek yemeğe indim. Masalar içki dolu... Kasketli kasketli köylüler oturmuş, votka şişelerini önüne getirmiş... Beyaz şaraplar, kırmızı şaraplar... "Ben burada yemek yiyemeyeceğim. Çünkü, içki haram İslâm'a göre!.. Net bu, bunu kimse inkâr edemez. Bakkaldan peynir ekmek alayım, onu yiyeyim bundan sonra..." dedim. Üç-beş gün kütüphanede çalışma yapacağım.

Bakkalda küplerle şarap satılıyor; kırmızı şarap şurda, beyaz şarap burda... "Allah Allah!.. Acaba Hazret-i Ali Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba İmam Ca'fer-i Sâdık Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Araştıralım!" diye düşündüm.

Sonra orda civarda beni gezdirdiler. Dediler ki: "Mübarek Pirimiz şurada çile çıkarmış, erbaîne girmiş, kırk gün ibadet etmiş. Dağın kenarında, kayanın içinde bir mağara... Hakîkaten Hicaz'daki Hira dağındaki mağaraya da gittim ben... O da öyle, kayanın içinde...

--Bu nedir?

--Bunun adı Hira mağarası...

Biraz ilerde duvarla çevrili güzel bir pınar vardı, birkaç kavak ağacı vardı.

--Bunun adı ne?

--Zemzem pınarı...

--Eh olur ya, pekâlâ...

Sonra ortada iri iri, yumruk yumruk taşlar var, yığılmış öbek öbek...

--Niye bunlar yığılmış buraya?..

--Bunlar şeytan taşlamak için...

…Onun için, bu meseleler dikkatimi çektiğinden, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatını incelemeye geçtim. Konu benim kendi seçmemdir. Ben zâten öksüz bir üniversite mensubuyum. Üniversitedeki hocam vefat ettiği için, bütün işleri kendi başıma, kendi kafamla düzenledim. Elime de fırsat geçmişti. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'i doçentlik tezi olarak seçtim.

…Malatya'dan Alevî kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu kitabı bassın! Yoksa, basmazsa biz basacağız, mutlaka basılmasını istiyoruz." demişler. Bir profesör arkadaşımız geldi, "Tezi hazırlayan şahsı tanımak isterim!" diye... Tanıştık. Teşvik ettiler. Sonunda eserimiz de basıldı ama, birçok dizgi hataları var... İnşallah daha güzel bir baskısı yapılır. Yapılabilirse iyi olur. 7 Kasım 1992 – Ankara

…Ben doçentlik tezim olan Makalât'ın çalışmasını yaparken, beş sene Türkiye'nin her yerindeki yazma eser kütüphanelerinde araştırma yaptım. Bir çok kimsenin bulmadığı şeyi buldum. Benim doçentlik deneme dersinde, en önde oturan cübbeli profesörler, sıra altından not alıyorlardı. Çünkü, benim malzemem başka kitaplarda yoktu. Kendi çalışmamın mahsulüydü.

Ben delilsiz hiç bir şey söylememeğe çalıştım. Bir hakim gibi kim haklı diye düşündüm, kararımı ona göre verdim. Sübjektif karar vermemeğe, belgeleri konuşturmağa gayret ettim. 27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

 

ÖĞRETİM HAYATI

…Ben şimdi kendi mesleğimde meselâ; benim mesleğim neydi?.. Edebiyat Fakültesi'nin Arap-Fars Filolojisi'nde okudum. Bu mesleğin en son noktası neresiyse, oraya kadar gittim şahsen; asistan oldum, doçent oldum, profesör oldum, doçentler, profesörler yetiştirdim vs. Mesleğimde ilerledim. 28. 12. 1994 Victoria-Australia

 

…Ben yarım asırdan fazla yaşamış bir kardeşinizim. Üniversite muhitinde yaşadım. Ayrıca tasavvuf muhitinde büyüdüm. Kendim de değişik konularda hocalık yaptım. Sadece ilâhiyat hocalığı yapmadım, aynı zamanda mühendislik okullarında "Türkçe ve Hümaniter Bilgiler" diye, buna benzer güzel bilgileri toplayıp, onları öğrencilere aktarmağa çalışan bir hocalığım vardı. Bunlar da biliyorsunuz kitap haline geldi. [Başarının Prensipleri] 16 Mart 1996 – YALOVA

 

…Ben de tabii doktora yaptığım, doçentlik çalışmaları yaptığım zamanlardan bilirim. Böyle yazma eser kütüphanelerine, diğer kütüphanelere, Millî Kütüphane'ye gittiğim zaman, o kütüphanelerin belli zamanda kapanması beni çok üzerdi. Tam çalışacağım, "Hadi bakalım ver kitabı, kütüphanenin kapanma saati geldi." derlerdi, çok üzülürdüm. Amerika'da bu rahatlığı görünce, o eski günleri hatırladım. 07. 11. 1997 – ALMANYA

 

…Ben de bizim İlâhiyat Fakültesi'nde talebelere ders anlatırken... Tabii, talebeler din talebesi, dînî konuları öğrenen talebeler amma, hocalar ehil hocalar değil... Hatta mü'min hocalar değil bir kısmı... Öyle hocalar vardı ki, mü'min değil münkir, mason, din düşmanı... Cuma günü inadına cuma saatine ders koyup, cumaya gidip derse gelemeyen çocukları cezalandıran tipler vardı. Öldüler, şimdi görsünler bakalım! "Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!"

Budizm’i beğenenler, fakülteye sarhoş gelenler, sallana sallana gelenler... Bütün profesörlüğü şu kadarcık, incecik bir kitap yazmış, başka bir şeyi yok... Metres hayatı yaşayıp tasavvuf dersi verenler, yaptığı zinaları, kötülükleri ballandıra ballandıra sağa sola anlatanlar... E böyle hocalardan ne hayır gelecek!..

"Nasıl olacak? Bu talebenin kaliteli olması için ne yapmak lâzım?" diye düşünürdük. Benim fakülte çalışmalarımda da üzerinde durduğum şey bu idi. Yâni, çocuklar bu ilimlerin kıymetini, sevabını bilsinler de, aşk ile şevk ile çalışsınlar isterdik. Çünkü çocuk kendisi iyi niyetli olur da hâlisâne bu yola girerse, Allah yardım eder ve zararlı insanların muzırlıklarından da yakayı, paçayı kurtarır. 27. 12. 1994 - VICTORIA

…Benim yanımda fakülteden bir tarih profesörü vardı, ama dînî bilgisi zayıf... Kendisinin de annesi mi, babası mı ne alevî, aileden de görgüsü, bilgisi yok; takvâsı da yok, yaşamı da bozuk...

"--Canım işte bu kadar çok hadis yazılmış, sahih olan hadis-i şerifleri 18 tane filân diyorlar." dedi.

Tabii kendisi hadisçi değil, hadisten anlamaz, Arapça bilmez. Kendi mesleğinde bile kusurları var, ben biliyorum, hattâ söylemişim kendisine... Onun üzerine Süleyman Hayri Bolay dedi ki:

"--İnsaf yâhu! Yâni Peygamber Efendimiz 23 sene peygamberlik yapmış, bu kadar sene içinde 18 tane mi söz söylemiş?.. Bu kadar sene içinde, 18 tane mi söz rivayet ediliyor bu kadar meşhur bir insandan?.."

Peygamberliği meşhur, zamanında şöhret kazanmış, şöhreti âfâka yayılmış. Hırkası muhafaza edilmiş, pabucu muhafaza edilmiş, kılları muhafaza edilmiş... Traş olduğu zaman kıllarını kapışırlardı sahabe-i kirâm, hatıra olarak... Böyle her şeyi yâdigâr olarak, tezkâr olarak, hatıra olarak muhafaza edilen ve hadislerine uyulması Kur'an'la emredilen, etrafında yüzbinlerce sahabesi olan bir kimsenin 18 tane mi sözü tespit edilir?.. Büyük bir haksızlık, büyük bir insafsızlık!.. Temmuz 1995 – İNGİLTERE

…Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde yirmiyedi sene hocalık yaptım. İlâhiyat fakültesine gitmeden önce ilkokuldan itibaren tekkede yetiştim. Yâni dînî bir muhitte yetiştim, ama sağlam dînî bir muhitte yetiştim. Allah'tan korkan, ibadetlerini yapmağa çalışan, Allah yolunda yürümeğe gayret eden, haramlardan sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek hocaefendilerin sözlerinden etkilendim, vaazlarını dinledim, nasihatlerini dinledim, hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri dinledim.

Ondan sonra hayata atıldım, ilâhiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm'ı daha iyi bilmesi gereken insanların arasında yirmiyedi senemi geçirdim. Bunlar Kur'an'ı biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var... Bilgi insanı iyi insan yapmağa yetmiyor. Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen insan mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan olmak başka; ikisi ayrı şey... İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla mümkün oluyor, kolay değil... Bilmek yetmiyor.

Ben o zamandan kara kara düşündüm; bizim ilâhiyat fakültesinin öğrencilerini düşündüm, profesörleri düşündüm. İçlerinde masonlar var. Yâni gitmiş, bir başka teşkilata girmiş, mason olmuş; mason olduğunu da kitabında yazmış, konuşmasında söylemekten çekinmeyen insanlar var... İçki haram, içki içenler var... Zina haram, zina edenler var... Kumar haram, kumar oynayanlar var... Evlilik dışı ilişkiler yasak, metresiyle yaşayanlar var... Namaz kılmak Allah'ın emri, namazı kılmayanlar var... Oruç tutmak Allah'ın emri, oruç tutmayanlar var... Zekât, zâten veren yok, yâni çok az... Fakir, fakirim diye vermiyor; zengin de parayı çok sevdiğinden vermiyor. Yani ilâhiyat fakültesinde okumak yetmiyor.

Sonra çocuğumu İslâm'ı öğrensin, iyi Müslüman olsun diye imam-hatip okuluna verdim. İmam-hatip okulunda okumak da yetmiyor. Belki bazılarınız imam-hatip menşe'lidir. Orda da insan bilgileri alıyor ama, babasının zoruyla namaz kılıyor, babasının zoru olmazsa cuma namazından kaçıyor. Cuma namazını kılmıyor, kaçıyor. Baskı olmadığı zaman günah işliyor. 28. 08 1997 - New Castle / İNGİLTERE

Ben kravatı sevmeyen bir insanım, anti kravatistim. İlâhiyat Fakültesi'ndeyken boyunlu, yarım balıkçı kazak giyerdim. Yünlüsü veya pamuklusu... Beni radyoya, televizyona konuşmaya çağırırlardı. İlâhiyatta hocayım ya... Edebiyatçıyım, Türk-İslâm Edebiyatı profesörüyüm. Benim talebem orda görevli... TRT'de görevli bir Asaf Demirbaş vardı, meşhur oldu artık. İlerici bir öğrenciydi, onun için onu orda görevlendirdiler. O beni çok severdi, ben gerici olduğum halde... Bazen zıt olanlar birbirlerini sevebiliyor. "Hocam ne olur konuşun!" diye yalvarır, yakarırdı.

Ankara Radyosu'nda da Faruk Ermemiş vardı. O da Düzcelidir, Kafkas kökenlidir. O da çok severdi, "Aman hocam, gel konuş hocam!" derdi.

Bir keresinde Asaf beni çağırmıştı. Bu sefer oraya gittiğim zaman unutmuşum, yarım balıkçı giymemişim; üç düğmeli yakalı yün gömlek giymişim. "Ne olur hocam!" dedi, ağzımdan girdi, burnumdan çıktı, yün gömleğin üstünü zorla bana kravat taktırdı. Hâlbuki kravat takılan bir kıyafet değildi.

Demek ki, ilerici olmanın alâmetlerinden birisi kravat takmakmış. Ben kravat takmıyorum diye, fakültedeki ilerici arkadaşlar bana sataşırlardı.

Bunları yarı şaka, iğneleyerek söylüyorum, ama bunlar acı gerçeklerdir. Yirminci Yüzyıl'da, çağdaş bir ülkede bunlara gülerler, ayıplarlar: "Sana ne elâlemin kravatından? Sana ne, adamın inancına ne karışıyorsun?" derler. Eylül 1997, İNGİLTERE

Bizim fakültede, bir talebem geldi karşıma... Kapıyı çaldı. --Biz tabii, hoca olduğumuz için, her talebe ile yüz-göz olmuyoruz, ama bazıları özel gelirse ilgileniyoruz onlarla--

"--İçeri girebilir miyim hocam?" dedi.

"--Buyur gir!" dedim.

Sakallı bir çocuk...

"--Sizinle konuşmak istiyorum..." dedi.

"--Buyur, konuş!" dedim.

"--Hocam! Babam beni evden kovdu, evlatlıktan reddetti." dedi.

"--Eyvah! Neden?.."

"--Sakal bıraktım diye beni evlâtlıktan reddetti."

"--Nedir babanın mesleği?.." dedim.

Çalgı imalcisi imiş. Hoşuna gitmemiş oğlunun sakal bırakması, dindar olması... Evlatlıktan reddetmiş.

"--E, ne yapıyorsun şimdi?.." dedim.

Evden atılmış çocuk, açıkta kalmış. Yardımcı olayım dedim.

"--Yok... Mâlî durumum iyi, mâlî destek istemem. Bir evde kalıyorum. Yalnız, durum bu..." dedi.

Ben ona dedim ki:

"--Anne baba rızâsı çok önemlidir, sen onlara bir mektup yaz!" dedim. Allah söyletti bana... "Mektupta çok güzel bir üslup kullan!.. De ki: 'Sevgili ve değerli, muhterem, başımın tâcı annem, babam!.. Ellerinizi öperim, ayaklarınızı öperim. Benim dinim, benim İslâmî inancım bana, size güzel evlatlık yapmayı emrediyor. Ben onu yapmak istiyorum. Siz bana lütfen bu fırsatı verin!.. Siz bana kızdınız, evinizden attınız; müsaade edin ben sizin elinizi öpeyim, ayağınızı öpeyim, size hizmet edeyim!.. Size güzel evlatlık yapayım... Bunu istiyorum.

Amma, ne olursunuz benden Allah'a âsî olmamı istemeyin!.. Allah'ın yolundan dönmemi istemeyin!.. Allah'ın emirlerini tutmamamı istemeyin benden... O zaman mecbûren, belki parçalanarak Allah'ın yolunu tercih ederim. Çünkü o âlemlerin rabbidir, benim Hâlikımdır; siz vız gelirsiniz. Allah'ın sözünü tutarım, size itaat etmem. Ne olur beni bu durumda bırakmayın, müşkül durumda bırakmayın!.. Ben size hizmet etmek istiyorum.' filân diye yaz!" dedim. Demek iyi niyetle geldi çocuk ki, Allah bunu bana söylettirdi.

"--Peki, hocam!" dedi, gitti.

Aradan birkaç ay geçti. Yanında tepeden tırnağa örtülü, elleri eldivenli, bol maksi mantolu bir genç kız vardı. Yine kapıyı çaldı.

"--Hocam, girebilir miyiz?.."

"--Buyurun!" dedim.

Yanında da baktım bir kız var, çok güzel kapalı... Herhalde bizim talebe evleniyor galibâ diye düşündüm.

"--Hocam, bu kızı tanıyor musunuz?"

"--Tanımıyorum. İlk defa görüyorum, nerden tanıyayım?" dedim.

"--Bu benim kız kardeşim... Hani siz bana bir mektup yazın demiştiniz ya, ben o mektubu sizin söylediğiniz şekilde yazdım. Benim mektup evde bomba gibi patlamış, darmadağın olmuş ev... Annem ağlamış, babam ağlamış, kardeşlerim ağlamış." dedi.

Mektuptaki samîmiyetten baba yola gelmiş, affettim demiş. Bizim talebe eve gitmiş, barışmışlar elhamdü lillâh...

Biraz daha zaman geçti, çocuk bir daha geldi karşıma...

"--Hocam girebilir miyim?.."

"--Gir içeri!.."

"--Hocam müjde!.." dedi.

"--Hayrola!.." dedim.

"--Annem, babam, kardeşlerim hepimiz hacca gidiyoruz." dedi. . 11. 2. 1995 / 11 Ramazan 1415 - ADANA

Ben hatırlıyorum; Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi'ne ek derse giderdim ben Ankara İlâhiyat'ta hocayken... Yıllar önce tabii bu... Bizim akademi binasında, ders verdiğimiz sınıfların yanında büyük bir sınıf mescit idi. Öğrencilerimiz dersin arasında, on dakikalık bir tenefüs esnasında, hemen orda namazlarını kılarlardı.

Yönetim değişikliği oldu, yeni bir akademi başkanı geldi. Bizim arkadaş gitti, yerine siyasî bir baskıyla karşı gruptan bir başka insan geldi. İlk işi mescidi kapatmak oldu. Neymiş? Akademinin yakınında, uzakta bir cami varmış. İyi ama o camiye gitmek için, bir öğrenci akademiden çıkacak, bahçeden geçecek, sokaktan geçecek, o camiye gidecek; yirmi dakika... Yirmi dakikada da gelir, kırk dakika... On dakika da orda namaz; elli dakika...

İşte burada içerde bir mescit olması lâzım. Açılmış da, yer de müsait, ne diye kapatıyorsun?.. Hem de kapatan şahıs demiş ki: "Benim dedem şöyle dindardı, böyle dindardı. Hatta ehl-i tarikti, Nakşibendî tarikatındandı." filân... Deden o dindarlığının mükâfatını görecek ama sen de mescid kapatmanın cezasını her halde göreceksin. Allah tarafından hesabı sana sorulacak diye düşünüyorum. 13. 02. 1998 - Melbourne / AVUSTRALYA

Bizim fakültede de birisi bana sormuştu, hiç unutmuyorum. Hem de profesördü kendisi ama İslâmî konuları iyi bilemeyen bir kimseydi.

"--Ramazan bayramında ben arkadaşımın evine gitsem, arkadaşım da bana bayramdır diye likör ikram etse, onu da mı içmeyeceğim yâni?.." diyor.

Benim karşımda bana delil olarak bunu misâl getiriyor. Hem de Ramazan Bayramı'nda likör içmeyi düşünüyor.

"--Ebet içmeyeceksin! Her içki haramdır." dedim.

"--E azıcık..."

"--Azıcık da olsa, azı da çoğu da haram!" dedim. 13. 02. 1998 - Melbourne / AVUSTRALYA

Ben Yükseliş Mimarlık Mühendislik Yüksekokulu'na giderdim. Gece bölümünde hocaydım. Onu yirmi geçe dördüncü ders biterdi. Eve gelirdim, kapıdan içeriye girerdim. Evdekiler derlerdi ki: "Üffff, amma sigara kokuyorsun!.." Sigara içmedim, ama otobüste geliyorum ya, minübüste geliyorum ya, o böyle insanın iliklerine işliyor, gittiği yerde rahatsızlık veriyor.

Benim güzel kokulu anber bir tesbihim vardı. Ağaçtan, ama anber gibi kokuyordu. Çok güzel bir tesbihti, çok da seviyordum. Elimde gezdiriyordum. Bir gün Ankara - İstanbul yolculuğunda bir otobüste yanıma aldım, İstanbul'a geldim; tesbihin güzel kokusu sigara kokmağa başladı. Hücrelerine işledi o koku... Benim anber tesbihin güzel kokusu gitti. 30. 10. 1994 - Çeşme / İZMİR

 

…Ben üniversitede ders verirken çocuklarla diyaloglu ders anlatırdım. Bir şey yazardım, bu hususta fikriniz nedir? Şudur. Delilin ne? Hayır, o değildir, şudur. O halde senin delilin ne? Her şeyde bir delil, kanıt arardık. 27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

 

EVLİLİK HATIRALARI

…Ben evlendiğim zaman, tayinim Ankara'ya oldu. Ankara İlâhiyat Fakültesi'ne asistan gittim. Bir odalık bir ev buldum. Bir oda, bir mutfak; başka bir şey bulamadım, ayaklarım patladı. İstiyorum ki, fakülteye yakın olsun, her an evle irtibatlı olayım! Çünkü yeni evliyiz. Evde hanımı bıraktığım zaman, o korkar; ben de ondan korkuyorum, onun başına bir şey gelmesin diye... Yabancı bir yere gittik çünkü... Anamızın babamızın dizinin dibinden ilk defa ayrılıyoruz. Onun için girdik böyle bir eve...

Ondan sonra o bir odalı evde, mahalleli bizi tanıdı. Bir dul kadın vardı, bahçesinde müstakil müştemilâtlı bir evi vardı, üç odalı... Onun kiracısı çıkarken, kendisi haber gönderdi: "Size vereceğim, buraya gelin!" dedi. Biz de oraya geçtik.

Ama biz ilk defa İstanbul’da evlenmiştik. Eşyalarımızı bir kamyona yüklettik. Gerede'de bütün saksılarımız donmuş, sıfırın altında kaç derece soğukta... Eşyalar yıprandı. Ankara'ya geldik. Ondan sonra da oradan öteki eve geçtik. Ben elimi açtım, dua ettim:

"--Yâ Rabbi, bizi evden eve gezdirme! Bundan sonra kendi evimize çıkart!.." dedim, "Bundan sonra kendi evimize çıkalım!" diye dua ettim.

Ondan sonra bir zaman geldi. Bizim tanıdığımız birilerine giderken, gelirken onların mahallesindeki evleri beğendik. Bahçeli evler, iki katlı villalar, üst katları manzaralı, güzel... Bizim hacı hanım --o zaman hacı değildik de-- dedi ki:

"--Oraya taşınalım!"

"--Yâhu hanım etme eyleme! Bu evlerin parası şu kadar, biz bunun parasını veremeyiz!" derken, neticede bir kış günü oraya taşındık. Evler güzeldi, ben de memnun oldum. O zamanın parasıyla doksan lira para verdik.

Oraya taşınınca, ben kendi içimden dedim ki: "Allah duamı kabul etmemiş. Çünkü buradan kendi evimize çıkalım dedik ama yine kiraya çıkıyoruz." dedim. Kiralık bir eve gidiyoruz, üst kat, manzaralı, balkonu geniş, bütün ova ayağının altında; fakat kira...

Aradan birkaç sene geçti, o ev bizim oldu. Kiracı gittiğimiz ev bizim oldu. Demek ki duamız kabul olmuş, kendi evimize taşınmışız. Bizden önce kimse girmemişti eve, sıfır... İlk defa biz girmiştik, ev bizim... Meğer ev bizimmiş... İlkönce kendi evimize biraz kira verdik, ondan sonra ev bizim oldu. Yâni, "Allah'a dua ettim, Allah duamı kabul etmedi." demeyin!.. 22. 7. 1995 / Pennsylvania - U. S. A.

…Bizim Ankara'da oturduğumuz semt Merkez Bankası Evleri'ydi. Mimar her şeyi düşünmüş. Merkez Bankası memurları için kooperatif kurmuşlar. Koca dönümlerce araziyi temin etmişler. Evler yapılmış, bahçeli bahçeli villalar, güzel güzel planlar yapılmış, uygulanmış. Dinlenme parkı var köşesinde... Çarşı pazar yeri var, çeşit çeşit dükkânlar şöyle U harfi şeklinde sıralanmış. Sinema yeri var, sığınak yeri var... Biz oraya gittik; her şeyi var, camisi yok, cami yeri yok!.. Mimar, "Bu adamlar için, bu aileler için ibadet yeri lâzım!" diye düşünmemiş. Yer yok...

Sonunda orada bir cami oldu. Evlerden bir tanesi alındı. Kocaman, güzel bir cami oldu. Vesîle olanlardan Allah razı olsun... Ne oldu şimdi? Camiyi yapanlar da, vesîle olanlar da sevabı kazandılar. Eğer oraya mimar bir cami yeri koysaydı, başkaları delâlet etseydi, onlar sevap alacaklardı. Onlar yapmadılar, sonradan gelenler yaptılar, sevabı onlar aldılar. 05. 09. 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

 

…Kızmanın hiç faydası yokmuş, çocukları döğmenin de hiç faydası yokmuş. Keşke önceden öğrenseydim. Ciddî olmak lâzımmış, anlatmak lâzımmış.14. 2. 1997 – Antalya

Ben yine kendimden bahsediyorum, kusuruma bakmayın: Ben üniversitede maaşlı bir üniversite hocası iken ki, ancak maaşını yerler üniversite hocaları, zengin adamlar değillerdir. Ağabeyim vesile oldu, bir arsa aldık. Neyle aldım? Cebimdeki harçlıkla aldım. Geçimime tesir etmeyen az bir para ile dağın başında bir arsa aldık. Ağabeyim dedi ki:

"--Belki ev yapmaya müsaade etmezler."

"--Olsun, dağın başını severim ben, püfür püfür eser." dedim.

Razı oldum, arsayı aldık yıllar önce... Şimdi bu arsaya müteahhitler tripleks dört tane daire kondurdular. Her daire 395 metrekare... İkisi bana, ikisi müteahhide... Müteahhit arsa karşılığı daire yapıyor ya, öyle... Ben cebimden kuruş harcamadım. Ben çünkü emekli bir hocayım, ayın sonuna maaşımın yetmediği olur. Bana Allah iki daire verdi. Bitişik iki daire, kapıları ayrı, bir çatı altında, üç katlı... Üç katlı iki köşk verdi bana, birbirine yapışık... Ben şimdi diyorum ki:

"--Allah gökten köşk yağdırdı, benim bahçeme iki tanesi düştü."

Doğru değil mi? Ben para vermedim. O tarlanın üstüne gidip yapsaydım, prefabrik, iki odalı bir şey yapacaktım. Üç katlı, bahçeli iki tane villa... Allah bir insana verirse, kimse engelleyemez. Allah bir insandan alırsa, kimse engelleyemez. Veren Allah, alan Allah... Allah'a iyi kul olmaya çalışmak lâzım11. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

Biz Ankara'da bir mahalleye taşındık. Merkez bankası memurları kooperatif kurmuşlar, 150 evlik mahalle yapmışlar. Koca bir tepeyi, 901 râkımlı tepeyi parsellemişler, Kalaba köyünün merasını iç etmişler, allem etmişler, kallem etmişler, oraları almışlar, mahalleyi kurmuşlar. Veballeri onlara ait... Biz de birisinin mülkünü satın aldık, oralı olduk.

Çocuk parkı var, sığınak var, çarşı var, pazar var, sinema yeri var, dinlenme yeri var, her türlü şey düşünülmüş. Mahalle bir bütün olarak hazırlanmış, her şey var, cami yok, cami yeri yok... Kilise yeri de yok, adamların dinle imanla ilgili kaygıları yok...

Biz orda cami yapmağa kalkışınca, bir ev aldık, ezan okumağa başladık. Şiddetle karşı çıktılar. Ezanın hoparlörünün kablosunu kestiler. Diyorlar ki:

"--Çocuklarımız erken kalkıyor, uykuları yarım kalıyor, sıhhatleri bozulacak!.."

Yâni gerçek İslâm olmayınca, çeşitli madrabazlıklar, şaklabanlıklar oluyor. 28. 08 1997 - New Castle / İNGİLTERE

…Benim kendi evime de ilk gittiğim zaman Ankara'da; elektrikçi kasden sabotajlar yapmış. Yâni artı kutupla eksi kutbu bir yerlerde birbirine bağlamış. Sigortayı takar takmaz gümbürtüyle yüzünüze patlıyor, korkuyorsunuz. Balkonun elektriğini apliğin içinden geçirmiş, şöyle yapmış, böyle yapmış... On onbeş tane sabotaj yapmış oraya ki, buraya giren insan bana muhtaç olsun diye... Bir de kooperatifin evlerinin olduğu mahalleye elektrikçi dükkânı açmış. Geçimini oradan sağlayacak. Bütün evlerde on tane, onbeş tane arıza var. Tabii oraya giren düzeltecek. Ben bunu anlayınca dedim ki:

"--Özellikle seni çağırmayacağım ve bu işi kendim yapacağım!"

Merdivenlerde lamba tertibatı vardır, üstten açarsınız, alttan kapatırsınız; alttan açarsınız, üstten kapatırsınız. Oturdum, bu nasıl olur diye düşündüm, onları çözdüm. Kendi evimin elektrik işini kendim hallettim. Mayıs 1993 - Boğaziçi Üniversitesi

…Ben de çocuğumu öyle gönderdim. Benim oğlum imam-hatibe gitmek istemedi:

"--Baba, ben başka yerde okumak istiyorum!" dedi.

"--Evlâdım, ben ilâhiyat profesörüyüm ama sana dinini öğretmeğe vaktim yok! Günde sekiz tane yere uğruyorum. Sen burada imam-hatipte Arapça öğrenirsin, sûreleri öğrenirsin; namazı, niyazı, orucu, haccı, zekâtı öğrenirsin, dinin ahkâmını öğrenirsin. Şöyle bir din kültürü, kafanda biraz bir şeyler oluşur. İmam-Hatip lisesini bitirdikten sonra, nereye istersen git!" dedim.

Ondan sonra da hakikaten Amerika'ya gitti, işletme tahsili yaptı, geldi. Eylül 1997, İNGİLTERE

…Ben bizim bütün çocuklarıma ve torunlarıma açık olarak dedim; "Kim hafız olursa, otomobil alacağım!" diye söyledim. Çalışsınlar, alsınlar; Allah'ın izniyle veririm. 23. 10. 1995 - Gostar / ALMANYA

 

…Ankara'da bizim caminin cemaatini topluyordum, komşu mahallenin camisine gidiyorduk. Şaşırıyorlardı öyle bir kalabalık içeri girince... "Öteki mahalledeniz, misafir geldik." diyorduk, "Siz de bize buyurun!" diyorduk. Başka bir sefer öbür tarafa gidiyorduk. Müslümanlık muhabbet demek... 26. 7. 1995 - Rochester / U. S. A.

…Bizim Hacı Hanım bu hususta hatırınızda kalsın, bir nümûne olarak... Müezzin minareden inmeden namaza durur. Bazan ben seslenirim, "Hacı hanım bir şey..." filân diyeceğim; bakarım, "Allahu ekber!" demiş, namaza durmuş. 22. 7. 1995 / Pennsylvania - U. S. A.

 

MEHMED ZAHİD KOTKU EFENDİYLE ANILAR

Rotterdam / HOLLANDA

Bizim Hocamızın (Rh.A) ben direkt olarak, "Şöyle yap, böyle yap!" diye emir sîgasıyla emir verdiğini hatırlamıyorum. "Acaba, şöyle yapsanız nasıl olur? Şöyle yapmak uygun olur mu dersiniz?" Yâni, istişare ediyormuş gibi soruyor; halbuki emir! Neden? Dinlenmediği zaman, bir veliyyullahın sözü dinlenmediği zaman felâket olur da onun için... Muhatabını o duruma düşürmüyor, muhterem kardeşlerim! 9 Haziran 1990 – ADAPAZARI

Hocamız Cennetmekân Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, kerâmetlerini herkesin bildiği, gördüğü, söylediği çok mübârek bir zât... Televizyonlarda hayatı anlatılıyor. Bir şehre geldi. Dedi:

"--Filâncaya ziyarete gidelim!"

Ziyarete gidelim dediği şahış kendisinden küçük yaşta, kendisinin müridi ve kendisinin aleyhinde konuşan bir insan... Dedikodusunu yapan, edepsizlik eden, aleyhinde konuşan bir kimse... Ben de yanaştım yanına:

"--Baba! O şahıs sizin aleyhinizde ileri geri konuşuyor, sizi pek sevmiyor, size muhalif..." dedim.

Hassaten onun yanına gitti. Özellikle onun evine gitti ve onun üzerinde çalıştı. Yâni, "O benim aleyhimde konuşuyormuş!" demedi. Sonunda o şahsın nasıl dönüp değiştiğini, nasıl Hocamıza bağlandığını ben biliyorum. 3. 2. 1995 / 3 Ramazan 1415 – ISPARTA

 

Biz de Ankara'da iken, Hocamız sağ iken (Rh.A.) --Allah himmetlerine, teveccühlerine, şefaatlerine erdirsin-- emretmiş diye duymuştuk. "Bir vakıf da biz kuralım Osman!" demiş. Duymuştuk da kurulmasının gecikmesine üzülüyorduk. Yâni, Hocamız emretmiş de niye emri hemen yerine gelmemiş?.. Araştırdık. Dediler ki, "Tüzük hazırlanmış da vakıflar genel müdürüne verilmiş, o da inceletiyormuş... Olacakmış... vs. ama olmamış gene..." Onun üzerine genç arkadaşlar bana müracaat ettiler, "Hocamızın bu emrini çarçabuk ortaya koyalım!" dediler. "Peki, koyalım!" dedik. Gümüş Mühendislik'te oturduk, kalktık, görüştük, konuştuk... Büyüklerden, tecrübeli ağabeylerden bazılarını çağırdık... Gayemiz, gayemizi tahakkuk ettirmek için yapılacak faaliyetler neler olabilir; bunları maddeler halinde sıraladık gönlümüzce... Hayal etmek serbest, temennî etmek serbest diye sıraladık. Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı'nın tüzüğünü, nizamnâmesini hazırladık, Hocamıza arz ettik. Hocamız (Rh.A.) okudu, beğendi, tahsin eyledi, tasvib eyledi, tensib eyledi, münasip buldu. "Pekiyi, hadi bakalım bu çalışmalara başlayın!" dedi. Biz de o zaman Hakyol'un çalışmalarına başladık. 24 Ocak 1992 AYVALIK

 

Hocamız öyle söylemişti. "Gençler imamlığın kıymetini bilmiyor, meb'us olmağa heves ediyor." diyordu. Yâni, meb'usluktan üstün görüyordu. O sırada, yüksek İslâm enstitüsünden mezun bir takım kimseler meb'us olmuşlardı, şurda burda... 5 Mart 1993 – İstanbul

 

Bizim Hocamız onun için tavsiye etmiş ki, "Resmî nikâhı yaptıktan sonra dinî nikâhı yapın ki, böyle cahilliklerden dolayı bir takım saçma şeyler yapılmasın!" diye... Güncel Sorular-1

Hocamız Rahmetullahi Aleyh bir söz söylerdi. --Kardeşlerimiz darılmasın, bu kardeşim de bağışlasın... İsim olmadığı için ben onu bilmiyorum, cemaat de bilmiyor. Cemaate umûmî ders vermek için, ona da ders olsun diye söylüyorum. Dost acı söyler, düşman güldürür.-- "Bir kadını idare edemeyen erkeğe, ben erkek mi derim!" derdi Hocamız... Güncel Sorular-1

 

Benim Hocam derdi ki: "Bir yerde birisinin arkadaşı varsa; otele giderse, lokantaya giderse, arkadaşlığa sığmaz!" derdi. Arkadaşına gidecek, muhabbet olacak!.. Büyük şeyh idi Hocamız... 22. 12. 1993-Mildura

 

Eve gelen misafire, Hocamız (Rh.A) soru sordurtmazdı.

"--Karnın aç mı, yemek istiyor musun?.."

Utancından istemiyorum der. Ev sahibi misafire "Karnın aç mı?" diye sordu mu, yan çizmek istiyor demektir. "Teşekkür ederim." diyecek o da... "Tamam, Peki öyleyse..." diyecek, sordum diyecek bir de... Kimi kandırıyorsun, öyle şey olur mu... Yemeği getireceksin, önüne koyacaksın, "Buyur kardeşim!" diyeceksin. Karnın aç mı, tok mu demek yok; onun açlığı, tokluğu kendisine ait... "Yolcu geldi mi, önüne yemek konulacak!" derdi Hocamız (Rh.A). "Karnın tok mu, aç mı diye sormak ayıptır." derdi. 16.11. 1997 - ALMANYA

Hocamız biraz mahalli şive ile konuşurdu. "Kardaş, arkadaşlık pek eyi demekle kàimdir." derdi. Mahallî tabirler...

Yakından tanımayanlar onu Nasreddin Hoca gibi görürdü. Bilmiyor sanırdı, câhile bir şey öğretir gibi tatlı tatlı anlatırdı. Hocamız onun âlâsını biliyor. İkisini uzaktan seyreden kimse olarak ben biliyorum ki, herifin deminden beri dil dökmesi boşuna, Hocamız onun âlâsını biliyor. "Haa, öyle mi?.." bilmem ne... Kalbi kırılmasın diye, nezâketen, zerâfetinden... Yoksa daha iyisini bilirdi, kat kat âlâsını bilirdi.

Yâni öyle şeyleri var ki, "Şöyle olacak, siz meraklanmayın!" diye istikbale ait şeyleri söylerdi. Çok misalleri var... 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

 

Hocamız (Rh. A) ile bir yerde misafiriz. O yattı uyudu, horlamaya başladı. Yorgun, ihtiyar, derin bir uykuda... Horluyor, fakat bir taraftan da mübarekten, "Allah... Allah... Allah..." diye muntazam ses geliyor. Kesin, şu kulaklarımla duydum, hayal değil... Oluyor, erbabı o noktaya ulaşıyor. . 24. 03. 1997 - Osnabrück / ALMANYA

Hocamız nafile namaz kılardı evde... Zâten sünnetleri evde kılardı, camiye farzı kılmaya giderdi. Cemaat beklerdi, müezzin camdan Hocamız'ın geldiğini görünce, kameti o zaman getirirdi.

Bazan Hocamız namazda iken yüzüne bakardık ve korkardık. Çünkü yüzü ve gözleri boşalırdı. Sanki bedeni orda da kendisi yok gibi olurdu. Biliyorum böyle olduğunu... 27. 11. 1997 - Mekke-i Mükerreme

Hocamız (Rh.A)'i yine yad edelim... Bizim memleketimizde bir küfür fırtınası esti, herkes sarsıldı. İmanında devam etmek isteyenler büyük zararlara uğradılar. Büyük bir kısmı da değişti. Camiler kapatıldı, satıldı, vakıf malları satıldı. Kur'an-ı Kerim'ler toplatıldı. Gazetelerde dinî yazı yazmak yasaklandı. Çeşit çeşit zulümler oldu. Eski devrin mâcerâlarını kitaplardan okumuşsunuzdur, biliyorsunuzdur.

Hocamız dedi ki: "Elhamdü lillâh Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi zikre sarılmak bereketiyle korudu." dedi. Yâni, zikrullah insanı koruyor. 22. 03. 1997 - Hocamız cennetmekân Mehmed Zâhid Efendi, mütebessim gül çehresiyle güzel bir söz söylerdi. Derdi ki: "Rızık insanın boğazından geçendir, yoksa kasasında duran değil..." 2. 2. 1995 / 2 Ramazan 1415 Bizim Eller Radyosu - Denizli

Hocamız cennet mekân, Mehmed Zâhid Kotku Efendimiz bize İskenderpaşa Camii'nde bunu fiilen hep kendisi yaparak alıştırmıştı, öğretmişti. Sabah namazından sonra oturulur, Yâsin-i Şerif okunurdu. Ondan sonra güzel dualar, Kur'an-ı Kerim'den, hadis-i şeriflerden alınmış dualar, Evrâd-ı Şerife okunurdu. Herkes önündeki, elindeki evrad kitabını, dua kitabını açar, dinlerdi. Ondan sonra hatm-i hàcegân yapılır, tesbihler çekilirdi. O vakte kadar da tabii kerâhat vakti geçmiş olurdu. Yâni namaz kılınamayacak vakit tamamlanmış olur ve artık işrak vakti geldiği için kalkar, iki rekât veya daha fazla namaz kılar idi.

Tabii bu sünnet, hadis-i şeriflerde geçen bir ibadet. Hocamız bunu bize öğretti. Her yerde görmüyoruz, herkes yapmıyor. Allah Hocamız'dan razı olsun. 30. 01. 1998 – AVUSTRALYA

Hocamız Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), --Allah-u Teàlâ Hazretleri makàmâtını daha a'lâ eylesin-- böyle kafile halinde yola çıkarlardı. Karayolu ile bir kaç defa Hicaz'a gittiklerini hatırlıyorum. Yirmiyedi araba, yirmibeş araba kafile halinde İstanbul'dan Ankara'ya gelirdi. Bendeniz kardeşiniz, o zaman Ankara'da, üniversitede görev yapmakta idim. Biz tabiî Hocamız gelince, Allah'ın evliyâullahı, mübarek büyüğümüz geldi diye bayram yapardık, sevinirdik. Hacı Bayram'a giderlerdi, herkes hoş geldin derdi.

Sonra bizdeki konaklamasını tâkiben, Ankara'daki günleri bittikten sonra, duâlarla yola çıkarlardı. Hacı Bayram Camii içerisinden, Hacı Bayram-ı Velî KS Efendimiz'in türbesinin önünden yola çıkılırdı. Ben hatırlıyorum, böyle nasıl yüreğimizin yağı erirdi. Onlar hacca doğru giderken, gidemeyenler arkada böyle boynu bükük kalırdık. Hem uğurlardık, hem ayrılığın gözyaşları, hem de "Ah benim de imkânım olsa, ben de gidebilsem!" gibi duygular içinde...

Hattâ rahmetli Necmeddin Yüceler amcamız vardı. İbrişim gibi aksakallarını Hocamız çok severdi. Onun da Allah makàmını a'lâ eylesin; çok iyi insandı, evinde teravihler kıldırırdı, hayırlara koştururdu, vakfımıza hizmetleri, hayırları, bağışları çok... Bir seferinde hatırlıyorum, arabalardan birisinde boş yer varmış, hacca gidiyor kafile, arabanın boş yerine oturdu. Ondan sonra da çocuklarına dedi ki:

"--Arkamdan pasaportumu alın, vizeyi hazırlayın, hudûda gidinceye kadar bana pasaportu yetiştirin, ben gidiyorum!" dedi.

Orda oracıkta, hemen arabaya bindi rahmetli. Hatırlıyorum, tebessüm ederek, gözyaşlarıyla hac kafilesine katılmıştı. 18. 07. 1997 - Medine

Hocamız, Mesfele'ye giden Abdül'aziz kapısına doğru kubbeler başladığı zaman, şöyle bir ilk kademeli yerde durur, namaz kılardı. Ordan Rükn-ü Yemânî çok güzel görünür. Kâbe'nin güney köşesi orası... Hacerül-Esved doğu köşesidir. Yâni güney köşesinin karşısında otururdu. Mi'raca ordan çıkmış Peygamber Efendimiz, onun için Hocamız orada otururdu. . 26. 11. 1997 - Mekke-i Mükerreme

Hatm-i Hâcegân'ı Hocamız Rahmetullahi Aleyh, sabah ve yatsı namazlarından sonra camide, kalabalıkta yapardı. Burada sabahları ve yatsıları Hatm-i Hâcegân yapılıyor. Çünkü o şekilde yapılmasa, "İlle has dervişler katılsın da, ötekiler katılmasın!" denilse, başka bir takım mahzurlar olduğundan Hocamız öyle ictihad eyledi. Camide de yapıyordu, ayrıca da yapıyordu. Güncel Sorular-1

Biz Hocamız'la Ankara'da bir eve gitmiştik. Allah rahmet eylesin, ev sahibi çok zengin bir insan... Hocamız bir kenarda oturuyor, ihvân oturuyor... Kimisi bakan, kimisi müsteşar, kimisi müdür... Böyle seçkin insanlar, üniversite hocaları, profesörler filân var... Herkes susuyor, ama edebinden susuyor. Büyük bir zâtın meclisinde feyizyâb olmak için boynunu bükmüş; mânevî bakımdan, kim bilir gönül alışverişi neler oluyor herkesin içinde, kabiliyeti nisbetinde... Fakat evsahibi o suskunluktan rahatsız oldu. "Yâhu ne susuyorsunuz, tanışsanıza, konuşsanıza!.." diyor.

Ben hatırlıyorum, Hocamız'a bir başka mübârek şeyh efendi ziyârete gelmişti. Ben de Hocamız'ın kapısını açtım, misafirini kabul ettim. İkisine baktım, emin olun bir tek kelime konuşmadılar... Hoş geldin bile diye bir söz duymadım ben... Hoş bulduk diye de bir şey duymadım. Belki selâm vermişlerdir; onu hatırlamıyorum. Birisi minderin burasına oturdu. Ötekisi öbür tarafında evsahibi olarak oturuyordu. Herkes de yerlere oturdu. Gelen zât-ı muhteremin ihvânı şöyle oturdu. Hocamız'ın ihvânı bir tarafta...

Yâni ben öyle sezdim ki, iki hoca efendi gönüllerinden birbirleriyle, ötekilerin hiç anlamayacakları gibi konuştular, görüştüler, biliştiler, seviştiler, kalktılar gittiler. Ama ötekiler hiç duymadı, hiç bir şey anlamadı. 1 Temmuz 1990 – ARAFAT

 

Bizim Hocamız (Rh.A) zamanında ben hatırlıyorum; ezan okunurdu, Hocamız sünneti evinde kılardı. Yâni caminin imamı olduğu halde camide gidip sünneti kılmazdı, evinde kılardı. Ev de sevap kazansın, ev de ibadethâne olsun diye...

Peygamber SAS Efendimiz, "Evlerinizi kabristan gibi, mezar gibi yapmayın; ibadetle canladırın!" buyuruyor. Onun için bazı sünnet namazlarını evde kılmak iyidir. Peygamber Efendimiz'in bu tavsiyelerine uygun olarak, Hocamız sünneti evde kılardı. Sonra tatlı tatlı, sevimli bir şekilde kapısından çıkardı. Müezzin camekândan onu görürdü. Hocamız camiye gelirken kàmet getirmeye başlardı. Ama bu epeyce bir vakit alırdı, yâni Hocamız acele etmezdi.

Hocamız dört mezhebe göre abdestini koruyacak tedbirini alırdı. Meselâ hanımına cübbesini tutturmazdı. Çünkü şâfîlere göre hanımının eli değerse eline veya ensesine, şâfîlerin şartına göre abdesti bozulacak. O şart da yerine gelsin diye ona cübbesini tutturmazdı. Böyle güzel hazırlıkla namazı kılardı, beklerdi. Bu beklemek neden?.. İşi gücü olan, ezanı duyan insan gelsin, abdestini alsın rahatlıkla farza yetişebilsin diye. Yâni imamın biraz acele etmemesi lâzım!.. 13. 03. 1998 – AVUSTRALYA

 

Hocamız (Rh.A) Mehmed Zâhid Efendimiz, ben hatırlarım, benim başımdan geçti: Böyle oturuyorduk camide... Ben bir şey düşündüm, aklımda, bir şey söylemedim daha, şöyle bana baktı: "Olur mu öyle şey?" dedi. Hiç bir şey demedim. "Olur mu öyle şey?" dedi. İşte mü'minin Allah'ın nuruyla baktığı zaman olayları görmesi demektir. Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

 

Hocamız (Rh.A)'le Çanakkale'de bir köye gittik. Yatsı namazını kıldık. Kahvede, "Ben Çanakkale Savaşı'nı gördüm." dedi ordan birisi. Gàziler varmış Çanakkale Savaşı'ndan. Zaten Gelibolu'ya yakın bir köydeydik, oralardaydı. Demek savaşa katılmış. Dedik ki:

"--Bu savaş nasıl oldu, anlatın!"

"--Savaş anlatılmaz. Öyle bir şey ki, ölüm burnunun ucunda, düşman sana saldırıyor öldürmecesine... Ya sen onu öldüreceksin, ya o seni öldürecek; can pazarı... Tarif edilecek bir şey değil, çok korkunç bir şey!" dedi. Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

İstanbul'da bizim ihvanımızdan bir Ermeni vardı. Ermeni asıllıydı, Müslüman olmuştu. Hocamız'a gelmiş, ders almıştı. Hocamız'ın adı Mehmed Zâhid olduğu için, Zâhid adını almıştı. Kapalıçarşı'da dükkânı vardı. Ona her gün Ermani papazları gidip geliyorlarmış:

"--Ya ne diye Ermeniliği bıraktın, Ermeni kilisesini bıraktın? Ne diye Müslüman oldun?!."

"--Hak din diye Müslüman oldum?"

"--E bak işte bizim komşu falânca hacı, hacca da gitmiş ama ticarette şöyle hile yapıyor, böyle yapıyor, yalan söylüyor. İşte filânca şöyle..." diyorlarmış.

Yâni papazlar, kötü örnekleri gösterip, "Sen ne diye Müslüman oldun?" diyorlarmış bu arkadaşa... Bu arkadaş kendisi anlattı bana, yâni bu Müslüman olan Ermeni kardeş anlattı. O da diyormuş ki:

"--Siz şehirdeki, kanalizasyondaki pis suları gösteriyorsunuz, 'Bak, bu sular pis!' diyorsunuz. Hâlbuki suların dağdan çıktığı ilk kaynağa gidin. Kaynağın ilk yerine çıkın. İlk yerinde suyun ne kadar temiz olduğunu, içilebilir ve saf olduğunu, ne kadar serin olduğunu, ne kadar güzel olduğunu göreceksiniz. Şehirdeki kullanılmış suyun, kanalizasyondaki hâline bakıp suyu kötülemeyin; asıl kaynağa bakın!" diye cevap veriyormuş. Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

Bizim Hocamız cennet mekân Rh.A Efendimiz Mehmed Zahid Kotku Hazretleri'yle Ankara'da bir ihvanımızın evine gitmiştik. Çankaya'da çok güzel bir evi vardı. Bütün Ankara, misafir salonundan tabak gibi görünüyor, benim şu halıyı gördüğüm gibi Ankara ayaklar altında... Tam Çankaya'nın altında, en güzel yer. Çok geniş salonu vardı. Hocamızı çağırdı evine, toplantı oldu, herkes kalabalık geldi. Başka bir hocanın dervişi de geldi. Yâni hocamıza intisablı değil, başka bir hocaefendiden geldi. Halen sağ, o hocaefendiyi de tanıyorum, ismini söylemeyeceğim. Ama hocamızı çok seviyor.

Hocamız, hocalar güzeliydi. Böyle bembeyaz sakalı vardı, kırmızı yanakları vardı, heybetliydi, güleç yüzlüydü, Gören: "Kim bu güzel adam?" derdi. O kadar güzeldi. Benim gibi böyle kara yüzlü değildi.

Soruyu soran Bağdat'ta filân okumuş, âlim, Diyanet'te hocalık yapan bir kimse, kuvvetli hafız, Kur'an'ı da biliyor:

"--Hocam, dedi, şunun sevabı şu kadar, bunun sevabı bu kadar... Bunlardan daha çok sevaplı bir şey var mı?" dedi.

Benim de hoşuma gitti bu soru, herkesin de hoşuna gitti. Adam sevap kazanmak istiyor belli. Sevaplı şeyi soruyor. Hocamız sanki onun sormasını bekliyormuş gibi, ne başını böyle öne eğip düşündü, ne tereddüt etti; daha o sözünü tamamlarken dedi ki:

"--Evet var!.."

"--Nedir Hocam?" dedi.

Gözleri böyle hazine görmüş bir insan gibi açıldı. Tabii heveslendi. Meraktan, hani tam böyle kalenin önüne top gelmiş, vuruyor; "Gol mü değil mi?" filân der gibi, o kadar heyecanlı bir şey.

Dedi ki:

"--Bir insan tasavvufta zikre çalışırsa, zikre çalışa çalışa gelişme olur kendisinde. Sonra bu gelişmelerin sonunda, bir kere 'Allah' dedi mi, bütün vücudunun zerreleriyle beraber hep birlikte 'Allah' der. Bu çalışmadan sonra, zikir bütün vücuduna yayılır. Çalışmalarla gelişe gelişe parmakları zikreder, ayakları zikreder, saçları zikreder, her taraf zikreder... Sonra bir kere 'Allah' dedi mi, bütün zerreleriyle zikreder. İşte bu en sevaplıdır." dedi. Eylül, 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

Mehmed Zâhid Kotku Hocamız, --cennetmekân, rahmetullahi aleyh-- benim de bir genç öğrenci olarak katıldığım toplantılarda, Balkanlar'ın en büyük motor fabrikası olan Gümüş Motor'u kurmayı emretmiştir, kurma çalışmalarını başlatmıştır. Bu motor fabrikası kurulmuştur, halen de Pancar Motor diye Türkiye'ye fayda sağlamaktadır.

Biz kurucularına fayda sağlamıyor!.. Çünkü elimizden, haince dolaplarla, düzenbazlıklarla alınmıştır. Kurucularına menfaat sağlamıyor. Çünkü, kurucuları, o zamanki nominal sermayeleri kadar sermayeler görülecek şekilde gadre uğratılmışlardır.

Ama biz iftihar ediyoruz. Pancar Motor'u gördükçe, Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'ı hatırlıyoruz. Bahçelerde "Pata... Pata... Pata..." sular çekildikçe, otomatik sulama sistemleri tarlayı yemyeşil yapmış görünce, o neşe içinde ilâhî bir haz duyuyoruz. 5 Temmuz 1994 – Kızılcahamam

Bir ev sohbetinde, bizden yaşlı ağabeylerle oturmuştuk. O zaman arkadaşlar kendi hallerinden şikâyet ettiler: "İşte tad alamıyoruz, feyz alamıyoruz. Görenler var, biz niye böyle eksiğiz?" filân diye böyle konuştular.

Ben de sonra Hocamız (Rh.A)'e, "Filânca akşam filânca yerdeydik. Böyle böyle konuştular." diye naklettim durumu... Dedi ki Hocamız:

"--Ne yapayım, kendilerine verilen zikir vazifelerini yapmıyorlar." dedi. 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

 

Hocamız Mehmed Zahid Kotku Rh.A Hazretleri'nin çok söylediği bir söz vardı. Bir keresinde ben dedim ki:

"--Bir yerde çok güzel, manzaralı bir arsa varmış..."

Şöyle gözümün içine bakmış, bir mısra söylemişti Hocamız (Rh. A):

Fâni dünya hoştur ammâ, akıbet mevt olmasa! 05. 12. 1997 – Medine

 

Hocamız burda rahatsızlandığı zaman, vefatına sebep olan rahatsızlığıyla yattığı zaman, çok kimseler biliyorum ki: "Yâ Rabbi, benim canımı al, ona ver, o yaşasın!.. Ben öleyim, o yaşasın!.." diyorlardı. Ama tabii, Allah'ın birisinin canını alıp da ötekisine vermeğe ihtiyacı yok ki... Ömür verirse verir ama, kadar öyle olunca da, değişmez. Hocamız da vefat etti. 19. 01. 1997 – İskenderpaşa

Hocamız vefat edeceği zaman başucunda bekliyoruz. Canımız gidiyor, vefat etmesin Hocamız diye... Benim babam filân hatırlıyorum:

"--Yâ Rabbi, benim ömrümü al, ona ver! Ben öleyim, o kalsın!" diye dua ediyordu.

Allah senin ömrünü almadan ona ömür vermeye kàdir değil mi?.. Kàdir... İlle bir yerden alıp öbür tarafa ekleme mecburiyeti yok Allah için... Dilerse onun da ömrünü, diğerinin de ömrünü uzatabilir.

Çok dua ettik ama Hocamız öldü. Neden?.. Kader... Kader değişmez tabii, ömrü o kadar... Çare yok... 22. 7. 1995 / Pennsylvania - U. S. A.

 

İRŞAD VE HİZMET HAYATI

Bizim Hocamız'ın vefatından sonra kaç kişi şeyhliğe kalktı. "Benim yapmam lâzım, bu bana yaraşır." diyor, kendi kendine yakıştırıyor. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermişti, ben şeyhlik yapabilirim!"

Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermek, Râmûz'u okut diyedir, şeyhlik yap diye değildir. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana başka isteklilere ders tarifi selâhiyeti verdi. Yâni mürid olmak isteyene dersi tarif ediver diye selâhiyet verdi, ben şeyhlik yapabilirim!"

Ders tarifi selâhiyeti vermek, hocanın vefatından sonra yerine geçmek mânâsına değildir. Yüzlerce kişiye böyle selâhiyet vermiştir. Hattâ köyde benim teyzeme de vermiştir, şehirde bizim komşu hacı teyzelere de vermiştir. Ders tarif etme selâhiyeti şeyh olma icazetnâmesi değildir. Râmûzül-Ehâdîs okuma müsaadesi şeyh olma icâzetnâmesi demek değildir.

 

Kendi kendine şeyhliğe kalkıyor. Öyle olunca olmaz. Öyle olunca nisbet kopuk olur, bağlantısız ortaya çıkmak olur. Bağlantısız ortaya çıkanın bir şeyi olmaz. 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

 

Allahu Teâlâ'ya hamd olsun, seyahatlerim hem çok olur, hem de hızlı cereyan eder. Daha üniversitede görevli bulunduğum zamanlarda bile, bazan bir hafta tatilinde 6-7 şehir, kasaba dolaştığım olurdu. Emekli olunca, çağrıldığım yerlere gitme imkânım tabii daha fazlalaştı. Aman yanlış anlaşılmasın, memnunum, şikâyetçi değilim; nice nice yerler görmeye, dostlar ve dindaşlarla görüşmeğe, yeni yeni kardeşler kazanmağa vesile oluyor; sevaptır, size de tavsiye ederim. KADIN AİLE, NİSAN 89

 

 Sonra vazife Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız'a geldi. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız da, "Evlâdım benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!" dedi. Biz de bu vazifeyi yapıyoruz. 22. 7. 1995 / Pennsylvania - U. S. A.

Büyük şehirlerde ilim vardır, irfân vardır, medeniyet vardır. Ben hep uzleti isterdim, sakin, küçük yerlerde, yaşamayı isterdim. "Orda bir ev alıp da toplumdan uzak, kitapların arasında okur, yazar, böylece çalışır, ömrümü geçiririm." derdim. Hocamız Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, --rahmetullàhi aleyh, makamı âlâ olsun-- her söylediğimde beni engellerdi. Neden razı olmadığını her seferinde söylemiyordu da bir seferinde dedi ki:

"--Evlâdım, küçük yerlerde insanın kıymetini bilmezler." 30. 05. 1997 – ALMANYA

 

Ben şahsen bir mutasavvıfım; gece uyku uyumuyorum, feleğimi şaşırıyorum, namaza zor kalkıyorum. Dört gün falanca yerde eğitim, beş gün falanca yerde bilmem ne... İflahımız kesiliyor. "Hangi arkadaşımızın davetine icabet edeceğiz, hangi faaliyeti yapacağız diye, zaman yetiştiremiyoruz yâni... 27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

 

KİTAP OKUMA SERÜVENİ

…Ben komünizmi iyi bilmiyorum. Hep duyarım, ama materyalizmi okumadım; okumak da istemiyorum, midem bulanıyor. İslâm'dan gayri bir şey okumamaya da prensip olarak karar verdim. Başka bir fikri okuyunca, zihnimde o fikirden bir kalıntı kalır da, İslâm hakkındaki öz düşünceme belki etki eder diye düşünüyorum. İstiyorum ki bilgilerim sadece İslâmî olsun. 24. 03. 1996 – İstanbul

 

HAYATA VE HADİSELERE BAKIŞ

…Ben eskiden hasımlarımızı gözümde büyütürmüşüm; o noktaya geldim. Yâni, bize hasım olup düşman olan grupları hayalimde onların hakîkî ağırlıklarından çok daha fazla ağır gördüğümü anladım, o noktaya geldim, o kanaate ulaştım. 12. 07. 1996 - Elvan T. K. / İZMİR

Ben her zaman şöyle düşünüyorum:

"--Yâ Rabbi, bana öyle bir ömür sürmeyi nasib et ki, son demimde ömrümü düşündüğüm zaman, pişmanlık duymayayım!"

Yâni, yatağa yattın. Doktorlar diyor ki, "Artık senin çaren yok, öleceksin, ölmek üzeresin!.." Eş dost geliyor, kelime-i şehadet getiriyorlar, Yâsin okuyorlar... Ömür bitmiş yâni... İnsan o zaman nasıl bir durumda olmalı?.. Pişman olmayacak bir ömür geçirmiş olmalı! Arkasına baktığı zaman, "Tüh be, keşke ömrü böyle geçirmeseydim!" dememeli!.. Ben böyle düşünüyorum,

En son andaki değerlendirme çok mühim!.. "Keşke şunu şöyle yapmasaydım... Keşke filânca ile hiç uğraşmasaydım... Keşke işimi şu taraftan tuttursaydım..." vs. İnsan keşke der. Ahlar vahlar olmadan insan ömür sürmeli, işin gerçeği bu, doğrusu bu...

Bunu biz şimdiden yapmalıyız. Ecel gelip insanın kapısına dayandığı zaman, Azrâil geldiği zaman değil; şimdi gençken, sıhhatliyken, akıllıyken, elimizde fırsat varken, hayatı değiştirmek, yönlendirmek, değerlendirmek imkânımız varken bunu düşünmeliyiz. Aklımızı, mantığımızı ortaya koymalıyız. Dünya işlerinde başarımızı düşündüğümüz gibi, işten işe koştuğumuz gibi, firmamızı daha başarılı bir hale getirmeğe çalıştığımız gibi; Allah'ın huzurunda iyi bir kul olmayı başarmayı da düşünmeliyiz. Hattâ önce onu düşünmeliyiz, öteki işleri ona göre ayarlamalıyız. 5. 8. 1996 - Çankaya / ANKARA

 

Altı aydır yurtdışındayım, niçin?.. Yirmi birinci Yüzyıl'a giriyoruz diye yurtdışındayım. Yirmi birinci Yüzyıl'a hazırlanalım diye yurtdışındayım. Yurtdışının teknik imkânlarından, ileri imkânlarından, zenginliklerinden faydalanalım ve bunları halkımızın lehine kullanalım, kardeşlerimiz için kullanalım, ülkemize taşıyalım diye buralardayım. 07. 11. 1997 - ALMANYA

 

Ben bir ara kendim Amerika'ya yerleşmeyi düşündüm. Ama baktım ki, onlara İslâm'ın inceliklerini nükteleri ile anlatacak kadar ileri bir İngilizcem yok. O zaman dedim ki: "Ben İngilizceyi öğrenene kadar beş sene geçer. Beş sene öyle vakit geçireceğime, gideyim Türkiye'de beni dinleyen milyonlarca insan var, onlara anlatayım İslam’ı..." dedim, geri döndüm. Temmuz 1995 – İNGİLTERE

…Şimdi, buraya geliyoruz akşam... Önden bir araba gidiyor ama, yolun üstündeki bütün çukurlardan kaçıyor. Kanalizasyon çukurundan gitmiyor, bir çukur olsa dolaşıyor; beğenmediği yerden gitmiyor, beğendiği yerden gidiyor. Üç şeritli yolun üç şeridini birden keyfine göre kullanıyor.

Bizim arabadakiler dediler ki,:

"--Aman dikkat et! Öndeki sarhoş mu, ne?.."

E biz de giderken, hizasına geldik onun... O yine keyfine göre bir sağa sağladı. Bir hareket yaptı, nerdeyse bizi yandan omuzlayacaktı, şöyle... Vuracaktı bizim arabamıza... Ben de şöyle, "Nedir bu yaptığın?" diye elimle işaret ettim.

Delikanlı çocuk... Anlaşılan ehliyeti daha cebine yeni koymuş, babasının arabasını almış, sürüyor. Öyle bir tatlı güldü ki; affettim. Herhalde benim başımda takke, çenemde sakal... Kızmadı ben elimle böyle yapınca... Çok tatlı bir güldü. Tamam, affettim, delikanlıdır diye... 29 Eylül 1994 - Özelif / ANKARA

Konya'ya gidiyorduk. Şöyle bir yokuştan şöyle döneceğiz, aşağı gideceğiz. İki şerit var, karşıdan geliş; bir şerit var bize... Aşağıdan gelen bir vasıta ötekisini geçmiş, iki şeritten geliyorlar. Üçüncüsü de bizim şeride çıkmış, bizim önümüzden geliyor... Tabii, ben şöyle köşeyi dönüp onunla karşılaşınca, midem altüst oldu, aklım başımdan gitti. O da midesine tesir ediyor insanın... Şöyle bir cızz diye bir şey oluyor. Asit mi salıyor insanın midesi, ne oluyorsa...

Fesübhânallah!.. Yâhu be adam, burasında çifte çizgi var, yasak işte; buradan buraya geçilmez! Senin için tehlikeli... Gelen için de tehlike, senin için de tehlike... Önünü göremiyorsun, çarpışırsınız burada...

Hem de Anadol kamyonet... Hızlı bir araba olsa, hani BMW olsa, Mercedes olsa da, fırt diye geçerim diye güvense motorunun gücüne... Öyle de değil... Neyse ben, toza toprağa bulanıp geçtim ama, bir müddet böyle heyecanım yatışmadı, midem biraz karıştı. 29 Eylül 1994 - Özelif / ANKARA

Tabii şimdi benim de vidalarımı, civatalarımı sıkıştırmam lâzım galibâ... Ben de kendime dikkat ediyorum; sinirleniyorum bazan...

Dünyanın her yerinden üzülüyoruz. Şimdi diyorlar ki:

"--Hocam, senin midenin hastalığı normal!.."

"--Neden?.."

"--Sinirleniyorsun her şeye, üzülüyorsun!"

Midem böyle burkuluyor. Ona üzül, buna üzül... Bir haber duyuyorum, birisi bir şey söylüyor; hakîkaten üzülüyorum. Bizim evdekiler de farkediyor, benim sinirlendiğimi... Hadi, tamam, bitti artık... Mide başlıyor asit salgılamaya... Neden?.. Falanca adam şöyle edepsizlik yapmış, filânca insan şöyle yapmış... Birisi şöyle yalan söz söylemiş, birisi bilmem ne yapmış... İşte müslümanlar falanca yerde şöyle zulme uğramış, falanca yerde böyle mağdur olmuş... Üzülüyoruz tabii... 29 Eylül 1994 - Özelif / ANKARA

Sessiz, sâkin, asûde bir hayatın özlemini çekiyorum; İstanbul'da, evimde oturmayı seviyorum; kütüphanemi, kitap okumayı, metodlu çalışmayı; yazılarım ve konuşmalarım, konferanslarım için iyi hazırlanmayı; bol doküman toplamayı, okuyucu ve dinleyicilerim için faydalı olacak orjinal, yepyeni bilgiler hazırlamayı candan temenni ediyorum. Aklımda pek çok mühim konu var; yazacağım, çok acil ihtiyaç duyulan kitaplar; cevaplandırılacak nice nice meseleler sırada... Yapmamız çok zaruri ve çok hayati olan çalışmalar bizi beklemekte...

Gel gör ki, günler benim dilediğim tarzda geçmiyor; zaman ve olayların akışı çok daha başka türlü... Rüzgârın önünde hafif bir kuş tüyü gibiyim; kader beni Şark'tan Garb'a, Garb'dan Şark'a, şimâle, cenûba... sürükleyip duruyor.

Şikâyet değil; (Elhayrü fî ma'htarehullah) "Hayır Allah'ın takdiri ve tercihindedir." Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun! Diyar diyar gezip, türlü türlü hallerde karşılaşıp, çeşit çeşit insanlarla tanışıp, nice nice, yeni yeni bilgiler, görgüler, eşler, dostlar kazanıyorum. Şüphesiz bunda da yüce Rabbimin binbir nimeti, hikmeti var. N'eylerse hoş, hepsi güzel! Kadın ve Aile, Ağustos 1995

Ben uçakta kaç sefer lavaboya girdiysem, oraları temizledim sildim, kuruladım, harabe gibi olan şeyi, benden sonra gelen insana çiçek gibi bıraktım. Çok kötü kullanıyorlar, kullanan insanlar bizim kardeşlerimiz, Cidde'den uçağa binmiş olan Arap kardeşlerimiz. Çok kötü kullanmışlar. Kaç sefer girdiysem, benden sonra gelene temiz bir lavabo bırakmak için, tertemiz sildim, kuruladım öyle bıraktım.

Bu bir görgü meselesi. Rahmetli annem bana bu temizlik görgüsünü aşılamış. Onlara aşılanmamış, her şeyi sağa, sola atıyorlar. Her şey perişan, doğru düzgün kullanmamışlar. "Elinizdeki kâğıtları, jilet makinesini, bardakları klozete atmayın!" diye yazı var orada; atmışlar. Naylon atmışlar, muşamba atmışlar vs.

Meselâ Cidde havaalanında yüznumaraya gittim. Bir bakıcı var, ortalığı sildiği halde yerler fevkalâde ıslak. Ben böyle ıslanmasın diye paçalarımı kaldırarak, ihtimam ede ede yürüdüm. Yüznumaraya girdim, yüznumaranın teşkilatı bozuk. Hâlbuki zengin havaalanın yüznumarası. Suyu kaçıyordu, devamlı akıyordu, ben düzelttim, akmasını engelledim. Temizlik için, kurulanma için kâğıt aradım, yok; cebimden çıkarttım. Zengin bir ülke olan Suudî Arabistan'ın havaalanında o manzara... 01. 08. 1997 - Hamburg / ALMANYA

 

SEVDİĞİ YİYECEKLER

…Ben acıyı çok seviyorum, Arnavut biberine bayılıyorum. Akşama kadar, ertesi güne kadar dudaklarım yanıyor ama seviyorum. 15. 03. 1997 - Münih / ALMANYA

…Ben de bir ziyafette bir erik görmüştüm masanın üstünde... Hiç elimi uzatmak istememiştim ona... Bir ramazanda, Erenköy'de, bahçede bir ziyafette... Kocaman bir masa... Masanın üstündeki her şeyden almak istedim de köşede bir erik vardı, ondan almak istemedim. Çünkü dışı ceviz gibi yeşil görünüyordu. Ama acıdım eriğe... "Bu kadar nimetin hepsini yiyorum, tadına bakıyorum, şu zavallı eriğin de bir hatırını sorayım, bir de onun tadına bakayım!" dedim, aldım. Bir ısırdım ki, içi bir kere şeftali gibi kırmızı... Tadı şeker gibi tatlı, fevkalâde güzel... Bana dervişi hatırlattı; dış görünüşü yok ama, içi çok güzel...

Sonra araştırdım, sordum, "Bu eriğin cinsi nedir? Aman bu eriği hangi ağaçtan almışsanız bir aşısını alalım! Bizim bahçedeki eriğe de onu aşılayalım!" dedim. Bulamadım, bulamadım, nihayet bizim Çanakkale'deki köyde birisine, bir köylüye anlattım. Dedim:

"--Böyle bir erik biliyor musunuz?"

"--Haa, ona hırsız almaz eriği derler." dedi. Dış görünüşü güzel olmadığı için hırsız almıyor, ama alsa iyi ederdi; çünkü çok tatlı, çok güzel... Mayıs 1993 - Boğaziçi Üniversitesi

 

Word dosyası olarak okumak/indirmek isteyenler için:https://www.habername.com/d/file/mahmud-esad-cosan-hocamizin-hayati.docx

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.