"Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı Başörtüsü"

"Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı Başörtüsü"

Bir 8 Mart’ı daha idrak ediyoruz, başörtüsü yasağı ayıbıyla...

‘Yasak elbette çok önemli bir sorun. Diğer pek çok sorun da yasakla bağlantılı. Yasaklar olmasa, örtünmenin yaşadığımız dönemdeki sorunlu boyutlarıyla ilgili tartışmalar kendi mevsim normalleri içinde gerçekleşecek. Böyle olduğunda, mesela tesettürün niteliğini eleştirenler ‘laikçilerin ekmeğine yağ sürme’ endişesi taşımadan anlatabilecekler meramlarını. Başörtüsü yasaklarını savunarak kendilerine alan açanlarsa, haksız rekabet konumlarını kaybedecekler. Başörtüsü kontenjanı da başörtüsü karşıtlığı kontenjanı da söz konusu olmayacak.’

Kadınların, ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan erkeklerin hálá çok gerisinde olduğu bir dönemde 8 Mart Dünya Kadınlar günü, kutlanası bir gün müdür, emin değilim. Türkiye özelinde buna bir de başını örten kadınların eğitim ve kamu hizmetinden men edilmeleri ekleniyor. Kendisi başörtülü bir sosyolog olan Nazife Şişman son kitabı ‘Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı Başörtüsü’nde meseleyi tüm yönleriyle ve çok yerinde tespitlerle ele alıyor. Başörtüsü gündeminden başı örtülülerin de artık yıldığı, yasağı konuşmanın havanda su dövmek etkisi bıraktığı bir dönemde, Nazife Şişman bu kitabı yayınlamayı göze aldı. İyi de etti. Çünkü Şişman’ın kitabı başörtüsü konusunda okuyacağınız en iyi metinlerden biri. Evet, bir 8 Mart’ı daha idrak ediyoruz, başörtüsü yasağı ayıbıyla...

RÖPORTAJ: HALİME KÖKÇE

BİR sosyolog olarak kadın çalışmalarına yakın duruyorsunuz? Öncelikle Türkiye’deki kadın çalışmalarına ilişkin değerlendirmenizi öğrenmek istiyorum. Sosyal gerçeklikle paralel bir çerçeve de mi ilerliyor, bir yaraya merhem oluyorlar mı?



Türkiye’de kadın meselesi hep sembolik bir anlam taşıdı. Çok eşliliğin yüzde ikilerde seyrettiği bir toplumda çok eşlilik merkezi bir tartışma konusu olmuştu, Osmanlı’nın son dönemlerinde. Çünkü modernleşme, batılılaşma gibi meseleler kadınların geri kalmışlığı ve ezilmişliği üzerinden gündeme getiriliyordu. Bugün de bu sembolik anlamlar hakim, kadın sorunları denilen alana. Müslüman bir toplum olmasak, sanki bütün sorunlar çözülecekmiş gibi bir bilinçaltının izlerini görüyoruz.

Başörtüsü sorununa yaklaşım da bu bilinçaltıyla mı şekilleniyor?

İstisnalar olabilir ama başörtüsünü çalışan kadın araştırmacılar ‘ne kadar modernleştik, ne kadar ilerledik’ sorusuyla başlıyorlar. Çünkü bizim modernlik nosyonlarımız hep kadınların ne kadar modernleştiği, ne kadar Batılı hayat tarzını benimsediği sorusu üzerinden gelişti. Böyle olunca başörtüsü ile ilgili araştırmalar da bu paradigmadan kurtulamıyor. Genellikle ‘aydınlanmış, özgürlüğüne kavuşmuş, eğitilmiş...’ vb özelliklere sahip bir konumdan soruyorlar sorularını, bu araştırmacılar. Biliyorsunuz soranın, ‘hesap soran’ olduğu noktada başlar hiyerarşi.

Göle’nin tespiti yanlış

Nilüfer Göle bir milat olarak görülür. Göle’nin Modern Mahrem’deki tespitlerinde de bu hesap soran tavrı var mı sizce?

Modern Mahrem, İslami camianın görülmeye çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde yapılan bir çalışma. O yüzden olağanüstü rağbet gördü. Bu görülme ihtiyacı nedeniyle de pek eleştiri söz konusu olmadı. Elbette Modern Mahrem’in başörtüsünü irtica paradigması dışında ele alması bakımından hakkını vermek gerek. Hesap soran tavrından ziyade Modern Mahrem, ‘yeni örtünme’ şeklinde bir kopuşu varsayması açısından problemli bence. Yani bugünkü örtünmenin geçmiştekinden tamamen farklı olduğunu varsayıyordu Göle. Modern içinde mahreme alan açıcılığı nedeniyle işlevsel kabul edildi bu kopuş vurgusu. Ama bunun başörtülü kadınları nevzuhurluğa hapsederek tarihsizliğe mahkum ettiği, ‘türban’a hapsederek de simgeselliğe mahkum ettiği görülemedi.

Türkiye’deki feminist harekete dair fikriniz ne? Kadın hakları konusunda sesini yükselten, sonuç alan güçlü bir feminist hareket var mı?

Türkiye’de sesi en fazla çıkan feminist gruplar, Kemalist-feminist özellikler gösterenler. Bu grup için de rejim bekçiliği kadın haklarını savunmaktan önce geliyor. Tabii ki başka eğilimde olan feministler de var. Ama etkinlik açısından birincilerle aynı düzeyde değil.

Kadın ideolojik bir araç mı?

Bu durumda Cumhuriyet projesi aynı zamanda feminist bir proje mi?

Cumhuriyet projesinin feminist bir proje olduğu tartışılır. ‘Çağdaş kadın’ın ideolojik bir araç olarak kullanıldığı bir projedir Cumhuriyet. Gerçi doğu ve orta doğudaki ulus devletlerin hepsinin kuruluşunda kadın üzerinden bir anlatı var. Modernlik nosyonları oluşurken ilerilik-gerilik tanımları hep kadın üzerinden yapıldı. 80 sonrası feminist hareketin eleştirdiği üzere kadın hakları sadece araçsal bir öneme sahipti yeni rejim için. Nezihe Muhittin’in kurduğu Kadınlar Halk Fırkası’nın kapatılması, bu araçsallığın en bariz örneği.

Kadın, siyasette de çok önemli bir sembol. CHP’nin ‘çarşaf açılımı’, AKP’nin modern görünümlü kadınlarla değişimini görünür kılması vs. Bunlar da kadını araçsallaştıran yaklaşımlar değil mi?

Elbette. Ama bu daha önemli bir şeyin göstergesi: İktidardaki parti de muhalefetteki parti de siyaset üretemiyor. Herkes kadınlar üzerinden sembolik mesajlar verme gayretinde. Bu noktada başörtüsü neyi örtüyor, diye sorabiliriz, haklı olarak. Siyaset üretememenin, projesizliğin, başarısızlığın üzerini örtüyor.

Başörtülü jipe binsin mi?

Bir yandan da gene seçim propagandalarında göze çarpan, daha önce de sosyolog Ümit Meriç’in bir röportajında dile getirdiği başörtüsü ve jip denklemi var. Başörtüler jip kullanamaz, jip kullananların oylarını istemeyen bir siyasi söylem. Böyle bir toplumsal okuma olabilir mi?

Şehirde jip kullanmanın şatafatlı tüketim olarak kodlanması isabetlidir. Bu açıdan eleştiriyi hak ediyor. Çevre kirliliği başta olmak üzere kent ortamında jip kullanmayı pek çok açıdan eleştirebiliriz. İşlevsizliği bir yana röfleli saçlı ya da ipek başörtülü bir kadının Nişantaşı’nda jiple gezmesini sadece komik diye niteleyebilirim. Bunun ciddi eleştirisi değil, parodisi yapılmalı. Adaletsiz bir uygulamanın eleştirisinin başörtülü kadınlar üzerinden yapılması, odak kaymasına yol açıyor. Başını örten birinin daha ahlaklı olmasını beklediğimiz için, tüketim konusunda da daha tutarlı bir davranış bekliyoruz ondan. Bu elbette anlaşılabilir bir durum. Ama konumuz ahlak ise bu böyledir. Kişi kendi tutarlılığı açısından böyle bir muhasebeyi her an yapmalıdır. Sosyo-ekonomik eşitsizliklerin eleştirisini böyle kimlikler üzerinden ve sloganik bir düzeyde yapmak, eleştiriyi baştan iptal ediyor.

Siyasi ya da değil ama başörtüsü bir şeylerin simgesi. Lüks tüketimi bile ona nispetle örneklendiriyorsak...

Evet. Katmanlı bir simgeselliği var başörtüsünün. Kimine göre Batı karşısında geri kalışımızı her daim gözümüze sokan bir sembol, kadınların ezilmişliğinin, kadın erkek eşitsizliğinin simgesi... Bu yoldan gidenler siyasal İslami hareketlerin, RP-AKP çizgisinin simgesi olarak görüyorlar başörtüsünü. Dünyada ise yükselen İslami hareketlerin, direnen İslami kimliğin, entegre olamayan Müslüman kültürlerin sembolü olarak görüldü. 11 Eylül sonrasında ‘yıkıcı öteki’ni tanımlayan bir simgesellik kazandı. Başını örten kadınların dini gerekçe öne sürmeleri dikkate alınmadı. Günümüz sosyal bilimlerinin en önemli handikaplarından biri bu. Örtünmeyi dini pratik zemini dışında ele alırsanız, çok önemli bir boyutu ihmal edersiniz. Bu nedenle de ‘ezilme, beyni yıkanma, köleliği gönüllü kabul etme’ paradigması, kadınların örtünmesi vakasını anlamanızın önünde en büyük engel olur.

Son 5-10 yılda başörtülü imajı da değişti. Moda tabirle söylersek, başörtülü ve başı açık arasında ‘irice bir fark’ yok sanki. Ne dersiniz?

Son otuz yıllık değişimi kentsel mekanların paylaşımı üzerinden de okumak mümkün. Artık eskisi gibi olağanüstü bir haber değeri taşımıyor bir konser salonunda, bir sergide, uluslararası bir sempozyumda başörtülü bir katılımcı. Ortak mekan kullanımı, karşılıklı bir normalleşmeyi de beraberinde getiriyor. Ama kendisini ‘endişeli modern’ diye tanımlayan bir grup bu normalleşmeden rahatsız. Cumhuriyetin kamusal alanının ‘ayrıcalıklısı’ olmak istiyor. Ortak mekan kullanımı ise rekabeti devreye sokuyor. Mesela Zeynep Göğüş, iktidardakilerin eşleri başörtülü diye ‘başörtüsünün ödüllendirildiğini’ iddia edebiliyor. Oysa o kadınlara ancak eşlerinin arkasında yer var. Bırakın Meclis’i, bürokrasiyi, üniversiteye bile gidemiyorlar.

Asırlık kompleksimiz

Osmanlı modernleşmesinde de kadın çok önemli simgeydi. Fatma Aliye Müslüman kadının Avrupa’da iyi tanınmadığından şikayetçiydi. Cumhuriyet modernleşmesinde de kadın modern görünümüyle vitrine çıkarıldı. Bugün başörtüsüne karşı geliştirilen tepkide, modern Batı medeniyeti karşısında başörtülü görüntünün küçük düşürücü olduğu kabulü mü var?

Tabii ki. Batı medeniyeti karşısında kendimizi yenik hissettiğimiz andan itibaren Batılıların bizi nasıl gördüğü sorusu hep önemli oldu. Kadınların örtünmesi de ulaşılmak istenen ‘uygar profil’i bozan, bize yenilmişliğimizi, Osmanlı-İslam geçmişimizi hatırlatan bir görüntüydü. Bu nedenle ilerici-aydınlarımız Cumhuriyetin kuruluşundan beri kamusal alanda yasaklayarak, ya da eğitip vazgeçirerek bertaraf etmeye çalışmıştır bu ‘geri’ profili. Esma Esad ve Kraliçe Raina ziyaretlerinden sonraki basına bir bakın. Onların Batılı-modern görüntüsü ile bizim Başbakan ve Cumhurbaşkanımızın eşlerinin başörtüsü tamamen bu anlayışla ele alındı. Batı karşısında bizi temsil eden kadınların başının örtülü olmasıydı sorun.

Kamusal alan renklenecek

Başörtüsü yasağıyla ilgili özgürlük diyenlerin ‘hizmet alan tamam ama hizmet veren olmaz’ gibi bir kaydı var. Bu hukukun evrensellik ve farklılığa eşit mesafe ilkesine aykırı. Baskın Oran bunun ancak başörtülülerin toplum tarafından algılanışındaki mevcut gerilimin ortadan kalkmasıyla olabileceğini, bunun da başörtülülerin haklar konusunda ilerleme sağlayıp mesela lezbiyenlerin haklarını da aynı hararetle savunabilecek olgunluğu erişmeleriyle olacağını falan söylüyor. Nasıl olacak? Bu beklenti yerin de mi?

Burada çok ciddi hukuki sorun yok mu sizce? Bir grup insanı, ‘eğitip-aydınlattıktan’ sonra eşit haklar verebileceği söylenmiş olmuyor mu? Belli bir kıvama gelsinler, ancak ondan sonra hakedecekler. Hizmet alan hizmet veren ayırımı, başı açıklığı norm, baş örtmeyi de norm dışı olarak görmeyle alakalı. En sık verilen örnektir, başı açık bir hakim adil olabilir, ama başörtülü bir hakim olamaz. Çünkü belli bir kimliği görünür kılmaktadır. Oysa başı açık bir hakim de nötr duruma işaret etmez. O da ‘sekülerliği-modernliği’ bir hayat tarzı olarak benimsemiş olabilir ve bunu bizzat bir baskı unsuru olarak da kullanabilir. Aslında bu tartışmaların temelinde kamusal alanı nötr ve laik bir alan olarak kabul etmek yatıyor. Bugün bu anlayış tartışılıyor Fransa’da ve pek çok Avrupa ülkesinde. Dini kimliklerin kamusal alanda tezahürünü hem teorik hem pratik olarak tartışmamız gerek. Ama Baskın Oran’ın tavrında ‘aydınlanmacı’ bakış çok bariz görülüyor.

Başörtüsü laiklik tartışmasının ayrılmaz bir parçası oldu artık. Ve bu tartışma küresel boyut kazandı. Bir sosyolog olarak öngörünüz ne, bu tartışma nasıl sonuçlanır neye evrilir?

Bu tartışmalar siyasal konjonktürden bağımsız değil. Mesela Hollanda’da Müslümanların dini değerlerine hakaret ettiği iddiasıyla bir film yönetmeninin öldürülmesi çok kültürlülük uygulamalarında geri adıma neden oldu. İtalya’da açıkta namaz yasaklandı. Öte yanda İngiltere şeri mahkemelere yetki verdi. Avrupa’daki tartışma çok canlı çünkü Avrupalı Müslümanlar diye bir vaka var. Bu nedenle önümüzdeki dönemde kültür, kimlik, laiklik, vatandaşlık gibi küreselleşme döneminin en önemli tartışmaları yine başörtüsü üzerinden yapılacak. En bariz örnek Fransa. Küreselleşme döneminde karşılaştığı tüm sorunları ‘la affair du foulard’ üzerinden tartışageldi. Sonuç ne olur tahmin etmek zor ama laikliğin, kamusal alanın nötrlüğü anlayışının daha esnek bir şekle dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Türkiye’de ise mesele, bunları henüz gerçek manasıyla tartışamıyor oluşumuz, gündelik siyasi hesapların ve taraftarlık mantığının ötesine geçilememesi, en büyük engeli teşkil ediyor.

Şerif Mardin üzerinden yürütülen ‘mahalle baskısı’ ve son olarak Binnaz Toprak’ın ‘laikler ötekileştiriliyorlar’ tespitini yaptığı araştırması... Bu tip tespit ve kavramsallaştırmalar sosyal bilimlerin kendi ilkeleri ve olgusal gerçekliği isabetli tahlil edebilme açısından yerinde mi?

Sosyal bilimden çok jeopolitiğin izleri hakim bu tür araştırmalarda. Bu ne demek mi? Siyasal tartışmalarda laik-şeriatçi karşıtlığı gibi bir terminoloji kullanılıyor. Ama bunu sosyal bilimlere nasıl aktarırız, bu ciddi bir mesele. Laik dediğimiz kimdir? Başörtülü biri laik olamaz mı? Laikliğin hangi tanımını kabul ediyoruz? CHP’liler, Aleviler, Çağdaş Yaşam ve Atatürkçü Düşünce Derneklerini ‘laik’ diye tanımlarsanız, tabii ki bu tanım üzerinden eleştiri de alırsınız. Bunun karşı tarafında da bütün başörtülüleri ‘şeriatçi’ şeklinde pejoratif bir tanıma sıkıştırma var çünkü.

Başörtüsü ile ilgili en önemli sorun yasak mı? Yoksa...

Yasak elbette çok önemli bir sorun. Diğer pek çok sorun da yasakla bağlantılı. Yasaklar olmasa, örtünmenin yaşadığımız dönemdeki sorunlu boyutlarıyla ilgili tartışmalar kendi mevsim normalleri içinde gerçekleşecek. Böyle olduğunda, mesela tesettürün niteliğini eleştirenler ‘laikçilerin ekmeğine yağ sürme’ endişesi taşımadan anlatabilecekler meramlarını. Başörtüsü yasaklarını savunarak kendilerine alan açanlarsa, haksız rekabet konumlarını kaybedecekler. Başörtüsü kontenjanı da başörtüsü karşıtlığı kontenjanı da söz konusu olmayacak. Hep şikayet edilen başka şeylerin üzerini örten bir örtü olmaktan çıkacak böylece.

Başörtüsü kontenjanından değilse varım

‘Başörtülü kontenjanı’ diye bir şeyden bahsediyorsunuz? Nedir bu?

Bakın bu kitap için bile geçerli bu. Ben geçen yıl, ‘Günün Kısa Tarihi’ diye bir kitap yayınladım. Gündelik hayattan anekdotları alıp belli bir perspektiften analiz eden yazılardan oluşan. Mutluluk, yoksulluk, acıya seyirci olma, hayatın törenselliği, koleksiyonculuğun arka planındaki sömürü, biogenetik ve etik ilişkisi gibi pek çok farklı tema üzerinden toplumsal değişmenin nabzını tutmaya çalışan bir kitap. Ama başörtüsü kitabı kadar medyatik ilgiye mazhar olmadı. Kontenjan derken bunu kastediyorum. Başörtülü biri başörtüsünden bahsettiğinde yer bulabiliyor çoğu zaman. Ama ardından da şu klişe yargı geliyor: Başörtüsünden başka bir meseleleri yok.

Artık yeni nesil diyebileceğimiz kadın yazarlar arasında başörtülüler de var ve birbirinden çok farklı çizgideki yayın organlarında yazabiliyorlar. Sizce bu başörtüsüne dair algılarımızdaki bir normalleşmenin işareti mi yoksa ‘başörtüsü kontenjanı’ eleştiriniz bu olgu için de geçerli mi?

Başörtülü kadınların bütün varlığını ve görünürlüğünü böyle bir kontenjana indirgemek haksızlık olur. Ama özellikle son bir kaç yıldır bazı yerlerde bir de başörtülü bulunsun ‘hassasiyeti’ni görüyoruz. Bu tabii ki başörtüsünün içine savrulduğu algı kırılmalarını telafi etmeye yetmez. Nasıl ki Başbakan’ın eşinin başörtülü olması Türkiye’deki ‘başörtüsü sorunu’nun çözümüne yönelik hiç bir fayda sağlamamışsa, belli sınırlı noktalarda başörtülülerin olması da kazanç hanesine yazılamaz. Tam aksine bu, ehliyeti değil başörtüsünü önceleyen bir yaklaşım olacağı için başka tür bir hiyerarşinin kapısını aralayacaktır. Halbuki kamusal alanda başörtüsünü paranteze alan -anlamsız bir aksesuara dönüştüren demiyorum dikkat edin- insanların başka alanlarda ortaya koyduklarıyla yer alacakları bir düzenleme olmalı. Böyle bir düzenlemede doğal bir şekilde başı örtülü birisi de hakettiği noktalara gelecektir. Hiyerarşik yapı da ancak böylece kırılabilir.

Latife Tekin’den empati kurması beklenemez

Latife Tekin ‘Türbanla yoğurt mayalayabilir misin?’diye soruyordu bir röportajında. Tülbent ve türban arasında kurduğu (neredeyse ontolojik) ayrımla, başörtüsü ve özgürlük denklemini ters yüz etmeye çalışıyordu. Başörtüsü sadece kadınların yaşadığı bir sorun ama kadınlar bu konuda bir empati kuramıyor. Neden?

Latife Tekin, tülbent-türban ayrımına yüklediği sizin de tabirinizle ‘ontolojik’ anlam o kadar tartışmalı ki. Kentleşme tecrübesini yok sayıyor. Sanki ‘seküler’ denilen kadınlar annelerinin şalvarını giymeye devam ediyor ve bedenlerini streç kotlara sıkıştırmıyorlarmış gibi ‘türban’ın sabitliğini eleştiriyor. Halbuki hemcinsleri röfleli ve fönlü saçlarını spreylerle sabitlerken, başını örten kadınlar da iğne ile sabitliyor örtülerini. Bu tamamen fonksiyonellikle açıklanabilecek uygulamadan teori çıkarmaya çalışmak abes bir yana, empati eksikliğini de gösteriyor. Empati yok, çünkü kadın hareketi hiyerarşik bir yapıyı sürdürüyor. Bir tarafta ‘özgürleşmiş’ kadınlar, diğer tarafta ‘kurtarılması gereken zavallı başörtülüler’ var. Bu yüzden de kendisine modern kent hayatında alan açarken, onu babanesinin zamanına hapsediyor. Mekanda ötekileştirmesi yetmiyor, zamanda da geriye itiyor.

Başörtüsü çalışanlar sanki Zuluları inceliyor gibi...

Kitabınızda ‘1980’den beri yapılagelen sosyal araştırmalara başını örten kişiyi nesneleştiren bir yaklaşım hakim’ tespitiyle başlıyorsunuz. Siz de başörtülü bir yazar olarak daha ziyade başörtüsü üzerine çalışıyor ve yazıyorsunuz. Başörtüsü sorununu sadece başörtülüler ele almalı gibi bir sonuç çıkabilir bu itirazınızdan. Değilse sizi rahatsız eden tam olarak ne?


Bu konu sosyal bilimciler için elbette mümbit bir alan. En önemli toplumsal-kültürel-siyasi meselemizle ilgili araştırma yapmayıp da ne yapacaklar? Tanzanya’daki yerel gelenekler-İslam hukuku çatışmasını mı çalışacaklar öncelikle? Ama bu konuyu çalışmanın da bir namusu olmalı. Hem akademik manada hem ahlaki manada. Türkiye’de başörtüsü meselesi sadece başını örtenlerin değil, herkesin meselesi derken vurgulamak istediğim de bu. Ama bunu mesele edinirken sahip olunması gereken bir özellik var: O da ciddiyet. Aksi taktirde ‘bizim zamanımızda yoktu böyle başörtülüler’ diyen fanatikten de uzaydan gelmiş bir güruhmuşçasına ‘ne yerler ne içerler’ araştırması yapan gazeteciden de farkı olmaz. Benim kastettiğim bu. Yani biraz ciddiyet olsun, akşam İngilizce meal okuyup sabah tefsir derslerine başlamasın bu konuyu çalışanlar. Zuluları inceliyormuş gibi bir antropolojik dile savrulmamaya da özen göstersinler.

Üniversite yıllarınıza dair anekdotlara yer vermişsiniz. Bir başörtülü olarak Boğaziçi’ndeki varlığınız sizi bir iletişim ağının haber nesnesi kılmıştı. Aradan 30 yıl geçti, başörtülü öğrencilerin sayısı arttı. Fakat varlıkları sıradan bir konu haline gelmedi. 30 yıl öncesiyle bugün arasında başörtüsünün algılanışı açısından nasıl bir fark var?


Kampüste bir başörtülü artık haber değeri taşımıyor. Ama mesela ‘Papermoon’da bir başörtülü var’ internete haber olarak düşebiliyor. Bu başörtülü de devlet bakanı Ali Babacan’ın eşiydi. Bir kaç yıl önce dakika dakika canlı yayın haber geçilmişti bir sitede. Yasaklar ve bu süreçte medyaya yansıyan haberler, başörtüsünün siyasete malzeme yapılması, bazı şeyleri değiştirdi. Medya üzerinden bir algı gelişti. 28 Şubat sürecinde her başörtülü potansiyel bir ‘Fadime Şahin’ algısına hapsedildi. Bugün de siyasal kavgalar ve medyatik sunumlar başörtülü bir öğrenciyi kendisi olarak algılanmaktan gittikçe uzaklaştırıyor. Belki kampüsler başörtülülere alıştı ama her başörtülünün yüzüne kat kat imajlar yerleşti. Onların birer birey olarak algılanmasını engelleyen imajlar...
(Star)