Taşgetiren ile Bayramoğlu birbirine girdi

Taşgetiren ile Bayramoğlu birbirine girdi

Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ile Bugün yazarı arasında cemaat- AK Parti üzerinden başlayan kavga büyüyor.

Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, dünkü yazısında kendisini eleştiren Ahmet Taşgetiren'e bugünkü yazısında sert cevap verdi.

 
Dünkü yazısında "Bir tuzak var. Cemaatle iktidarı vuruşturma tuzağı. Acaba kimilerimiz bu tuzağın kurucuları mı, yoksa tuzağa düşenler mi?" diyerek Ali Bayramoğlu'nu hedef alan Taşgetiren'e, Ali Bayramoğlu'ndan cevap gecikmedi.
 
Yazısında "Hayatı sadece "taraflar"dan ibaret olarak algılayanlar, ilke torbasından her daim kendi çıkarlarına uygun alet arayanlar, eleştirel duruşları, ilkesel bakışı anlamakta zorlanırlar, hatta bundan tiksinirler." diyerek Taşgetiren'i hedef alan Bayramoğlu, Taşgetiren'e çok konuşulacak bir iddiada da bulundu.
 
Misyonerlik üzerinden Dink'in öldürülmesine kadar giden derin operasyonda Taşgetiren'in dolaylı yeri olduğunu ileri süren Bayramoğlu, "Bir dönem misyonerlik faaliyetleri ve tehlikesi iddiaları ortaya atılınca, pek eleştirdiği MGK'ya yönelerek "hemen bu meseleye el atın" diyen yazılar yazmaktan geri kalmamış biridir. Bu yazar bugün yazdığı gazetenin temsilcisi Adem Yavuz Arslan'ın "Bi Ermeni var" kitabına bir göz atsa, misyonerlik üzerinden Dink'in öldürülmesine kadar giden derin bir operasyonundaki dolaylı yerini de görür, ama..." ifadesini kullandı.
 
İşte Ali Bayramoğlu'nun o yazısı...
 
Son nokta...
MİT kriziyle, krizin taraflarıyla, siyasi durumla ilgili yazıp, söylediklerim zaman zaman kastını aşan bir etki yapıyor.
 
Bir yanda söylediklerimi takla attırılmış bir şekilde Aydınlık Gazetesi'nde manşet olarak görüyor, Melih Aşık gibilerin köşesinde başka bir amaçla alıntılanmış halde buluyorum.
 
Öte yanda kimi muhafazakârların ya da Ahmet Taşgetiren gibilerin "tuzak kuran, ortalığı karıştıran adam, cemaat düşmanı" ithamlarına maruz kalıyorum.
 
Bunlara bir müdahale zamanı geldi.
 
Sizin doğru bildikleriniz bazen eteği düşük adamların işine yarayabilir ve kullanırlar. Çarpıtmak ucuzluktur, ahlak dışıdır, ancak sizin açınızdan, şerh düşmek dışında yapacak pek bir şey yoktur, siyasi alanda yorum yapmak bunu sindirmeyi gerektirir...
 
Taşgetiren gibilere gelince...
 
Orada ve onlar açısından işin daha vahim olduğunu söylemek isterim...
 
Şöyle:
 
Hayatı sadece "taraflar"dan ibaret olarak algılayanlar, ilke torbasından her daim kendi çıkarlarına uygun alet arayanlar, eleştirel duruşları, ilkesel bakışı anlamakta zorlanırlar, hatta bundan tiksinirler.
 
Söyledikleriniz işlerine gelirse sizi "demokrat" ilan ederler, hatta 28 Şubat'ta olduğu gibi "arkanıza" saklanırlar. Bakış ve duruşlarıyla ters düşüyorsanız, "sözde demokrat" olmakla kalmazsınız, fitneci olmaya gider isminizin başına eklenecek sıfatlar...
 
Meseleleri kimden yana olunduğudur. Etik ve ilkeden uzak düştükleri için, örneğin "hükümet"i bazen övmeyi bazen eleştirmeyi kavramazlar, herhangi bir yapının işlevini değil, kontrolünü önemli görürler.
 
Taşgetiren tam bir örnektir...
 
Bir dönem misyonerlik faaliyetleri ve tehlikesi iddiaları ortaya atılınca, pek eleştirdiği MGK'ya yönelerek "hemen bu meseleye el atın" diyen yazılar yazmaktan geri kalmamış biridir. Bu yazar bugün yazdığı gazetenin temsilcisi Adem Yavuz Arslan'ın "Bi Ermeni var" kitabına bir göz atsa, misyonerlik üzerinden Dink'in öldürülmesine kadar giden derin bir operasyonundaki dolaylı yerini de görür, ama...
 
Bu tür insanların bakışları "sorunlu soruları" besler...
 
O zatın da sorduğu "ne değişti de böyle yazılar yazıyor bunlar" sorusu örneğin...
 
Yanıtı 28 Şubat örneğiyle verelim...
 
28 Şubat'ta karşısında durduğum insani, hukuki, evrensel değerleri tahrip eden bir iktidardı. Destek verdiğim ise bu iktidarın imha etmeye çalıştığı toplumsal-kültürel bir varlıktı. O varlığın politikalarını değil, yaşam hakkını savundum, o günlerde.
 
Peki bugün?
 
Bugün yeni bir iktidar odağı oluşuyor, hak gasp ediyor, baskı kuruyor...
 
Bugün de ona itiraz ediyorum.
 
Taşgetiren, örneğin, dün mağdurdu, yanında durdum...
 
Bugün tahrip edici yeni bir iktidarı temsil ediyorsa karşısında olurum...
 
Bu kadar basit...
 
Açık mesele "meşruiyet"tir, sorun "politik"tir...
 
Bu meselelerin ülkedeki faydacı hakim kültür, cemaatçi mantık ve istihbarat bombardımanı içinde tam anlaşılmadığının da farkındayım...
 
Son bir defa anlatmak isterim.
 
Kimsenin "ittifak bitti" sözleriyle yerinden zıplamasına gerek yok, toplumsal ve cemaat olarak farklı dindar gruplar, görüşler, gündelik hayatta, ibadette iç içedir, hep öyle kalacaktır.
 
Ama mesele siyasete, "meşru siyaset"e geldiğinde işte orada durmak gerekir, çünkü o iş başkadır...
 
Yönetmek, yer tutmak, iktidar kavgası vermek üzerine kurulu ittifaklar zamanı gelince, çöker ve bugün olduğu gibi çatışma sürecine dönüşürler.
 
İşte bu noktada, toplumsal ve siyasal yönler ile meşru ve gayrimeşru yanları birbirinden iyi ayırmak gerekir.
 
Cemaat Türkiye'de İslami hareketin modernleşmesinin, İslam ile Batı, İslam ile teknolojinin bir tür sentezinin ve yeni Türk muhafazakârlığının köklerinin oluşmasına bir aracı oldu, hâlâ da öyle.
 
Bugün sorun bu dokunun cemaat olma sınırlarını aşması, politik olarak aktif hale geçmesi, iktidarlaşmasıdır. Bir yerden sonra sosyolojik örüntünün gölgede kalmasıdır.
 
Gülen cemaatinin milyonlarca üyesi var, pek çok insan bu olaylardan tümüyle uzak, hizmet uğruna malını, mülkünü veriyor, bu meseleyi evladından bile öne alıyor. Ve bu insanların siyasi gelişmeyle, meşruiyet sınırının aşılmasıyla, bunların iç öyküleriyle ilgileri, ilişkileri ve bu konuda bilgileri yok...
 
Bu sınır meselesi ve yukarıda söylenen ayrımlar sadece Türkiye için değil, o cemaat, o insanlar için de önemlidir.
 
Şunun farkına varmalı cemaat üyeleri: güçlenme, yayılma, özellikle güvenlik birimleri ve stratejileriyle yapılmaya başlanmışsa, o strateji ve uygulamalar cemaati kontrol etmeye başlarlar
 
Ve cemaat polis mantığına, polise, güvenlikçilere teslim olur...
 
Buradan geri dönmek toplumsala ve meşruya dönmektir...
 
Şeffaflık da budur...
 
AHMET TAŞGETİREN'İN KAVGA ÇIKARAN DÜNKÜ YAZISI İSE ŞÖYLE:
 
 
EN BÜYÜK TUZAK
 
Kediye kedi deme zamanı. Açık konuşalım.
 
Ali Bayramoğlu Aksiyon yazarı. Aksiyon, Gülen Cemaati'nin çıkardığı bir haftalık dergi. Ben de orada yazıyorum.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin için yapılan "marangoz hatası" tanımlaması ona ait. (Bkz. 27 Aralık 2011 tarihli Yeni Şafak gazetesi.) Çetin Altan'dan bu yana siyasette ikinci defa yapılıyor bu tanımlama ve bunun, söz konusu kişiye ne demek anlamına geldiği açık.
 
İdris Naim Şahin'in bakanlığı bizzat Başbakan Erdoğan'ın tasarrufu. "Marangoz hatası" varsa, "marangoz" da var demektir. Bayramoğlu "marangoz"u da unutmuyor nitekim. Şöyle yazmış:
 
"Soru açık:
 
Tercih bakan tercihi mi yoksa siyasal tercihi mi?
 
Marangoz hatası mı yoksa marangozun yeni tarzı mı?"
 
Sizin de aklınıza şu soru geliyor mu?
 
-Acaba Ali Bayramoğlu bu çıkışı, "cemaat"le bağlantılı olarak mı yaptı?
 
Benim aklıma gelmiyor ama öyle bir toz duman içindeyiz ki, kimin nerede durduğunu anlayabilmek kolay değil.
 
"Otonom güç" mucitleri
 
Ali Bayramoğlu şimdilerde Başbakan'ın yanına geçmiş, "otonom güç" olarak tanımladığı "cemaat"e karşı "tasfiye" tahminleri (yoksa tavsiyeleri mi demeliydim) yapıyor. Çok ilginç!
 
Zaman yazarı Etyen Mahçupyan da, Yeni Şafak'tan Murat Aksoy'a verdiği demeçte, "7 Şubat örtülü darbesi"ne işaret etmiş. Çok ilginç! Bizatihi Zaman grubu darbe odağının uzantısı, öyle mi?
 
Diyorum ki, "güvenlikçi" politikaların amansız sözcüsü İdris Naim Şahin'i İçişleri Bakanlığı'na bir punduna getirip "Otonom güç" tayin ettirmediyse, Başbakan'ın zihin haritasında da "otonom güç"ün etkisi var demektir.
 
Yanlış bir akıl yürütme mi?
 
KCK operasyonlarını emniyet ve yargıdaki otonom güç istedi, öyle mi?
 
Ya, Başbakan'ın operasyonların arkasında duran sözlerini ne yapacağız?
 
Yoksa, Star'ın pazar eki Açık Görüş'teki yazısıyla açıkça KCK operasyonlarını savunan Yalçın Akdoğan da, (ki kendisi milletvekili oluncaya kadar Başbakan'ın danışmanı idi) gizli bir "otonom güç" üyesi midir? Her yere sızan
 
Opus Dei'den söz ediyoruz ya...
 
"Demokrat" Ali Bayramoğlu, bir başka platform olsaydı, eminim MİT mensuplarının yargı önüne çıkarılmasını alkışlar, Başbakan'a verilen "izin yetkisi"ni sorgulardı. Ne de olsa bu ülkede faili meçhullerin büyük kısmı, başbakanların gözetimi altında gerçekleşti. Çiller dönemindeki infazları ve Demirel'in "rutin dışı" tanımlamasını unutmamak lazım.
 
Şu son hadisede neye güveniyoruz, bir, Başbakan'ın Erdoğan, iki, MİT Başkanı'nın Hakan Fidan olmasına... Ben de Erdoğan'a ve Hakan Fidan'a güven duyuyorum ama kanunlar kitapta durduğu gibi durmuyor, Erdoğan ve Hakan Fidan da, "Mahkeme kadıya mülk değil" özdeyişince, orada ebedi kalıcı değil. Bir de MİT dediğiniz Hakan Fidan'dan ibaret değil. Hakan Fidan da yanılmaz değil.
 
Tuzağı kuran kim, tuzağa düşen kim?
 
N'oldu da birden bire "demokrat" yazarlarımız, bütün günahların yükleneceği bir "Otonom güç" üretip, ona karşı "tasfiye" moduna geçtiler. N'oldu?
 
"İktidara karşı darbe girişiminde bulunan cemaat" laflarının çöp sepetine atılması gerektiğini adım gibi biliyorum.
 
Bunu söz konusu "demokrat" yazarların bilmiyor olacağını da sanmıyorum.
 
Hatta tam tersinden, cemaatle iktidarı vuruşturmanın, iktidarı güçlendirmek yerine darbe ve en büyük tuzak niteliği taşıdığını bilebileceklerini de düşünüyorum.
 
Bakın işte AK Parti Milletvekili Naci Bostancı, Zaman'da, "AK Parti-cemaat çekişmesini"ni hem bir rüya hem bir temenni ve hayal olarak nitelemiş. Sağduyu böyle diyor. Ama birileri rüya görmeye devam ediyor.
 
Benim şu anda üzerinde durduğum soru şu: Bir tuzak var. Cemaatle iktidarı vuruşturma tuzağı. Acaba kimilerimiz bu tuzağın kurucuları mı, yoksa tuzağa düşenler mi?

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.