TÜRKİSTAN’IN  İSLAMLAŞMASINDA ‘HACEGAN YOLU’NUN ÖNEMİ VE ALTIN SİLSİLE SEYAHAT HATIRALARI

TÜRKİSTAN’IN İSLAMLAŞMASINDA ‘HACEGAN YOLU’NUN ÖNEMİ VE ALTIN SİLSİLE SEYAHAT HATIRALARI

Türkistan;İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan...

Coğrafi ve Tarihi Sınırlar

Türkistan;İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan, batıda Ural dağları ile Volga ırmağının Hazar denizine ulaştığı noktaya kadar devam eden geniş bir alanı kaplar. Bu alanın tarihî kaynaklardaki adı XIX. yüzyıl ortalarına kadar Türkistan’dır. Çoğunluğunu günümüzde Uygur ve Kazak Türkleri ile diğer Türk gruplarının oluşturduğu Çin Halk Cumhuriyeti hâkimiyetindeki bölgeye Doğu Türkistan, 1924’ten sonra Sovyet hâkimiyetine giren alana ise Batı (Garbî) Türkistan adı verilmektedir. Doğu Türkistan’ın yüzölçümü 1.828.418 km2, Batı Türkistan’ın 3.836.503 km2’dir.

MS 819 yılında Sâmânî Devleti’nin kuruluşu, bölgenin etnik ve kültürel yapısının değişmesinde önemli rol oynadı. Sâmânîler’in ilk hükümdarı İsmâil b. Ahmed, halifeye olan bağlılığı ile öne çıktı. Onun zamanında devletin sınırları genişledi; Mâverâünnehir, Horasan, Sîstan, Kirman, Cürcân, Rey ve Taberistan’ı içine aldı. Başşehir Buhara idi.

Satuk Buğra Han 999 yılında Mâverâünnehir’i zaptederek Sâmânî Devleti’ni ortadan kaldırdı. Mâverâünnehir’in İslâmlaşmasının tamamlandığı Sâmânîler devri sona erince bölge artık tamamen Türk topluluklarının eline geçti. Bölge Sâmânîler’in ardından sırasıyla Karahanlılar, Gazneliler, Hârizmşahlar, Selçuklular, Karahıtaylar, Gurlular, Moğollar, Timurlular, Şeybânîler, Türkistan hanlıkları ve kısa bir dönem İran’ın egemenliği altında kaldı.

1866 yılında Taşkent ve Hucend Ruslar’ın kontrolüne girdi. 1867’de Taşkent’te Türkistan genel valiliği ihdas edildi. Ruslar, Türkistan genel valiliğini beş idarî bölgeye ayırdı: Yedisu, Siriderya, Fergana, Semerkant ve Zakaspi. Bu bölgelerde nüfusun % 95’i müslüman, % 5’i Rus ve Avrupalı hıristiyanlardan oluşuyordu.

XX. yüzyılın başlarında bütün Türkistan’da büyük değişiklikler meydana geldi. Orta Asya demir yollarının yapılmaya başlaması Ruslar’ın Türkistan’a akın etmesine, fabrikalar, atölyeler, küçük işletmeler ve bankalar açmasına sebep oldu. Rusya’dan gelen göçmenler ve işçiler vasıtasıyla özellikle Rusya’daki 1905 İhtilâli’nden sonra Marksist fikirler yayılmaya başladı.

I. Dünya Savaşı yıllarında pamuk ve gıda ürünlerinin ihracatı yasaklandı. Savaş sırasında Türkistanlılar’ın askere alınmak istenmesi, vergilerin arttırılması ve kıtlık neticesinde Ruslar’a karşı 1916 yılında Türkistan topraklarında büyük bir ayaklanma oldu. Ayaklanmalar çok kanlı bir şekilde bastırıldı ve binlerce mâsum insan hayatını kaybetti. Ahalinin bir kısmı Doğu Türkistan topraklarına ve dağlık bölgelere göç etmek zorunda kaldı.

Bolşevik devrimi esnasında Türkistan’da Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (30 Nisan 1918), Buhara Sovyet Halk Cumhuriyeti ve Hârizm Sovyet Halk Cumhuriyeti gibi yerel devletler ortaya çıktı. Fakat Sovyet yönetimi Türk kökenli topluluklar arasında bölücü faaliyetler yürüterek kabileleri ayırmayı başardı. Türkmenler’i, Kırgızlar’ı, Kazaklar’ı ve Özbekler’i ayrı ayrı cumhuriyetler haline getirip Türkistan birliğini dağıttı.

16 Eylül 1924’te alınan kararla Türkistan adı tamamen ortadan kaldırıldı. Bolşevikler, Türkistan’ın idarî yapılanmasını değiştirdi. Valiliğin merkezi yine Taşkent’ti, ancak adı Orta Asya bölgesi oldu.

Türki Cumhuriyetlerin Bağımsız Olmaları

1991 yılında SSCB nin dağılmasıyla birlikte Azerbaycan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistanda bağımsızlıklarına kavuştular. Rahmetli Prof.Dr. Mahmut Esad Coşan ile bir grup arkadaş 1991 de Türki Cumhuriyetler seyahati yaparken güzel bir tevafuk olarak her gittikleri ülkenin bağımsızlık haberine ve sevincine şahid olduklarını anlatmışlardı.

Bölge sakinlerinin “Sovyet döneminde otoriter, baskıcı ateist yönetim nedeniyle İslama olan saygıları ve bağlılıkları devam etmekle birlikte toplumda rüşvet, alkol kullanımı ve ahlaki çöküşün belirgin olduğunu” belirtmişlerdi.

Buhara’da Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin’in makamını ziyaret ederken “kabrin yanındaki mescidin imamının ve türbedarının Mahmud Esad Coşan’ın Nakşibendi yolunun yaşayan mürşitlerinden olduğunu öğrenince Ona intisab ettiğini” anlatmışlardı.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal da Türki Cumhuriyetlere çok önem vermiş ve 1993 yılında vefatından hemen önce yaptığı ziyarette Buhara’da Nakşibendi Türbesi’ne de gitmiş, mescidinde namaz kılmıştı. Özal’ın Bahaeddin Nakşibend hazretlerini ziyaretinde mescide namaz esnasında bir hayli uzun müddet secde halinde kaldığını ta ki yanındaki Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen, tarafından kolundan tutup kaldırıldığını olayın şahitleri anlatmaktadırlar.

Türki Cumhuriyetler bağımsızlık sonrası sosyal ve ekonomik olarak gelişirken, İslami olarak baskı ve yasaklar maalesef devam etti.

Benim Türkistan ile ilgim ise 1993 yılında yakın dostum Dr. Selman Çınar’ın Özbekistan’a ihtisas ve dil öğrenmek için gitmesiyle başladı. Dr. Selman Çınar, Özbekistan’da mesleki çalışmaları dostlukları ve sosyal çalışmaları birlikte devam ettirdi. Birçok İslami temel eserle beraber Mehmet Zahid Kotku ve Mahmud Esad Coşan Hocaefendilerin kitaplarının da Özbek dili ve alfabesine çevrilmesine vesile oldu. Yıllar sonra Hacegan yolu olarak bilinen Arifler yolunun iki ucunun Türkiye-İstanbul ve Özbekistan-Semerkand-Buhara hattının tekrardan buluşmasını sağladı.

Hacegan-Arifler Yolu

Tarihte önemli izler bırakmış ekonomik, siyasi, kültürel ve göç yolları vardır. Avrupa ile Çin arasında ‘İpekyolu’, Hindistan-Afrika-Avrupa arasında ‘Baharatyolu’ gibi ticari ve siyasi olarak önemli roller oynamış yollar bunlardan bazılarıdır.

Tıpkı ‘ipekyolu’ ve ‘baharatyolu’ gibi ticaretin yayılmasında önemli fonksiyon icra eden yollar olduğu gibi İslam’ın yayılmasında da özel bir görev icra eden manevi yollar vardır. Bunlardan biri de ‘hacegan yolu’dur. Hacegan Yolu, İslam’ın Arabistan’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Endülüs’e, Kafkasya’dan Çin’e kadar yayılmasında öncülük eden tebliğ ve irfan yoludur.

Türkistan coğrafyasında da en çok etkili olan ve bilinen irfan yolu ‘haceganyolu’dur.Türkiye-İran-Afganistan-,Özbekistan-Kazakistan-Tacikistan-Doğu Türkistan ve Hindistan güzergahına doğru uzanan arifler yolu Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi Hz ile tekrar Şam-Bağdat-İstanbul hattına bağlanmıştır.

Yaptığım çeşitli seyahatlerde ve okumalarımda özellikle Doğu ve Batı Türkistan’ın İslamlaşmasında Hacegan yolunun etkisini açıkça müşahede ettim. Osmanlının son yılları ve Cumhuriyet döneminde İslam’ın yaşanması ve tebliğinde çok önemli rolleri olan alim ve mutasavvıflardan İstanbul’da Süleymaniye Camii haziresinde adeta bir gül bahçesini andıran Kasr-ı Arifan-Arifler bahçesi olarak bilinen kabristan kısmında Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi ile halifeleri Hasan Hilmi Kastamoni, İsmail Necati Safranboli, Ömer Ziyaeddin Dağıstani, Mustafa Feyzi Tekfurdaği ve Mehmed Zahid Kotku,Edirnekapı şehidliğinde ise Hasib Serezi ve Abdulaziz Kazani Hazretleri medfundur.

İslam dünyasının farklı diyarlarından gelip payitahtta modernizmin rüzgarına karşı müminleri irşad edip örnek olan bu mürşidler, Kuran ve sünnete ittiba ile asrın idrakine İslamı söyletmenin en güzel örneklerini vermişlerdir.

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi döneminde irşad ve tebliğ çalışmalarıyla beraber kurduğu matbaa ile İslami eserlerin basılıp yayılmasını sağlamış, halifeleri de gittikleri yerlerde kütüphaneler kurarak ilmin ve irfanın yayılmasına çalışmışlardır.

Altın silsilenin son temsilcilerinden olan ve Eyübsultan kabristanında medfun bulunan son devir İslam uleması ve mürşidi Mahmud Esad Coşan, dünyanın her yanına seyahatler yapmış, İslam’ı anlatmak için radyo, televizyon, internet dahil her imkanı kullanarak tüm insanlığa ulaşmaya çalışmış çağdaş bir alim, mutasavvıf ve tebliğcidir.Dedelerinin Buhara’dan gelip Çanakkaleye yerleştiği bilinmektedir.

Buhara-Semerkand Arifleri

2007 yılında bir düğün münasebeti ile yaptığımız Özbekistan ziyaretimiz sırasında Özbek kardeşlerimizin misafirperverliklerine ve hala canlılığını koruyan güzel adetlerine şahid olduk. Tüm Özbek dostlar bizleri misafir etmek ve ikram etmek için adeta yarışıyorlardı. Meşhur Özbek Şairi Mirza Gencebeg otobüsle Taşkent-Semerkand-Buhara arasında seyahatimizde bize rehberlik ve arkadaşlık yaptı. Özbekistan’ı tanıtırken arada okuduğu şiirleriyle de hepimizin gönlünü kazandı. “Tefekkür de ibadettir/Tebessüm de ibadettir/Muhabbet de ibadettir/..mısralarıyla biten uzun şiiri aklımızda ve gönlümüzde yer etti.

Özbekistan, Türkistan’da alim, arif ve mutasavvıfların en çok bulunduğu bölgedir. Semerkand ‘da Şâh-ı Zinde diye bilinen Sahabe Kusem bin Abbas’ın kabri yan yana bir çok kubbe ve türbenin son kısmında bulunuyor.Ziyaretlerin başlangıç ve çekim noktası durumunda. Semerkand’da Sahih-i Buhari müellifi İmam Buhari’nin kabri de büyük bir camiinin avlusunda çinilerle bezeli adeta bir yüzük taşını hatırlatan güzel bir türbede bulunuyor.Buharî’nin on bir asır boyunca sıradan bir mezar olarak kalan kabrinin üzerine Özbekistan’ın bağımsızlığının ardından, 2000’lerin başında Orta Asya Türk Sanatı’nın özelliklerini taşıyan bu türbenin inşa edildiğini anlatılmaktadır..

“Semerkant yeryüzünün/cihanın gözdesidir/ Buhara Din-i İslam’ın Kalesidir” mısrası bölgede çok yaygın bir edebi söylemdir.

Hacegan yolu büyüklerinde Ubeydullâh-ı Ahrâr kabri ve dergahı da Semerkand’da bulunuyor. Geniş bir avlunun içerisinde mescid ve önünde geniş daire şeklinde etrafında asırlık ağaçların yer aldığı büyükçe havuz ve yan tarafta Ubeydullah Ahrar hazretleri ile birlikte başka kabirler bulunmaktadır.

Ubeydullah Ahrar 1404-1490 yılları arasında yaşamış, ‘Hürlerin Şeyhi’ olarak bilinir. ‘Tasavvuf, zamanı ve gayreti , Hakkın rızasına en uygun iş ne ise ona harcamaktır’ ve ‘İnsanlara hizmet etmek kalp kazanmaya sebeptir bu nedenle zikirden ve murakabeden önce gelir‘ sözleri çok bilinir. Sultanlarla ve yöneticilerle niçin çok ilgilendiği sorulduğunda halkı yöneticilerin zulmünden korumak ve dine aykırı hareket etmelerini engellemek için olduğunu söylemiştir.

Semerkand’da yaşamış ve vefat etmiş başka bir alim de Semerkand’ın Mâtürîd kasabasından İmam Mâturîdî’dir. Özbekistan, bağımsızlığının ardından İmam Buharî’nin kabrinin inşasında olduğu gibi Mâturîdî’nin kabrinin bulunduğu alandaki evler de yıktırılıp, mezarın üzerine bir türbe, etrafına da fıkıh eğitimi veren bir külliye inşa ettirilmiş bulunmaktadır.

Semerkand ve Buhara’yı gezerken adeta tarih içerisinde bir yolculuk yapıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Emir Timur’un kabrinin olduğu bölge ve medreselerle çevrili Registan meydanı da görülmesi gereken yerlerden.

Bahaeddin-i Nakşibend

Dünyada "Kubbet-ül İslam (İslam'ın kubbeleri)" unvanına sahip 3 şehirden biri olan Buhara, Türk-İslam medeniyetinde oldukça önemli bir yere sahip Türk-İslam dünyasında "Yedi Pir" diye bilinen ve babası aslen Malatyalı olan daha sonra Buhara’ya yerleşen Hoca Abdülhalık Gucdevani ile ondan sonra Hacegan yolunun mürşidleri Hoca Arif Rivegeri, Hoca Mahmud Encir Fağnevi, Hoca Ali Ramitani, Hoca Muhammed Baba Sammasi, Seyyid Emir Külal ve Bahauddin Nakşibend gibi birçok mutasavvıfı yetiştiren Buhara, bir dönem İslam medeniyetinin merkezi haline geldi.

Bahaeddin-i Nakşibend, Buhara’da ortasında geniş bir havuzun bulunduğu avluda etrafı insan boyundan yüksekçe mermerlerle çevrili ve büyücek bir dut ağacının gölgesinde kalan üzeri açık, yani kubbesiz kabrinde yatıyor. Kabrin önünde şekil bakımından bizdekileri andıran kitabeli bir mezar taşı var. Kitabede özetle “Burası 1318’de mübarek Kasr-ı Ârifân köyünde doğan, Baba Muhammed Semmâsî ile EmîrKülâl tarafından yetiştirilen, hakikatlerin kâşifi ve Hakkın halk üzerindeki delîli olan ve 1389’da vefat eden Seyyid Muhammed oğlu Seyyid Muhammed Bahaeddin’in nurlu kabridir” yazılı.

Bahaeddin Nakşıbend’in kabrini ziyaret etmeden önce onun asırlar önceki arzusunu yerine getirerek beş yüz metre kadar yürüdük ve annesinin mezarını ziyaret ettik…

Bu huzur dolu mekânın gerisinde bulunan medresenin önündeki hayli geniş meydan var. Meydanın ortasında, Bahaeddin Nakşıbend’in zamanından kaldığına inanılan ama kurumuş ve etrafı çevrilerek koruma altına alınmış bir dut ağacı bulunuyor. Özbekistan’ın din işleri ile alâkalı idarecileri ağacın önüne üzerinde yine bizde olduğu gibi “Ağaçtan bir şey beklemek bid’attir, isteyeceğinizi sadece Allah’tan isteyin” yazan bir tabelâ dikmişler.

Buhara, modern tıbbın temel taşlarını koyan, tıp, fizik ve felsefe gibi alanlarda çok sayıda kitap yazan ve Batı'da "Avicenna" olarak tanınan İbn-i Sina'nın doğup büyüdüğü yer olması hasebiyle Batılı turistlerin de oldukça ilgisini çekiyor.

Ziyaret ettiğiniz yerlerdeki temizliğin, düzenin ve emniyetin yanında, göreceğiniz samimi misafirperverlik, Özbek halkına karşı muhabbetinizi bir kat daha artıracaktır. Özellikle ikram edilen Özbek pilavı ve yeşil çayın lezzeti doyumsuzdur.

Abdulhalik Gucdüvani

Buhara’ya gidince Gucduvan’ı mutlaka görmek gerekir. Timur’un torunu Timur İmparatorluğu'nun 4. sultanı ,matematik ve astronomi bilgini olan Uluğ Bey, hayatı boyunca birisi Semerkand’da diğeri Buhara’nın merkezinde ve bir diğeri de Gucduvan’da olmak üzere üç medrese inşa ettirmiştir.

Gucduvan’daki medreseyi, Hâcegân-Nakşbendiyye’nin önde gelen mutasavvıflarından Abdülhâlık Gucduvânî’nin kabrinin hemen önüne yaptırmıştır.

Uluğ Bey, Gucduvan’ı ziyaret edecekler için burada öyle bir iz bırakmıştır ki İslâm medeniyetini zirveye taşıyan ruhu, Gucduvan’a nakşetmiştir. Bu ruh, ‘ilmin ve maneviyatın’ İslam aleminin bütünleyici cüzleri oluşudur.

whatsapp-image-2022-09-05-at-15-00-37.jpeg

Biz de Altın silsile büyüklerinin kabirlerini ziyaretlerimizde İskenderpaşa Cami imamı Mikdat Kutlu ve Mahmut Esad Coşan Hocaefendinin ağabeyi A.Mithat Coşan ile birlikte hatmi hacegan yaptık, dua ettik ve Kuran okuduk. Salih ve güzel dostlarla birlikte yaptığımız bu ziyaretler kalbimizde ve zihnimizde sanki o büyüklerin manevi huzurunda olmanın verdiği bir tat ve haşyet bıraktı.

Yakub-u Çerhi

Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de kabri ve dergahı bulunan Yakub Çerhi hazretlerini 2019 ve 2021 yıllarında ziyaret ettim. Diğer Altın silsile mürşidlerinin makamlarına benzer şekilde bir dergah şeklinde yapılmış bir külliye mevcut. Mescid ve mescidden ayrı yapılmış 20 m kadar yakınında tabanı geniş yukarıya doğru daralan yaklaşık 10 m yüksekliğinde minare, avluda hazire kısmında ahşap direkler ve çatıda oymalı işlemeli ahşap kare yapının ortasında mermer kabri bulunuyor. Avluda asırlık çınar ağaçlarının dallarında kuşlar cıvıltıları ile adeta zikrederek dergahın manevi havasını tamamlıyorlar. Çınar ağaçlarının altında küçük havuz ve su şırıltısı dergahın gönlü ferahlatan yapısının bir parçası olmuş.

Mevlânâ Yâkup Çerhî Hazretleri, Afganistan’ın Kâbil yakınındaki  Çerh kasabasında doğdu. Tacikistan’da Mevlana mahlası ile biliniyor, tanınıyor.

Bahaddin Nakşibend ve Alaaddin Attar hazretlerinden ilim ve feyz alan Yakub-u Çerhi , Ubeydullah Ahrar hazretlerini yerine halife olarak bırakmıştır. Nakşî silsilesinin büyük sîmâlarından Muhammed Zâhid Hazretleri, Derviş Muhammed Hazretleri, Hâcegî İmkenegî Hazretleri onun mübârek neslinden gelmiştir.

Hindistan’da Altın Silsile

İslam, ilk olarak Arap tüccarlar tarafından 7. yüzyılın başlarında Hindistan'ın batı kıyısında gelmiştir. Kerala'daki Çeraman Cuma Mescidi'nin, Mâlik bin Dînar tarafından 629 yılında inşa edilen Hindistan'daki ilk cami olduğu düşünülmektedir.

İslam, 12. yüzyılda Kuzey Hindistan'a Türk fetihleriyle yayılmaya başladı ve o zamandan beri Hindistan'ın dini ve kültürel mirasının bir parçası haline gelmiştir. Yüzyıllar boyunca Hindistan'da Müslümanlar, Hindistan'ın ekonomi, politika ve kültüründe önemli bir rol oynadı

2015 itibarıyla Müslümanlar, Hindistan'ın sadece Cemmu ve Keşmir eyaletinde nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor. Hindistan’ın diğer bölgelerinde azınlık olarak yoğunlaşmış olup nüfusun en az beşte biri Müslümandır.

Biz de bir gurup arkadaşla beraber 2015 yılı Eylül Ayında Hindistan’a gittik.Gezimizin esas gayesi altın silsilenin Hindistan da bulunan 7 büyüğünün kabrini ziyaret etmek ve bu ülkedeki Müslümanların durumu hakkında bilgi edinmekti. Rehberimiz ‘Tasavvuf’ ve ‘İmamı Rabbani’ hakkında geniş bilgi sahibi Prof.Dr.Necdet Tosun olunca seyahatimiz aynı zamanda bir ilim ziyafetine dönüştü. Arkadaş gurubumuzda bulunan Necmi Sarıyer’in canlı ve veciz anlatımıyla hatıralar ve menkıbeler de yolculuğumuzun güzel hatıraları arasında yer aldı.

Delhi Havalimanı’nda gümrük işlemleri sonrası Agra'ya hareket ettik. Yaklaşık 4,5 saat süren yolculuk sonrası Hindistan’daki Türk Medeniyeti’nin en görkemli eserlerinin bulunduğu Agra’da Dünya'nın 7 harikasından biri olan Tac Mahal’i ziyaret ediyoruz. Hindistan’da hüküm süren Türk Hanedanı Babürlülerin Dünya mimari mirasına hediyesi Tac Mahal’i; Babür Hanedanı’ndan Şah Cihan, eşi Mümtaz Banu’nun 14. çocuğunu dünyaya getirirken vefatı üzerine inşa ettirmiştir. Bu mermer mimarisi şaheseri yapı 1632 – 1652 yılları arasında yapılmış ve inşaatında Mimar Sinan’ın talebeleri Mehmet İsa ve Mehmet İsmail Efendiler de çalışmış. Bu eşsiz yapının içinde Şah Cihan ve eşi Mümtaz Banu’nun kabirlerinin ziyaretinden sonra Tac Mahal’in iki yanında inşa edilen misafirhane ve caminin görülmesi sonrası  Agra Kalesi’ni dışarıdan görüyoruz. 

Delhi’de Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî kabrini ziyaret ediyoruz. Hazretin kabri yeşillikler içerisinde adeta bir cennet bahçesi huzur ve sukunetini hissettiriyor. Hemen Müslüman mezarlığının yanında bulunan hinduların ölü yakma yerinde kast sistemine göre köle asil ve efendilerin ölülerinin ayrı kategoride yakıldığı ölü yakma yerini görüyoruz.

45-50 yaşlarında bir kadının cenazesi yakılmak üzere hazırlanıyordu. Hazırlanan odun öbeği üzerine konmadan önce süslenmiş, makyajı yapılmış ve çiçeklerler çevrelenmişti. Açıktan odun öbeği üzerinde yakılacağı için kast sistemine göre alt kademeden biri olmalıydı. Etrafta hissettiğimiz ağır ve bunaltıcı hava üzerine bütün benliğimizle “Yaşarken de ölürken de Elhamdülillah iyi ki Müslümanız” diyoruz.

Delhi’de altın silsilenin büyüklerinden Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî ve Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar 'ın kabirlerini ve onlardan uzakta bir yerde olan Muhammed Bâkî  kabrini ziyaret ediyoruz ziyarete gidiyoruz.

Hindistanın kalabalığı, keşmekeşi, dağınıklığı arasında evliyaullahın kabirleri ve dergahları adeta çölde bir vaha ferahlığı veriyor. Abdullah Dehlevi’nin kabir ve makamının yanındaki mescidde namaz kılıyoruz. Türkiye!den geldiğimizi öğrenen vakıf yetkilileri hemen ikram yarışına giriyorlar. Teşekkürler ve dualarla ayrılıyoruz.

Ziyaretimizi müteakip Eski Delhi dar sokaklarında adeta nehir gibi akan kalabalık arasında açıkta satılan yemekler, etler, sebze ve meyveler arasında serbestçe dolaşan maymunlar, köpekler, inekleri görmeniz mümkün.

Babürlüler tarafından 16. yüzyılda kurulan Delhi’nin eski kısmında Şah Cihan tarafından yaptırılan Hindistan’ın en büyük camisi Cuma Mescidi ve Kutsal Emanetleri ziyaret ediyoruz. 1911’de İngilizler tarafından kurulan Yeni Delhi bölümünde ünlü hindu lider Mahatma Gandi Parkı ve  Gandi'nin yakıldığı yeri görüyoruz.

İmam-ı Rabbani

Delhi’den Serhend'e doğru yola çıkıyoruz (260 km, yaklaşık 5,5 saat). Hindistan’da yetişen büyük âlim İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî,. Muhammed Ma’sûm ve  Şeyh Seyfüddin'in kabirlerini ziyarete gidiyoruz.Serhend daha çok Hindu ve Sihlerin ağırlıklı olarak bulunduğu küçük bir ilçe.

Pakistan ile Hindistan’ın ayrılması sırasında bu bölgede bulunan Müslümanlar baskı ve şiddetten kaçarak Pakistan’a yerleşmişler. Şu anda dergahta ve çevresinde bulunan Müslümanlar İmamı Rabbani’nin onları rüyalarında kendi dergahı yanında yerleşmelerini isteyerek çağırdığını belirtiyorlar. Dergahın sakin ve huzurlu havası hemen çıkış kapısının karşısında yer alan Sih tapınağının kasvetli havası ile bozuluyor. Keşke bu bölgede İmamı Rabbani hazretlerinin manevi makamına uygun şekilde bir ilim ve irfan merkezi haline gelse diye düşünüyorum.

İmamı Rabbani 1564 Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında İmâm-ı Rabbânî ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. Bin yılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır.Hindistan’da Nakşibendi mürşidi Hâce Bâkī-Billâh’dan ilim ve manevi eğitimini aldı.Bâkī-Billâh’ın bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndü.

Mürşidi Bâkī-Billâh ile mektuplaşmaya başladı .bu mektuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur; Mektûbât’ta Bâkī-Billâh’a yazılmış yirmi altı mektup bulunmaktadır. Bir yıl sonra Delhi’ye giderek şeyhini tekrar ziyaret eden İmamı Rabbani, bu ziyaret sırasında Bâkī-Billâh’ı oğullarının mânevî eğitimi için görevlendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti

Birçok mektubunda çeşitli vesilelerle bu tarikatın üstün yanları olarak gördüğü hususları saymıştır. Bunların belki de en önemlisi Nakşibendiyye’nin bidâyetinin nihayeti içermesidir (indirâcü’n-nihâyefi’l-bidâye).

Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bir silsileye mensup olduğunu iddia eden tek tarikat Nakşibendiyye’dir. Hz. Ebû Bekir, İmamı Rabbani ‘ye göre peygamberden sonra en mükemmel insandır; onun tarafından temsil edilen sıddîkıyyet makamı en yüksek velâyet makamıdır ve bundan dolayı en yüksek makam olan nübüvvet makamı ile derinden bağlantılıdır. Sıddîk olmasından dolayı Ebû Bekir, sahip olduğu örnek ruhî uyanıklığı kendisinin mânevî nesli olan Nakşibendîler’e miras bırakmıştır

İmamı Rabbani, tarikatı şeriatın bir hizmetçisi olarak görür.Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üçü kâmilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam mânasıyla tatbik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer insanlardan ayıran tarika,t şeriatın bir hizmetçisi olup görevi ihlâsı kemâle erdirmektir.Tarikata intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak değildir.

İmamı Rabbani’den sonra da Müceddidiyye’nin kolay yayılmasına tesir eden en önemli husus, onun şeriatın başka bir şeye ihtiyaç bırakmaması konusundaki vurgusudur. Bu vurgu tarikatın ulaştığı her yerde zâhir ulemâsına cazip gelmesine, hatta bazı durumlarda medrese ve tekke arasında kurumsal bir kaynaşmaya bile yol açmıştır.

Pakistan’da Cemâat-i İslâmî’nin kurucusu olan Mevdûdî de Sirhindî’yi benzer şekilde Hint yarımadasında İslâm’ı kurtarmakla över ve onun “müceddid-i elf-i sânî” olduğunu kabul eder. Fakat bu sıfatı ona Ekber Şah ve Cihangir’e karşı durarak yaygın bozuk felsefî düşüncelerden arındırdığı ve halk arasında yaygın olan bâtıl hurafelere acımasızca saldırdığı için lâyık görür Muhammed İkbal ise İmamı Rabbani’yi yeni bir din psikolojisi geliştirdiği ve “yön verici güç dünyası”nı keşfettiği için tasavvufun ihya edicisi olarak görür.

Şam Bölgesinde Altın Silsile ve Mevlana Halid Bağdadi

Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek Hocası Abdullah Dehlevi’den ilim ve irşad eğitimini aldıktan sonra Şam’a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. Daha genç yaşlarında keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanın aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeye ulaştı. Hesap, hendese, astronomi ilimlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün sahalarda derinleşti. Hangi ilimden ne sorulsa derhâl cevâbını verir, ondaki yüksek zekâ ve engin bilgi ummânı karşısında herkes hayrette kalırdı. Zamanın pek çok büyük âliminden ilim tahsil etti ve icâzet aldı. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü oldu.

Abdullah Dehlevî Hazretleri, hizmet, mücâhede ve çetin riyâzetlerle vazifelendirdiği bu büyük talebesine husûsî ve derûnî dersler okuttu.Daha beş ay geçmeden üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri ona huzur ve müşâhede ehlinden olduğunu müjdeledi. Mevlânâ Hâlid ,üstâdının gözbebeği hâline geldi. Basit hizmetleri dahî büyük bir tevâzû ile îfâ ederek nefsini iyice küçük düşürüyor, ağır riyâzetlerle nefsinin arzularını kırmaya gayret ediyordu. On ay sonra zamanının bir tânesi ve Hak dostlarının numûne-i imtisâli hâline geldi.

Nihâyetinde üstâdı ona, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlerinde tam ve mutlak icâzet verdi. Bunların yanında hadis, tefsir, tasavvuf gibi ilimlerde ve kendi hazırladığı hizb ve evrâdırivâyet etme hususunda icâzet verdi. Sonra da kat’î bir emirle, memleketine gidip mâneviyâta susamış insanları irşâd etmesini söyledi.Öyle ki nice âlim ve ârif zâtlar dahî onun tâlim ve terbiyesine mazhar olabilmek için can atıyordu. Kısa zamanda sayısız mürîd ve pek çok halîfe yetiştirdi. Büyük Hanefî fakîhi İbn-i Âbidîn ile Rûhu’l-Meânî adlı tefsîrin müellifi Âlûsî de onun halîfelerindendir. Halifelerinden Süleyman Ervadi hazretleri’de altın silsilenin İstanbul’daki temsilcisi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin mürşididir.

Ruslara karşı yirmi dört sene şan ve şerefle harp eden Kafkas cengâveri İmâm Şâmil  ve Cezayir Milli kahramanı Emir Abdülkadir, birer Halidi halifesiydiler. Şunu bilhassa ifâde etmek gerekir ki, daha böyle nice mücâhid serdarlar yetiştiren tasavvuf, bâzı kişilerin iddiâ ettikleri gibi kendini toplumdan tecrid edip bir kenara çekilmek değil, zâhirî ve bâtınî cihâdı müştereken yürüten ulvî bir dinamizmdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin, tasavvuf yolundaki tesiri ve nüfûzu çok büyüktür. Öyle ki, Nakşîlik yolu, kendisinden sonra âdeta Hâlidîlik olmuş ve bu kol, Osmanlı coğrafyasının en yaygın tasavvuf mektebi hâline gelmiştir.Zira Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şer’î ve mânevî ilimlere âdeta asr-ı saâdet neşvesi kazandırmıştır. O devirde bâtıl îtikadların tehlikesine karşı dîn-i mübîni ve tasavvufî hayatı öz mâhiyetiyle müdâfaa etmiştir.

Bütün ömrünü “Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!” yani “Kendi görüş ve ölçülerinizi Kitap ve Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etinden sakının!” düstûruna riâyetle yaşayan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şer’î hususlarda aslâ tâviz vermemiştir. Nefsâniyete meyleden, Sünnet-i Seniyye’den ayrılan, bid’atlere dalan kimseleri îkâz etmiş, onları ıslah edinceye kadar ısrarla buna devam etmiştir.

Suriye ile Türkiye’nin çok yakın dostane ilişkiler içerisinde bulunduğu 2009 yılında Gaziantep-Halep-Şam güzergahında Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerini kabri ve makamını da ziyaret ettik. Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerinin kabri, Şam’ın etrafındaki yüksek tepelerden Kasiyun tepesinin alt kısmında Muhiddin Arabi’nin makamına yakın ve üst kısmında bulunuyor. Küçük bir avlu içerisinde kabri ve türbesi yer alıyor..

*Uzm. Dr Selahaddin Semiz

1962 yılında Sivas, Gürün’de doğdu. 1985 yılında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldu. Kırşehir, Kaman’da mecburi hizmetini, GATA-Ankara hastanesinde askerlik hizmetini, İstanbul Haseki Hastanesi Radyoloji Kliniğinde ihtisasını tamamladı.

Hekimlik hayatı boyunca birçok STK’da aktif görev aldı. Deprem, sel ve tsunami sonrası Endonezya-Ace, Pakistan-Keşmir ve Pakistan-Pencap bölgelerinde, Sudan ve Nijer’de sağlık gönüllüsü olarak çalışmalara katıldı.

Afiyet Hastanesi, Afiyet OSGB, Biomekatronik Şirketinin Ortağı ve Biomedikal Ar-Ge kooperatifi Başkanıdır. Halen Özel Afiyet Hastanesinde radyoloji uzmanı ve başhekim olarak çalışan Dr. Semiz, Kutupyıldızı Sağlık Gönüllüleri Derneği Başkan Yardımcısıdır.

Kaynak: Insicam Dergisi

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.