Türkiye bilimde neden geri kalıyor?

Türkiye bilimde neden geri kalıyor?

"Türkiye bilimde niçin İsrail'den kötü?" sorusunun cevabı.

Üniversitelerimiz neden bilim üretemiyor? Ortadoğu'da Türkiye Cumhuriyeti'den sonra kurulan İsrail teknoloji üretirken, Türkiye neden aynı başarıyı gösteremiyor?

Üniversiteler, YÖK, TÜBİTAK, bilimin gelişmesinin önündeki engeller, neden buluş yapamadığımız, İsrail'in bile gerisinde olmamızın sebebi gibi konulara değindik. Biz bu sorularımızı siz haber 7 okuyucuları için bu konularda kafa yoran, fikir üreten ve tartışan bir hocayla konuşmak istedik.

 

Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Osman Çakmak sorularımıza açık yüreklilikle ve cesaretle cevaplar verdi. Bu cevaplar üzerinde sanırım hem üniversite öğrencileri, hem yönetici ve hoca kadroları hem de politikacılarımızın düşünmeleri gerekir. İstifade etmeniz dileği ile…

 

- Herkesin merak ettiği bir soruyla başlamak istiyorum. Yüksek Öğretim Kurumları, üniversitelerimiz  sanayi kurumları ve toplumla etkileşim içinde değil.  En tabi soru şu değil mi? Üniversitelerimiz topluma niçin bir şey vermiyor? Diploma veren kurumlardan öte fazla bir fonksiyon icra etmiyor?

 

- Yüksek öğretim kurumları niçin vardır?  Her şeyden önce durumları, şartları  doğru değerlendirebilme becerisine sahip insanlar yetiştirmek için vardır yüksek öğretim kurumları.  Toplumun da sanayinin de ihtiyaçları ancak  beceriler kazanmış insanlarla karşılanabilir.

Halbuki üniversitelerimiz sanayinin ihtiyaçlarına uygun programlar adı altında varsayıma dayalı bir sanayinin yine varsayıma dayalı ihtiyaçlarına göre vasat öğrenciler yetiştirmeye çalışmaktadır. Halbuki sanayi,  yüksek öğretim kurumunun genel formasyon verdiği yani durumları doğru değerlendirebilme becerisi kazanmış olan mezunları alıp kendi özgün ihtiyaçlarına göre eğitecektir.   İnsanımız, ödediği vergilerle herhangi bir sanayinin ihtiyaçlarına göre eğitim yapılmasını finanse etmek zorunda mıdır? Elbette hayır. Bu, o sanayin kollarının işi ve sorumluluğu olmalıdır halbuki.

Sorunuzda bahsettiğiniz etkileşim yetmezliğinin ikinci bir nedeni ise eğitim anlayışımızdaki sakatlıktır. Bütünüyle kalıpların ezberlenmesine dayalı bir eğitim yapımız var. Kalıpların hakim olduğu yerde etkileşim ne mümkün!. 

 

- Üniversitelerin içine düştüğü durum yani toplumla etkileşimlerini sağlayan araçlar biliniyor mu? Biliniyorsa acaba ülkemizde niçin hayata geçirilememektedir?

- Üniversite sanayi işbirliği adı altında yıllardır, birkaç yüzyıldır bilinen araçların adları konuşulmakta, ama bunların nasıl olup da hayata geçirilemediği sorusu sorulmamaktadır.

Doğru cevaplara ancak doğru sorular sorarak ulaşabiliriz. Bu soru sorulmuş olsaydı muhtemelen cevap da kolayca bulunabilecekti:  En etkili sorun çözme aracının doğru sorular tasarımlamak olduğunu öğrenememişlerdir insanımız. Aldığımız eğitimin neticesi olarak tabii. Çünkü sorular bilmeyen insanlar içindir. Her şeyin cevabı öğretilen bir eğitim yapımız var. Bu yüzden insanlarımızın soru sormaya ihtiyaçları yoktur.

Acaba hiç düşündük mü yüksek öğrenim görmüş insanımızın ortak özelliği nedir diye? Kanaatımca “soruları olmayışları”dır. Hepimiz öyle değil miyiz? Kendimize ezberletilmiş,  belletilmiş cevapları başkalarına ezbere belletmeye çalışıyoruz. Bunu neredeyse dayatmaya varan zorlamalara kadar vardırıyoruz. Herkes kendi doğrularını ikameye çalışmanın peşinde. Sorunları nasıl çözeceğimize dair bir derdimiz yok. Misyonumuz da yok. Aranılan cevaplar soruların içindedir. Etkileşim eksikliğinin temel nedeni sorularımızın olmayışıdır. Dolayısıyla sorun çözmeyi bilmeyişimizdir.  

 

TAKLİT VE KOPYAYA MAHKUM OLMAK

 

- Siyasilerimiz sürekli ekonomik kalkınmadan söz ediyor. Ancak bilimi rehber yapma ve bilimle kalkınma noktasına gelince kimse ne yapacağını bilmiyor. Bilimi nasıl rehber yapacağımızı bilmiyoruz.  Yanıldığımız nokta neresi size göre?  Yöneticilerimiz neyin farkında değil? 

- İçine girmeye çalıştığımız AB ülkeleri gibi Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de artık eğitimi ve bilimi ülkenin birinci öncelikli meselesi haline getirmelidir. Neden hükümetin önceliği olmalıdır eğitim? Politikacılarımız, başbakanımız, sürekli kalkınmadan dem vuruyorlar ama gerçek kalkınmanın “İcada dayalı” “Buluşçuluk temelli” bir anlayışla mümkün olacağının farkına varmış değiller. Günümüzde belirleyici tek gücün buluşçuluk yenilik, icat olduğunu dünyada çok insan anladı ise de biz henüz anlamış değiliz. Sanayide neden hep dışa bağımlı durumdayız?  Neden taklit ve kopya teknolojilere mahkûm kalıyoruz? Üretkenliği ve düşünmeyi öldüren ezberci eğitimle yoğrulan neslimizin beyin fırtınası ile eğitim gören toplumlarla yarışması mümkün olabilir mi? Asıl gündem tüm sorunların ortak elementi düşünce faaliyetlerini kalıplayan ezberci eğitimdir. İnsanımızı “zihinsel kölelikten” kurtaracak, ona sınır tanımadan düşünebilmeyi kazandıracak bir eğitim yapısının oluşturulmasıdır önceliğimiz.

 

TV kanallarımız bir mankenin hayatını önemsediği kadar bilimi ve araştırmayı önemsemiyor. Bilim toplumu olmak için elbette onun alt yapılarını eğitim şartlarını ve gereğini yerine getirmeliyiz. En az magazin ve spor kadar hayatımıza ilgi alanımıza girmeli. 

 

Elbette, teknolojiyi üretmekle kullanmak aynı şey değildir. Sanıldığı gibi yer altı ve yer üstü zenginlikleri değil eğitilmiş insana sahip olan ülkeler güçlü hale gelmektedir. Günümüz dünyasının  ikiye  ayrılmış olduğunun farkında değiliz..  Birincisi icat ve yenilik yoluyla üretenler. Bunlar aynı zamanda bu şuura varamamış toplumların kaderlerine hükmetmekte ve onların sırtından geçinmektedir. İkincisi buluşların estirdiği rüzgarlara kapılıp oradan oraya sürüklenen, tüketen ve kopyalayan ülkeler. Bunların aynı zamanda günümüz dünyasının “kölelerini” oluşturmaktadır bir bakıma.  Bizim hangi sınıfta olacağımızı siz takdir edin.

 

- Ekonomik göstergeler rakam olarak büyüyor ama bir yandan da insanımız fakirleşiyor. Bütçe açıkları büyüyor. Bir uçak almak için örneğin on binlerce, yüz binlerce tekstil ürünü ya da tarım ürünü satmak zorunda kalıyoruz.  Burada bir yanlışlık yok mu? Bir öğretim üyesi olarak size göre yanlışlık nerede?

 

- Yüksek gelirler ancak benzeri başka yerde olmayan ürünlerle olmaktadır. Kopyacılıkla nereye kadar gidilebilir? Çünkü dışarıda patent satın almak patent üretmekle aynı şey değildir.  Sadece yeni buluşlar yüzünden eskimiş, önemi ya kaybolmuş ya da azalmış patentler satılmaktadır. Patenti size sattıktan sonra siz buna göre mal üretmeye başladığınızda bir bakarsınız ki onlar yeni bir ürünle piyasaya tutunmaya çalışır, ucuz satmaya mecbur olursunuz. Yeni çıkan patenti aldığınız anda bilin ki buluşçu ülke bir yenisini devreye sokacaktır.

 

Evet bu gerçekleri raporlara baktığınızda görebilirsiniz. Raporlar Üniversitelerdeki potansiyelin, olduğu yerde kaldığını ve değerlendirilemediğini gösteriyor. Üniversitelerin diploma veren kurumdan öte topluma bir katkı göremiyoruz.  Raporlarda bunu gösteriyor.   Bir rapora göre Türkiye 3 bin 219 başvuru 44 yerli patent ile Kazakistan, Romanya, İran, Özbekistan, İrlanda, İsrail, Macaristan, Bulgaristan ve Moğolistan'dan sonra geliyor. Japonya'da günde bin 350'nin üzerinde patent başvurusu yapılırken, Türkiye'de ise her güne yaklaşık 3 patent başvurusu düşüyor. Her 100 patentten 96'sını ise yabancılar alıyor.

 

- Kalkınmışlığın ve gelişmişliğin tek ölçüsü sadece patent değil elbette değil mi?

- Elbette.  Çalışan 10 bin nüfus başına düşen Araştırma - Geliştirme (Ar-Ge) personeli sayısı Japonya, Kore, Almanya gibi ülkelerde 50 – 150 iken,  bizde ancak 7 civarında kalıyor.    Dünyanın 100 zengini arasına giren iş adamlarımız vardır. Fakat ne yazık ki, dünyada bilime ve bilim adamına en çok destek veren ilk bin kişinin arasına bile katılabilecek zengin adamlarımız yoktur. Üniversitelerimizin asli görevi olan halkla etkileşmediğinden ve piyasaya duyarlı eğitim veremediğinden ve de mezunlarını istihdam edemediğinden ürünlerini çürüğe çıkaran bir fabrika gibi çalışmaktadır. Bu yüzden de dünyada ilk 500' lere 300 lere  giren üniversitemiz bulunmuyor . Eğitimin mesleğini ve gerçek hayatı öğretemeyen yapısı yüzünden Türkiye iş kazası bakımından avrupa şampiyonu ve dünya üçüncüsü olarak ilan edilirken bile ne basınımızda şok etkisi oluşturur ne de siyasilerimiz konuyu ciddi olarak ele alıp da tartışma ortamı oluşuyor? .  Ar - Ge ile kalkınma ve sanayi sonrası topluma geçiş hızı arasında doğru orantı bulunduğundan, artık üreten firmalar çoğu kere firmalarında doktoralı araştırmacı elaman çalıştırıyor. Sadece Siemens firması kırk bini aşkın araştırıcıyı çalıştırmaktadır. Bunların yarısı doktoralı…        

 

- Sözün burasında şunu sormak gerekiyor. Sanayicimiz nerede yanılıyor sizce?

- Bir yandan işsizliğin büyümesi, hatta diplomalı işsizliğin akıl almaz boyutu karşısında düşünmek zorundayız. Ülkemiz dışa bağımlılığı gittikçe yükselirken kendi dış malların hücumu karşısında var olan yerli üretimler bile bir bir yok olurken işsizliğin artacağın aşikârdır.  

Sanayicimiz bilim camiası ile etkileşme yolu kapalı, üniversitelerin yolu kapanınca mecburen taklit ve kopya teknolojilere mahkûm olmaktadır. Sonuçta bir işin gerçeği olmayınca sahtesi ortaya çıkıyor. İsterseniz ortaya çıkan duruma beraberce bakalım. Sanayicimiz endüstri tasarımı deyince aletlerin üzerine renkli yazı yazmayı zannediyor. AR-GE deyince ise çoğu sanayicimiz farklı kaynaklardan satın alınan malzemelerin kullanılabilirliğinin sağlanmasını düşünüyor. Hatta ülkemizde sanayici ucuz işçi ile ucuz işçilik farkını henüz kavramış görünmüyor.. Bu yüzden olsa gerek işçi verimliliğini artırarak maliyet azaltılabileceğini zannediyor çoğu sanayicimiz. “Değer analizi”, “Lojistik mühendisliği” gibi meslekler ise bizim sanayicimize hala çok uzakta. Bir tane dahi patent alamadan, üretimini yabancı patentlere lisans ücreti ödeyerek, ihracatını ise lisansörünün kendisi için kârsız gördüğü pazarlara ancak izinle yapabiliyor. Ama kurumsal kimlik, teknoloji üretimi vs. gibi konularda uzmanlaşmıyorlar.

- Kalkınmanın temelinde üretime dayalı eğitim ve buluş, yenilik, innovation bulunduğu halde, kalkınmadan sorumlu hükümetin ve bu konuda yetkilileri ve toplumu uyarması ve yol göstermesi gereken üniversite ve bilim çevrelerinin kayıtsızlığını nasıl yorumlamak gerekir?

- Esasen AB sürecinde o ülkelerin bilimin rehberliğinde araştırmacı bir toplum olmalarına borçlu olduklarını anlamış değiliz. AB ye uyum deyince şekilsel düzenlemelerde kalıyoruz. Günümüzde belirleyici tek güç ve rekabet edebilirlikte tek ölçü buluşçuluk, yenilik, icat olduğunu kavramış değiliz.   

 

ZENGİN İKEN FAKİR ÜLKE OLMAK

- Türkiye'nin bir sürü AB ülkesini kıskandıracak varlıkları yok mu? Zengin kaynakların fakir bekçisi durumundayız adeta. Kaynakları neden değerlendiremiyoruz?

- Neden değerlendiremiyoruz? Hedefsizlik ve plansızlık… Ülkemizde uygulanan ezberci eğitim, üretemeyen, çözemeyen, kimlik ve kişiliği zayıf kendine güvensiz insan yetiştirmenin yolu olmuştur yıllardır. Bilgi kuvvettir.  Ancak diğer ülkelerin sahip olamadığı bilgi ve teknolojilere sahip olunduğu takdirde güçlü hale gelebiliriz. Bir ülkenin ileri gitmesi için çalışmak yeterli olmamaktadır. Hatta çok çalışmak da yeterli değildir. Çünkü çok çalışıp hiç buluş yapmadan sadece buluş yapan ülkeleri zengin ederiz ama kendimiz asla zengin olamayız..

 

-Peki ne yapmalıyız o halde?

 

-Yapmamız gereken şey çok açık efendim. Başkalarının buluşlarını kopya etmekten vazgeçeceğiz. Kendi buluşlarımızı yapacağız.  Patent satın alarak, kopyalayarak hiç bir ülkenin ileri gittiği görülmemiştir. Düşünün ki İsviçre de bir ilaç firması Türkiye'nin bütçesi kadar AR-GE' ye para ayırabiliyor. İsveç'i Avrupa'nın Japonya'sı haline getiren şey nedir? Bunun 49 adet buluş olduğunu yapılan bir doktora çalışması ortaya çıkardı.

 

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, Güney Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong'u bugün birer ekonomik güç haline getiren de yeniliğe ve keşfe dayanan ekonomi ve sanayileri olmuştu. İsveç' geçen yüzyılın başında buzlarla kaplıydı. Avrupa'nın Japonyası haline getiren şeyi herkesin iyi düşünmesi gerekir!

-İsrail için de benzer bir şey söylemek mümkün müdür peki?

-Elbette mümkündür! Rahatlıkla söyleyebiliriz. İsrail'i de o bölgede güç haline getiren de buluşçuluğa dayanan endüstrileridir. Öyle değil mi? Buna kim itiraz edebilir? Nüfusu Türkiye'nin onda biri İsrail'in. Bir karış toprağı bulunan İsrail teknoloji üretebilirken Türkiye, tank, uçak,  helikopter ve füze teknolojisi almak için İsrail'in kapısını aşındırıyor. 

 

- İnsanımızda bor madeni gibi bir takım yeraltı yer üstü zenginliğimizden söz ederek bunları kullandığımız takdirde zengin olacağımızı, dış borçları ödeyeceğimizi hayal ediyor. Bu düşünceler katılıyor musunuz?.

 

- Günümüzde asıl zenginlik ve gerçek değer, yeraltı ve üstü zenginlik kaynakları değil eğitilmiş beyin ve araştırmadır. Güç bilimin eline geçmiştir. Japonya'yı ele alalım. Japonya gücünü yeraltı ve yer üstü zenginlikten değil, bilimin gücünden almaktadır. Birçok petrol zengini Arap ülkesini kimse gelişmiş ülke kategorisinde değerlendirmiyor. Bilgi kuvvettir. Ancak diğer ülkelerin sahip olamadığı bilgi ve teknolojilere sahip olunduğu takdirde güçlü hale gelebiliriz.

 

Bir ülkenin ileri gitmesi için çalışmak yeterli olmamaktadır. Hatta çok çalışmak da yeterli değildir. Çünkü çok çalışıp hiç buluş yapmadan sadece buluş yapan ülkeleri zengin ederiz ama kendimiz asla zengin olamayız.

 

-İsrail'i de o bölgede güç haline getiren de buluşçuluğa dayanan endüstrileri değil mi?

 

- Nüfusu Türkiye'nin onda biri bulunan ve bir karış toprağı bulunan İsrail teknoloji üretebilirken Türkiye, tank, uçak, helikopter ve füze teknolojisi almak için İsrail'in kapısını aşındırıyor. İsrail'den tank ve uçak teknolojisi alıyoruz diye şikâyet edenlerin İsrail'i bu noktaya getiren hususun bilim ve araştırmaya verdiği önem olduğunu fark edemiyorlar.

 

- O zaman otoriter ve statükocu toplumlarda olduğu gibi ülkemizde de üniversitelere değişimi “bloke etme” rolü verilmiştir diyebilir miyiz?

 

- Böyle toplumlarda üniversiteler geleceğe ışık tutan dinamik kurumlar olmaktan çıkmaktadır. Geçmişin karanlıklarında gömülüp kalmakta, doğum yapmaya direnip durmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde üniversitelerin benzer durumu dikkatten kaçmamaktadır. Elbette Türkiye modern dünyanın saygın bir üyesi iddiasında samimi ise, çağdaş medeniyet seviyesine ve gerçek kalkınmaya ulaşma iddialarının yıllardır sözde kalmasından kurtulmak istiyorsak üniversiteleri bilim üretir konuma çıkarmak zorundadır.

 

-Ne yapmak gerekiyor şu halde? Çıkış yolumuz nedir?

-Çıkış yolu bilime dayalı kalkınmayı hedef seçmektir. Bunun anlamı nedir biliyor musunuz? Bunun anlamı bilimi iktidar yapmaktır. Bunun için de öncelikle serbest düşüncenin önündeki engellerin kalkması gerekiyor. YÖK sistemi gibi mevcut partiler kanunu da demokratik değil. Parti başkanı her şeyi belirleyen bir konumda… Cemil Meriç'in dediği gibi “bu hadım edilmiş idrakle ve izinli hürriyetle kalkınmak ne mümkün?”  Görüldüğü gibi kalkınmanın da bilimin de  önündeki en büyük engel  özgürlüklerin kısıtlanmasıdır.

 

ÜLKEMİZDE YETERLİ DÜŞÜNÜR VAR MI?  

 

-Ülkemizde eğitim ve bilimin gerçek problemlerine vakıf yeterli sayıda aydın ve düşünür var mı?

 

- Sanmıyorum. Biliyorsunuz dönüşüm için kritik kütleye ulaşmak gerekir.   Türkiye'nin eğitim sistemi ülkenin ihtiyacı olan yetişmiş insan gücünü üretmede yetersiz kalmaktadır. Yeter sayıda birinci sınıf beyinlere sahip olmadıkça, gerçek anlamda kalkınmak ve ileri bir bilgi toplumuna dönüşmek mümkün değildir.

 

Birinci sınıf bilim adamlarını ve birinci sınıf araştırıcıları yetiştirmek için yapılacak yatırımlar milletin geleceğine yapılacak yatırımlardır. İyi bilim adamlarının yetişmesi ve bilimin ilerlemesi gayret, hürmet, destek ve istikrar ister. Düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüğü sağlanmalı… Serbest rekabet kuralları yerine oturmalı… Politik tercihler etkin olmamalı… İşler ehil olmayanlara verilmemeli… Bunların olmadığı bir ortamda bilim ve araştırma yükselmez, bilgi toplumu kök salıp yeşermez

 

 -Öyle anlaşılıyor ki bilim ve araştırma kriz noktasına gelmiş. Toplumdan da kopuk bir vaziyetleri var. Gerek TÜBİTAK'ta ve gerekse Üniversiteler bünyesinde reform ihtiyacı var. Yeniden yapılanması gerekliliği artık gözler önünde görülüyor. Size göre YÖK ve TÜBİTAK gibi bilim kurumlarında neler yapılmalıdır?

 

- Yeni YÖK yönetiminin şekilsel şeyler yerine öncelikle üniversite ile halk arasındaki uçurumu giderecek yapısal reformlara yönelmesi gerekiyor. Halkta da bilim camiasında da bilimin üretime ve teknolojiye dönüşmemesi konusunda yanılgılar var. Eğitimde bilgiye değil,  beceriye,  bilginin kullanılmasına vurgu yapmalıyız.  Uygulamaya dönüşmeyen bilimin bir önemi yoktur çünkü.

 

Üniversite ve özel sektörde projelerini teşvik ediyoruz ama projeler genelde topluma sanayi, sosyal, ekonomik faydası olmayan, toplumdan kopuk projeler. Gerek Üniversite ve TÜBİTAK olsun gerek DPT olsun uygulamaya yönelik bir takım araştırmalara destek veriyor. Ama bu destekler belirlenmiş bir hedef doğrultusunda değil! Projelerin gerçekleşmesi ile ilgili ciddi takip mekanizmaları da bulunmuyor. Bu yüzden kağıt üzerinde tamamlanmış görünen projelerin gerçekte uygulamaya ve üretime dönüşüp dönüşmediği sorgulanmıyor.  Üniversitelerde var olan iyi çalışmaları,  potansiyelleri halka taşıyacak mekanizmalar kuramamışız. Yeni YÖK yönetimi bu konuda ne tür bir çalışma yapıyor? Umuyoruz ki bu konuları öncelikle ele alınır.  Bu düzenlemelerin kalıcı olması isteniyorsa öncelikle geniş katılımla bilimsel mahfillerde aklın ve bilimin ışığında tartışılmalı. Kamuoyu bilgilendirilmeli, çözümler aşağıdan tepeye doğru tartışa tartışa süzülerek gitmeli. Çok boyutlu eğitim ve üniversite problemlerinin tüm boyutları ile çeşitli sempozyumlarda ve şûrâlarda 'bilimsel olarak” ele alıp tartışmalıyız. Şurası açık ki problemin çözüm yoluna girmesi için önce onun anlaşılması gerekir. 

 

-Öncelikler neler olmalı?

 

- Öncelikle yapılması gereken aklı başında her ülkenin yaptığı şeyi yapmaktır. Yani bir bilim politikası bir araştırma politikasını oluşturmaktır. Nereye gittiğini bilmeyen bir kaptan için hiçbir rüzgarın faydası yoktur.  Başarının temelinde planlama vardır.  Bilim ve teknoloji, araştırma politikası tüm diğer politikalarını temelini teşkil eder. Eğer bilim politikanız yoksa işler çok kötü demektir. Bu durumda ne eğitim politikası, ne iktisadi politika nede dış politikası oluşturamazsınız. Bütün bunlar iç içe birbirine bağlıdır. Kalkınma için ileri teknoloji için neler araştırılacak, ne için araştırılacak? Kim ne yapıyorsa bu ülke için yapması lazım. Yanı başımızdaki ülkeler bu politikalarla kendi arabalarını, kendi nükleer enerjisini yapabiliyorsa, İsraili bölgede güç haline gelmişse bunu bilim politikalarına borçlular. Biz hala gelişmiş ülkelerin acentası durumunda kalıyorsak bunun temelinde politikasızlık vardır.   

 

Düşünün siz üniveresitelerde onbinlerce bilim adamı besliyorsunuz ve onlardan topluma bir şey alamıyorsunuz. Bir toplum için bundan daha vahim ne olabilir?  

 

ÜNİVERSİTELERDEKİ KALİTE SORUNU

 

- Verilen eğitim gerçek hayattan, uygulama imkanlarından kopuk. Dolayısıyla çağdışı kalıyor. Bu yüzden diplomalı işsizlik giderek artıyor. Ama bir yandan da yeni üniversiteler açılıyor. Üniversitelere kalite getirmeden yeni üniversitelerin açılması, hele üstelik bunların tek tip olmasının olumsuz sonuçları nedir? İşsizliğin boyutunu daha da artırır mı? Siz bu konuda ne diyorsunuz?

 - Yeni üniversiteler hangi ihtiyaçtan doğdu? Ben tam anlamış değilim. Acaba üniversite önünde yığılmaya çözüm olsun diye mi? Yine sorunu doğru anlamanın ve doğru soru soramamanın ürünü diye düşünüyorum. Bir yandan Türkiye'de ara eleman sıkıntısı yaşanıyor. Mevcut eğitim sistemi bu ihtiyaca cevap vermiyor. Bir yandan da her branşta on binlerce diplomalı işsiz piyasada dolaşıyor. Buradaki çarpıklık dikkat çekici değil mi? Birincisi eğitimin ezberci metotlarla ve uygulamadan uzak bir şekilde sürdürülmesi yüzünden öğrencinin okulunu bitirdiği hâlde mesleğini öğrenememesidir. Çarpıklığı oluşturan ikinci unsur ise kontenjanların gerçek ihtiyaçlara göre planlama ile belirlenememesidir. Üniversite önünde yığılmanın önlenmesi mesleki eğitimi düzene sokmakla mümkündür. Daha üniversitelere bir düzen getirmeden özellikle halkla etkileşen ve bulunduğu bölgeye hizmet vermeyen bir üniversite kurulmasını anlayamıyorum.

Her neyse mademki kuruldu, bundan sonra ne yapmalıyız? Bence konu bu olmalıdır. Oranın sanayisine, gelişmesine çağdaşlaşmasına katkı olsun diye düşünmek yanıltıcı olur. Çünkü mevcut YÖK sistemi halka hizmeti ve halkla etkileşmeyi adeta yasaklıyor. Bu mümkün değil.

Akademik özgürlüğün temelinde her üniversitenin kendi özgünlüğü içinde gelişmesi vardır.   Üniversitelerin tek tip olmaya zorlamak onun güdük kalmasını sonuç verir. Silik ve etkisiz bir üniversite ortaya çıkar. Şimdi konuşmamız gereken tek tip üniversite anlayışından nasıl vazgeçeceğiz ve her üniversitenin kendi özgünlüğü içinde gelişmesinin yollarını nasıl açacağımızdır. Yeni üniversitelerin bir kısmının ya da bir çoğunun daha ziyade mesleki eğitime ağırlık verecek nitelikte olmalıdır diye düşünüyorum. Belli üniversiteler merkez konumda kalmalı tabii. Merkez üniversitelerin araştırma ağırlıklı ve teçhizatlı olmasına dikkat edilmelidir. Türkiye üniversitelerinin bir alet mezarlığı haline geldiğini sadece bir iki kişiye hizmet veren milyon ytl lik aletlerin çürüdüğünü unutmayalım.

Merkez üniversitelerde merkezi araştırma enstitüleri oluşturulursa, çevre üniversitelerden elemanlar günübirlik gelip gerekli eğitim ve araştırma hizmetini almaları mümkün olur.  Yüksek lisans ve doktora eğitimini merkezi üniversiteler üstlenmeli.  

 

Bence yeni üniversiteler kurulurken yapılan bir yanlış da dünyada artık ihtisas üniversitelerinin yaygınlaştığının görülemeyişiydi. İhtisas üniversiteleri kurulmalıydı. Yine de geç kalınmış değil, bir kısım üniversiteler ihtisas üniversiteleri haline getirilmelidir.  Ziraat üniversitesi, otomotiv üniversitesi öğretmen üniversitesi gibi…

 

-Sizce üniversiteleri halka ve öğrenciye hizmetten alıkoyan en önemli problemi nedir?

 

-Proje seçiminde olsun akademik terfilerde olsun değerlendirme kriterlerine bakınca gerek TÜBİTAK olsun ve gerekse de YÖK olsun, yayın ve makale yapılınca özellikle uluslar arası atıf dizinine –SCI- giren dergilerde her şey halloluyor havası veriliyor.  SCI yayın sayısı artınca acaba Türkiye gelişecek mi?  Gelişmiş ülkeler gelişmişlik düzeyini SCI yayını ile değil yüksek teknoloji ürünlerinin satış rakamları ile ölçüyorlar. Bu ülkeler işe yararlı bir buluş yaptıklarında onu kesinlikle yayınlamıyorlar. Sonuç çıkarmadan, onu uygulamaya dönüştürmeden, daha gelişmişini bulmadan dışarıya duyurmuyorlar. Kendisi daha üst bir teknolojiye geçince de patent olarak yüklü para ile dışarıya satıyorlar. 

 

Diğer taraftan işin ilginç yanı ise TÜBİTAK ve YÖK yükseltmelerde ve değerlendirmelerde SCI yayınlarını en önemli kriter haline getirdiği halde bu yayınların işe yararlığının bir ölçüsü olan atıf sayısı açısından Türkiye 108 ülke arasında 80. sıralarda kalıyor [2].  Bu da üniversitelerimizin bir  “yayıncılık oyunu” içinde kaldığını gösteriyor.

 

-Biraz daha somutlaştıralım isterseniz. Üniversitelerde hali hazırda yapılması gereken nedir diye sormak istiyorum.

- Neler yapılabilir konusundaki düşüncelerimi de paylaşayım. Temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yaparak ülke ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol üstlenir hale getirmeli. Üniversiteler artan oranda uygulamalı araştırmalara yöneltmeli.. Öğretim üyelerini danışmanlık yapmaya ve teknolojik yenilikleri piyasanın hizmetine sunmaya teşvik edecek tedbirler alınmalı…

Üniversitelerde her şeyden önce araştırmaların topluma ve sanayiye faydalı olması için bilim ekolleri oluşturmalıdır. Dağınık araştırma faaliyetlerini toplumun gerçek hedeflerine yöneltmelidir… Doktora ve yüksek lisans çalışmaları mutlaka oluşturulacak 'bilim ve araştırma hedefleri' platformuna çekilmelidir. Evet tekrar vurgulamak istiyorum. Asıl önemli olan bilimin üretkenliğe yansıması, pratiğe dönüşmesidir. Dünyanın tek bir şehir haline geldiği günümüzde acımasız bir rekabet ortamı var. Hızlı ve yeni üretim alanlarında kalite ve maliyetin yarışında başarılı olmak gerekir. Nesilleri teknoloji transferine değil, bilgi transferine sevk etmek lazımdır. En son bilgi ve hünerlerle teçhiz olunması herkes için mecbur olmalıdır. Böyle bir eğitimi veremeyen ülkeler diğer ülkelerin teknoloji kolonisi olmaya mahkumdur ve bir varlık gösteremeyeceği ortadadır.

 

YÖK NEREDEN BAŞLAMALI?

 

-Üniversiteler halktan kopuk diyorsunuz. Malum Yüksek Öğretim Kurumunda yeni yapılanmalar var. Halkla kopukluğu gidermek için YÖK işe nereden başlamalıdır?

-Burada üniversitelerin asıl görevlerinin ne olduğunu hatırlamakta yarar var. En yeni bilgi ve tecrübeleri taraflarla paylaşmak… Üniversiteleri uzman düşünüşün, derin bilginin merkezi haline getirmek… Böylece üniversiteleri kalkınmanın ve gelişmenin motoru yapabilmek… Bu asli görevlerin ifa edilmesi, halkın da söz sahibi olacağı halkın temsilcilerinin denetleyeceği mekanizma ve sistemleri kurmakla mümkün olabilir. Mevcut YÖK sistemi halkla üniversiteleri bağlayan değil bilakis koparan unsurları ihtiva ediyor.

 

-Ne gibi?

- Örneğin danışmanlık yapacak olsanız başınız biraz daha belaya girebilir. Akademik terfilerde toplumsal projelerin ve hizmetlerin bir getirisi yok. Bu esasen bedenle beynin ayrı kalması anlamı ile eşdeğerdir bana göre. Son zamanlarda üniversiteleri ülke sathına yayıyoruz. Her ile üniversite kuruyoruz ama o ilin ileri gelenlerini, halkın temsilcilerine kalkınmanın sanayinin iş dünyasını üniversitede hemen hiçbir etkiye sahip değil. O zaman o üniversite o bölgeye nasıl faydalı olacak? Kalkınmasına nasıl katkıda bulunabilir? Kimse bunu sormuyor maalesef.

 

-Burada o zaman rektör seçimlerinde mütevellinin etkisi söz konusu olacak sanırım.

- Evet… Eğer rektörlerin seçimi mütevelli heyetleri yolu ile olursa üniversite ile halkı birbirine bağlamada en önemli adımı atmış oluruz. Evet rektörü mütevelli heyeti seçmeli ve tabi rektörü göreve atayan makam mütevelli heyeti onu görevden alabilmelidir. Mütevelli heyetinde kimler olmalı? Halka karşı kalkınmayı gelişmeyi temsil edenler yer almalıdır. O bölgenin/ilin sanayi ticaret odası başkanları olmalıdır. O bölgenin /ilin devlet temsilcileri vali belediye başkanları olmalıdır. O bölgenin vergi rekortmeni iki üç iş adamı yer alabilmelidir. Mütevelli heyetinde tabi ki üniversite hocaları da temsil edilmeli. Belki bu temsil oranı yüzde elli kadar olmalıdır. Ayrıca öğrenci temsilcilerinin de rektör seçiminde bir yeri olmalı ki rektör kendisini öğrencilere karşı sorumlu hissetsin.

 

BİLİM ARAŞTIRMA BAKANLIĞI KURULMALI

 

-Türkiye'de bilim ve teknoloji potansiyelinin en büyük hendikapının şuurlu bir siyâsî irâde desteğinden mahrum olmasıdır diyebilir miyiz? Bu çerçevede öncelikle yapılması gereken nedir?

- Eğer bir Bilim ve Araştırma Bakanlığı kurulursa, bilim dünyamızın problemlerine sahip çıkılması ile üniversite – sanayi işbirliğinin oluşması için ülkemiz, kendi içindeki ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak vakit geçirmeden ortaya koymaya başlayacaktır.

Böylece, sanayicilerimiz hangi alana yatırım yapacakları konusunda belirsizlikten ve başıboşluktan kurtarılacak hem de üniversiteler “amaçsız ve işe yaramayan araştırmalarla” uğraşmaktan vazgeçeceklerdir.

Türkiye'de, 1983'e kadar bilimsel alanda uzun vadeli hedefler amaçlayan , öncelikleri ortaya koyan, insan gücü ve harcamaları şuurlu bir şekilde de belirleyen bilim politikamız olmamıştır.

 

1983 yılında bir takım gayretlerle bilim politikamızın ana hatları tespit edilmiş ve uygulayıcı organ olarak bir “Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu “ oluşturulmuştu. Bu politikaların kalıcı olması ve güçlenmesi için bir yaptırım gücü olan Bilim ve Araştırma Bakanlığı kurulamadığından bilim politikamızın uygulanması için gerekli yatırımlar yapılmadı.

 

Ülkemizin ilmi çalışmalara milli hedefler doğrultusunda yön verip bunları koordine edecek ve tüm bilimsel meselelerden sorumlu olacak bir “Bilim ve araştırma Bakanlığı” kurulması ile  TAEK, TÜBİTAK, üniversite ve diğer araştırma kuruluşları bu yeni kurulacak bakanlığın uhdesinde toplanılmasıyla hem bilime hem de inovasyon ve ARGe çalışmaları için hükümet ve bürokrasiye yön verebilmek amacıyla kurulan Bilim ve Teknoloji Yüksel Kurulu işlevini   yerine getirebilirdi.

Bilim politikaları Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu tarafından oluşturuluyor olabilir ama kamuoyunu, üniversiteleri ve o kurulun bağlı bulunduğu Başbakanlığı bile bağlayıcı hükümler bulunmayınca, bir bakanlık nezdinde sahip bulmayınca kararları yansımasız ve yankısız kağıt üzerinde etkisiz kalmaktadır.

 

Bir devletin yapabileceği en iyi yatırımın, uzun vâdede de sürekli ve en verimli yatırımın bilime ve teknolojiye yapılan yatırım olduğunu biliyoruz. Bunun bütün siyâsîlerimiz ve bürokratlarımız tarafından berrak bir biçimde idrâk edilmeli… Bunun olması halinde ülkemizin kaderi kısa sürede değişebilir. Akademisyenler hali hazırda “dosya yayını” yapmak gibi topluma faydasız çalışmalardan kurtarılmalı… Ülkenin sosyal, kültürel ve fikrî alanda güçlendirecek öncelikli konularda araştırma yapılmasını sağlamalı. Buna yönelik tedbirler alınırsa Türkiye oldukça kısa bir sürede dünya'nın en güçlü devletlerinden biri haline gelebilir. Temennimiz devlet erkânı ve bürokratlarımız, Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik potansiyelini bir ân önce idrâk ederek gerekli önlemleri almaya başlamalarıdır. Bunun ilk adımı olarak gecikmeden bir "Bilim ve Araştırma Bakanlığı"nın kurulmasını bekliyoruz.

-Hocam toparlayacak olursa sonuç olarak neler söylersiniz?

-Sonuç olarak üniversitelerin yerelleşmesini sağlamanın yollarına bakmalıyız. Üniversite bulunduğu yörenin kültürü, edebiyatı, sanat ve iktisadı ile iç içe olmalıdır. Üniversite halka karşı ördüğü duvarları yıkmalıdır. Halkla kucaklaşmalı; öncelikle yerel sorunlarla uğraşmalı. Tabii uluslararası bilime de katkısı olmalıdır. Ancak, daha en temel bilgilerin bile halka mal olmadığı; değil ileri teknolojinin, yaygın teknoloji için bile örneğin basit bir makinenin geliştirilmesi için sanayicinin üniversiteden yardım alamadığı şu ortamda yabancı dilde yayın yapmayı esas haline getirmek hangi mantığın ürünü olduğunu anlamak mümkün değil.

Dikkat edelim ki ülkenin iktisaden kalkınması, halkın refahı ve özgüvenini kazanması ve batının şuursuz pazar yeri olmaktan kurtulması üniversitelerin gelişmesine, bilim üretir seviyeye gelmesine ve üniversitelerin insanımızla dinamik bağlar oluşturmasına bağlı görünüyor. Bir kere bilim haysiyetine ve milli onura sahip kişiler bilim kurumlarımızın başına geçmelidir. Bundan sonra üniversitelerimiz dünyanın ulaştığı ileri bilimsel yetenek ve yeterliliğe kavuşmaya başlayacaktır. Oluşturulacak bilim politikası ve araştırma önceliklerine göre ülkenin öncelikleri ve sanayinin ihtiyaçları çözüm bulacaktır. Üniversiteler bulunduğu bölgenin, toprağın ihtiyaçları ile ilgilenecektir.

Haber7 - Uğur İlyas Canbolat