Hasan Nail Canat unutulmayacak!

2004 yılında vefat eden merhum şair, yazar ve tiyatrocu Hasan Nail Canat, vefatının 7. yılında 20 Ekim 2011 tarihinde Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir anma programında dostları ve sevenleri tarafından özlemle ve rahmetle anıldı.

 

2004 yılında vefat eden merhum şair, yazar ve tiyatrocu Hasan Nail Canat, vefatının 7. yılında 20 Ekim 2011 tarihinde Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir anma programında dostları ve sevenleri tarafından özlemle ve rahmetle anıldı. Programın sunuculuğunu Radyo Programcısı ve Sunucusu Niyazi Gedik nam-ı diğer meçhul kaptan yaptı. Oturum başkanlığını da Şair, Yazar ve Ressam Recep Garip’in yaptığı anma programında Gazeteci-Yazar Sibel Eraslan, Gazeteci-Yazar Salih Tuna, Şair ve Yazar İbrahim Sadri ve Yönetmen İsmail Güneş, Hasan Nail Canat’ın tiyatroculuğu, sinema oyunculuğu, sanatçı kişiliği, edebiyatçı kimliği ve eserleri hakkında konuşmalar yaptılar. Özellikle Gazeteci-Yazar Sibel Eraslan’ın Hasan Nail Canat’ın eserleri hakkında yaptığı analiz çalışması büyük beğeni topladı.

 

SİBEL ERASLAN: HASAN NAİL CANAT, MİLLETİNİN YANİ ÜMMETİN DERDİYLE DERTLENEN BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİDİR

 

Hasan Nail Canat, sanattaki yerliliği ve milli duruşu hakkında konuşan Gazeteci-Yazar Sibel Eraslan; “Hasan Nail Canat’ın yazılı edebiyata, hassaten çocuk ve gençlik edebiyatına armağan ettiği eserlerini, İslam Milletinin mensubu bir sanatkârın kalem işçiliği olarak okuduysam ve bunu, onun çok sevdiği ve ömrünü verdiği çocuklar dünyasından başlattıysam, bundandır. O, karı ve kışı anlatırken bile kalbi yaz günlerinin başlangıcında atan mütecessis bakışlarıyla bir çocuktur. Safiyeti ve iyiliği koşturan bir çocuk… İkinci izlenimimse Canat sanatının “yerli duruşu”yla ilgilidir. Ondaki yerlilik emaresi, elbette konum itibariyle coğrafyayı ve coğrafyanın katmanlar üstü intikal ettirdiği medeniyet algısını işaret ettiği kadar, içe kapalı bir statükoyu takip eden bir coğrafyacılığın eşliğinde yürümez.  Anadolu’ya ve mahsusen İstanbul’a yaptığı vurguların yanı sıra, anlatı envanteri, Afganistan’dan Kırım’a kadar genişleyen, Filistin ve Bosna’ya uğrayan günümüz İslam toplumlarının kanayan kalbi, atan nabzı ile paralel dokunmuş bir örgüye benzer. Mesela; Kırımlı Murat Destanı’nın giriş cümlesi şöyledir; “Kırım’ın kaderi bu; güneş her akşam hüzünle terk eder Kırım’ı. Her sabah acı bir günün üstüne doğar”… Bu cümleden Kırım’ı çıkartıp yerine herhangi kanayan başka bir İslam başkentini veya kasabasını da pekala koyabilirsiniz. Sanki bir tragedyanın girişi kadar kehanetler barındıran bu giriş cümlesi, aslında Canat’taki millet kavramını çözümleyebilmek için de iyi bir ölçüttür. O, İstanbul ve hassaten Üsküdar hatta belki Salacak, yine muhtemelen Salacak’taki rıhtımın denize dökülmüş kayalarının üzerinden Kırım’ı gören bir kalpla yazmaya başladığında rasat edecektir sanatındaki “milli duruşunu”… Tarzındaki ve hayata bakış açısındaki yerlilik, zamansal bir vakumla İstanbul’u Kırım’a bağlayacaktır. Keza Nur Dağındaki Çocuk adlı eserinde Afganistan’ın karlı dağlarının başında yaralı bir çocuğun hikâyesinden ziyade yaralı bir bilinçtir konuşan. Canat’ın neredeyse tüm kitaplarında geçen kaybolmuşluk hicranı, yolunu yitirmiş ve ailesinden kopmuş çocuk temasıyla tekrar tekrar işlenen ana duygu, yaralanmış kimlik, kaybedilmiş hafızaya dairdir. Yaralı Serçe adlı kitabı da Nur Dağındaki Çocuk ile iç içe geçmiş hikâyeler gibidir. Herat ve Obik kentlerinin, nerdeyse Anadolu kentlerinden birisiymişçesine anlatılması rastlantı değil, İslam hinterlandına ilişkin “biz” vurgusuyla alakalıdır. Yazar, bu haliyle hem vatansız hem de vatanlıdır. Ülkesi işgal ve zulüm altındaki çocukların diliyle kurduğu hemen her cümle vatansızlık ve mağlubiyet hisleriyle kanarken, hikâyelerdeki maceraların tümü umuda, kahramanlığa, küçük ama samimi ve sahici deneyimlerle uzaktaki galibiyete ve geniş, sınır ötesi bir vatana tekabül eder. Bununla birlikte ütopyacı değildir Canat. Olmayan ve hayali bir sınırsızlık değildir işaret ettiği. Tam aksine bir zamanlar adalet ve saadetin hüküm sürdüğü günlerden esinlenerek bakar geleceğe. Ama bu yaralı bir bakıştır. Yarasını çocukların umudu ve hayalleri üzerinden toparladığı paramparça bir hatırlar silsilesinden çıkarır. Kırık hatıraları, nostaljik bir kolaj mahiyetinde bitiştirmez, dolayısıyla ajitatif bir dili yoktur. Tam tersine hatıradan hafıza inşa etmek üzere kolların sıvamış bir tarih bilinciyle yazar. Bu bağlamda gerçekçi ve toplumcudur. Diğer eserlerinde de atıf yaptığı gibi Yasemen adlı kitabında, toplumcu bakışını titizlikle aile kavramı üzerine kurar. Eserlerinden çoğu kez tekrar eden ailesinden koparılmış çocuk fikrini, aynı zamanda asli kimliğinden, geleneğinden ve medeniyet havzasından hoyratça kopartılarak Batılı ve modern dünyanın vesayetine mahkûm edilmiş toplum fikriyle birlikte okumak gerekir. Çocuk, Canat’ta toplumun nüvesi, prototipi mesabesindedir. Ailecidir Canat. Bir çocuk için fıtri anlamda en koruyucu ve yetiştirici zeminin aile olacağı vurgusunu tüm eserlerinde hissedebilirsiniz. Hatta kuşak çatışmasının geçtiği öykülerinde bile, sonuçta türlü maceralardan sonra birbirini yeniden keşfeden, birbirine kavuşan aile bireyleri de rastlantısal değildir. Canat, bölünmeyi, atomizasyonu, egoizmi ve kopuşu değil, birliği beraberliği ve dayanışmayı vurgular yazdıklarıyla. Bugünün genç yazarlarının çok da farkında olmadığı ama toplumu ayakta tutan, yerli toplumsallığımızın bel kemiği olan, dini vasiyetimiz hükmündeki komşuluk kavramı da Canat’ın yazılı eserlerinin ana temalarındandır. Gül Yarası’nda, Bir küçücük Osmancık Vardı’da, Yasemen’de, Günahkâr Baba da hikâyelerin kurulu olduğu zemin mahalledir ve anlatım profili komşular ekseninde cereyan eder. Mahalle kavramının yok olmaya yüz tuttuğu, toplu konutlar, uydu kentler ve yeni steril yaşam alanları ile tabi tutulduğumuz mutenalaştırma politikalarına karşı ciddi bir mimari eleştiri de bulabilirsiniz Canat edebiyatında. Camisi, şadırvanı, ezan sesi, doğumevi, okulu, bekçisi, karakolu, kahvehanesi, esnafı, delisi, velisi, sarhoşu ve hacısıyla capcanlı bir mahalleyi ve onun capcanlı insanlarını anlatır Canat… Bu mahallede kötüler kadar iyiler de vardır ve iyiliğin bereketi, onun edebiyatına “iyimserlik” olarak yansır. Canat edebiyatı iyimser bir edebiyattır. Hasan Nail’in hikâyeciliğine dair diğer kavramsallaştırmayı, nasihat ve ibret bahsiyle de bütünleştirmek gerekir. Kıssa edebiyatına has hikmetli hayat bilgisi veya yaşamın hakikati diyebileceğimiz öğreti, yazar tarafından okuyucunun keşfetmesine bırakılmayacak kadar hassas bir mevzudur ve bu yüzden ucu açık bir şekilde yapılmaz, tam tersine etkin ve dolgun bir sesle nasihat ve ibret vurgusu hâkimdir. Canat’ın edebiyatındaki yerli duruş, onu yazıdan çok söze yakın bir yerde kıvama getirir. Öykü değil, hikâyedir yazdıkları, kendine has tahkiyesini anlatı dili üzerinden kurar. Olaycıdır. Meddahın, Karagöz’le Hacivat’ın, masalların, radyo piyeslerinin, siyah beyaz filmlerin, Yeşilçam melodramlarının izini sürebileceğiniz, şahitlik esasına dayalı, nakil görgüsünü sürdüren bir anlatı dilidir bu… Canlıdır. Hakikidir. Sizin de başınızdan geçmiş olabilecek kadar duru, ikna edicidir. Canat’ın tiyatrosu kimliğini hiç bilmeden okumuş olsanız bile, onun yazılı edebiyatı için aslen sözlü edebiyattır diyebilecek kadar… Canat bir derdi olan yazardır. Ama bu dert, egosuyla ilgili değildir. Kendi iç bunaltılarının, dar açı/yakın mercek bakışıyla yarı tanrı kompleksine tutulmuş Batı öykünmelerine uzaktır. O, toplumun, milletinin yani ümmetin derdiyle dertlenen bir kültür emekçisidir. Hasan Nail Canat, binbir sıkıntı ve sansürle geçirdiği sanat hayatında bir Moliere’di veya uzun burunlu Cyrona de Bergerac’tı diyebilirim pekâlâ. Ama bu bile, onun ömrünü adadığı kimlik davasını yaralayabileceği için belki ona çağımızın Karagöz’üydü demek daha doğru olacaktır. Bir hayal perdesi gibi üzerinden konup geçtiğimiz hayatı, nasihat, ibret ve hicivleriyle renklendiren bir Ebru Ustasıydı… Kendisine rahmet duaları niyaz ederken ailesine ve talebelerine sabır, gayret ve esenlik temennilerimi sunarım” diye konuştu.

 

RECEP GARİP: KAYIP ŞEHRİN KAYIP İNSANI; HASAN NAİL CANAT

 

Hasan Nail Canat’ın sanatçı kişiliğinden ve edebiyatçı kimliğinden bahseden Şair, Yazar ve Ressam Recep Garip; “Hasan Nail Canat’ı anarken lisede öğretmenlik yaptığım yıllar aklıma geliyor. O dönemlerde ortaokul ve lise öğrencilerine okutulabilecek romanları yayınlanmaya başlamıştı. Bu romanları ile Hasan Nail Canat’ın bizim yanımızdaki yeri farklıydı. Bu kitaplar sayesinde gençlerle irtibat kurabilir, gençlere okumayı sevdirebilir, Hasan Nail Canat’ın dilinden ve kaleminden kendi dünyaya bakışı ile edebi bir metnin, edebi bir ifadenin, edepli bir insanın, hayata edeple bakabilmenin yolunu ve yöntemini birlikte paylaşabiliriz diye düşünmüştüm o yıllarda. Ben hala aynı şekilde düşünüyorum. Hasan Nail Canat, benim kuşağımdan sonraki kuşakların daha çok ağabeyi olmuş ve o genç kuşakların okuduğu romanlar önem arz ediyor. Ben Hasan Abi’yi tiyatroculuğunun, sinema oyunculuğunun ötesinde şöyle tanımlıyorum. Kayıp şehirde kayıp bir adam var. Ak saçlı, beyaz sakallı, pirifâni bir derviş adam. Kayıp sokaklarda kaybedilmiş gizli hazinelerin peşinde koşan, ömrü boyunca asla koşmaktan vazgeçmeyen, bu kayıp şehrin kayıp mahallerinde, semtlerinde, ana bulvarlarında, bir bakıma Anadolu’nun bütün kentlerini, şehirlerini, kasabalarını dolaşmış olan bir şairden, bir edebiyatçıdan, bir tiyatrocundan, bir derviş adamdan bahsediyoruz. Hasan Nail Canat böyle bir insan. Daha da ötesi; bir derviş adam yürüyor, hiç beklemediğiniz bir anda kapınız çalınıyor, kapıyı açtığınızda güleç yüzlü bir adam geliyor, bembeyaz sakalıyla, mütebessim yüzüyle, mümince bir insanın, Müslüman’ca bir duruşun aslında sanata yansıyan yüzünde Hasan Nail Canat’ı görüyoruz. Tebessüm yüzünden hiç eksik olmuyordu. Yeryüzünde yaşarken bir caddeden, bir şehirden binlerce, milyonlarca insanlar geçip gidiyorlar. Ama o yollarda, o caddelerde, o şehirlerde çok az insanın izi kalıyor. İz bırakmak veya iz bırakabilecek erdemli vasıflarla, inançlı bir medeniyet insanı olarak yaşamak çok kolay değil. Bu anlamda bir inanç erini, bir derviş meşrep tiyatrocuyu, bir düşünce ve fikir adamını, bir gönül adamını, Hasan Nail Canat’ı anıyoruz. Çayı, tiyatroyu, insanı, kitabı, kalemi, dağdaki çocukları, savaş meydanlarında gezinen Afganlı çocukları, Irak’ta, İran’da, Musul’da, Kerkük’te, yeryüzünün her bir tarafında mazlum olan masum insanları çok seven bir yüreğe sahipti Hasan Nail Canat. O izini, elini, yüreğini bizlere bıraktı. Bizden kendisini hayırla anabilecek vasıflı, erdemli insanlar topluluğu oluşturmuş. Hasan Abi’ye karşı vefalı olmayı sürdüreceğiz. Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir. Dolayısıyla yapılan hizmetlerle, söylenen hikmetli sözlerle, açılmış olan pencerelerle, yazılmış olan herhangi bir şiirden herhangi bir mısra ile bir insana verilmiş olan inşirahtan, ruhun dirilişinden önemli sonuçlar meydana gelir. Bu bir medeniyet yolculuğudur. Hasan Abi’yi bugün rahmetle andık ve rahmetle anmaya da devam edeceğiz” diye konuştu.

 

SALİH TUNA: BANA ‘HASAN ABİ ÖLDÜ’ DEMEYİN!

 

Hasan Nail Canat’ın bütün imkânsızlıklara rağmen yaptığı tiyatro yaptığının altını çizen ve vefatını bir türlü kabullenemediği söyleyen Gazeteci-Yazar Salih Tuna; “Ben Hasan Abi’nin vefatını içselleştiremedim, kabullenemedim. Hala Hasan Abi’nin ardından konuşmak bana biraz tuhaf geliyor. Yani açıkça söylemek istiyorum, benimseyebildiğim bir şey değil. Özlemekten de öte her an Hasan Abi ile karşılaşabileceğim, onunla tekrar konuşabileceğim hissine kapılıyorum. O yüzden bana ‘Hasan Abi öldü’ demeyin. Herkes onu sahnede izlerken, konuşurken, repliklerini söylerken görmüştür. Hasan Abi’nin bir de mükemmel bir dinleme yeteneği vardı. Sizi dinlediği zaman rehabilite etmesi içten bile değildir. Sizi 5 dakika dinlemesi bir başkasının sizi 500 dakika dinlemesinden daha değerli ve önemlidir. Sibel Eraslan Hanım’ın Hasan Abi’nin romanları hakkında yapmış olduğu çözümleme çok değerli bir çözümleme. Hasan Abi’nin bu çözümlemeye tanık olmasını isterdim. Sibel Eraslan Hanım’ın Hasan Abi’nin romanları hakkında söylediklerini tiyatro için de söyleyebiliriz. Ben tiyatroda Hasan Abi’nin meşakkatli çalışmalarından bahsetmek istiyorum. Tabii her romancının da bir macerası vardır ama muhafazakâr kesime tiyatro yapmak çok zordur. Hasan Abi bana bir anekdot anlatıyordu. Onu paylaşmak istiyorum. Hasan Abi bir gün Anadolu’ya turne tiyatrosu yapmaya gitmiş. O yıllarda sahnelenecek oyunları kimi zaman cami mütevelli heyeti organize edermiş. İçlerinde muhafazakâr orta yaşlı bazı ağabeyler; ‘Piyes olsaydı gelirdik ama tiyatroya gelemeyiz. Biz bozulmayalım’ demişler. Hasan Abi, bu şartlarda tiyatro yapmış bir insandır. Benim Hasan Abi ile aynı sahneyi paylaştığım zamanlar da oldu. Ulvi Alacakaptan ile birlikte de aynı sahneyi paylaştık. Bu vesile ile sahne tozunu da yutmuştum. Tiyatro yaparken bizim yaşadığımız sıkıntıları anlatmak bakımından küçük bir örnek vermek istiyorum. Bir gün top oynarken sert bir darbe yapılması sonucunda yere düştüm ve kıvranmaya başladım. Arkadaşım bana ‘Yahu kalk, top oynuyoruz, burada tiyatro yapmıyoruz’ demişti. Yani katil olmamak içten değildi. Daha sonra yine aynı arkadaş ve aynı arkadaş grubu bize ‘Fıkıh kitaplarında var, tiyatroculara iki şahit lazım’ dediler. Yani biz tiyatrocular iki kişi bir kişiye tekabül ediyorduk. O diğer kişilerin de ne olduğunu, nasıl insanlar olduğunu gördük. Alayı tiyatrocuymuş ama tırnak içinde tiyatrocuymuş. Hasan Abi ile 1980’li yıllarda tanıştım ama ben Hasan Abi’yi ilk kez 1978 yılında Trabzon’a geldiğinde ‘Bir Avuç Ateş’ isimli oyununu sahnelediğinde tanımıştım. Ve o zaman kafama yazmıştım. Daha sonra üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde Akif Emre ile beraber aynı yurtta kalıyorduk. Akif Emre’ye ilk sorduğum sorulardan birisi ‘Hasan Nail Canat’ı nasıl bulabilirim’ olmuştu. Daha sonra Hasan Abi’ye ulaştım. 1987 yılında 22 yaşında iken ‘Şeytan Üssü Haber Merkezi’ isimli oyunu yazmıştım. ‘Kara Geceler Efendim’ isimli oyunu da ben yazmıştım. Emine Şenlikoğlu’nun ‘Bize Nasıl Kıydınız’ isimli romanını beyaz perdeye uyarlayarak benim senaryosunu yazdığım filmde de Hasan Abi rol almıştı. 1995 yılında Kanal 7’de 13 bölüm olarak yayınlanan ve başrollerinde Halit Akçatepe ve Hamdi Alkan’ın rol aldığı ‘Şark Kahvesi’ dizisinde de rol almıştı. Ben Hasan Abi’ye o yıllarda da naçizane bazı tavsiyelerde de bulunuyordum. ‘Hasan Abi, eğer sinema ve televizyonda görünmezsen bu insanları tiyatro salonlarına toplamak çok zor’ derdim. Bir de Hasan Abi’nin şöyle bir yönü vardı. Eğer Hasan Abi şu an burada olsaydı; ‘Bünyamin Yılmaz, Fatih Mehmet Koç, Betül Zarifoğlu, İbrahim Sadri, Mehdi Akman ve Mustafa Öcalan burada. Hemen bir oyun kuruyoruz, salon da hazır. Bağlayalım bu oyunu’ derdi. Çünkü Hasan Abi ile tiyatro yaptığımız yıllarda salonlarımız yoktu. Değil salonlarımız, bir yerde muhtarlarımız, belediye başkanlarımız, milletvekillerimiz yoktu. Sayın Namık Kemal Zeybek Bey burada iken de söyleyeyim. Namık Kemal Zeybek Bey’in diniyle mesafesi olmadığını öğrendiğimizde çok sevinmiştik. Biz kara gözlü çocuklardık. Şunu çok iyi hatırlıyorum. Bir gün evde siyah-beyaz televizyon izlerken Rasim Özdenören’in bir jenerikte ismini gördüğümde ağlamıştım. Çünkü biz o büyüklerimizin isimlerini her yerde göremezdik. O yıllarda koca Trabzon Lisesi’nde bir tane kafa dengi bir arkadaşım olacak mı diye yalvardığımı bilirim, yalnızdık o dönemde. Kitaplara sarılıyorduk. Başka kimsemiz yoktu. İşte o dönemde Hasan Abi vardı, Hasan Abi o dönemde tiyatro yapıyordu. O dönemdeki bütün imkânsızlıklara rağmen ‘Bir Avuç Ateş’ isimli oyununu elinde bir avuç ateşi taşıyormuşçasına sahneliyordu. Öyle yürüdü, yürüdü, yürüdü. Necip Fazıl Kısakürek şöyle bir şey anlatırdı; ‘Buzdan dağları erittik, bildiğin çamur deryası’. Bu bir uğursuzluk değil. Fakat şunu da belirtmek durumundayız. Bunca salon, bunca imkân olduğu halde neden bir tane daha Hasan Nail Canat ve neden bir tane daha Hasan Nail Canat’ın yaptığı işlerden çıkmıyor?” diye konuştu.

 

İBRAHİM SADRİ: HASAN NAİL CANAT VE SAKARYA TÜRKÜSÜ, İŞTE AYRILMAZ İKİLİ

 

Hasan Nail Canat’ın tiyatro yaptığı yıllara ve kendisi ile olan tanışıklığına dair önemli açıklamalar yapan Şair ve Yazar İbrahim Sadri; “Benim Hasan Nail Canat Ağabey ile tanışıklığım 1983 yılında oldu. Cağaloğlu’nda Üretmen Han vardı. O yıllarda Cağaloğlu’ndaki Üretmen Han muhafazakâr kesimin entelektüel birikimlerini birbirleriyle paylaştığı, nefes alabildikleri bir yerdi. Ben de o dönemde 2 yıllık bir tiyatro eğitiminin ardından ‘Aykırı Gece Karşılamaları’ isimli bir tiyatro oyunu yazmıştım. Bu tiyatro oyunumu Cağaloğlu’ndaki bir yayınevinde Hasan Abi ile paylaştım. Çünkü böyle bir çalışmayı o yıllarda paylaşabileceğim ve gösterebileceğim, bildiğim ve tanıdığım tek isim Hasan Abi idi. Büyük bir heyecanla Hasan Abi ile görüştüm. Birkaç gün sonra tekrar görüştük ve Hasan Abi çok kibar bir dille oyunumu beğenmediğini söyledi. ‘Aykırı Gece Karşılamaları’ isimli oyunum Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği döneme denk geliyordu. Afganistan’da o yıllarda hepimizi heyecanlandıran Müslüman direnişi biraz komedi diliyle anlatmaya çalışmıştım. Hasan Abi’nin oyunu beğenmemesine hem biraz üzüldüm, hem de onun tavsiyeleri ile 2 yıl sonra oyunun adını ‘İnsanlar ve Soytarılar’ diye değiştirerek Ulvi Alacakaptan’ın önderliğinde 13 üniversite öğrencisi ile birlikte sahneledik. Hasan Abi de daha sonra ekibimize dâhil oldu ve benim de Hasan Abi ile gerçek anlamdaki temasım o yıllarda başladı. Eski otobüslerle uzun turne yolculuklarında, otobüs koltuklarında uyuyup bir gün sonra farklı bir şehirde yine aynı dekoru kurup oyunlar sahneliyorduk. Biz Hasan Abi’nin 1970’li yıllarda nasıl tiyatro yaptığını o uzun turne seyahatlerinde kendisinden dinleme imkânı bulduk. Bizim tiyatro yaptığımız zamanda şikâyet ettiğimiz şeyin onun tiyatro yaptığı zamana göre devede kulak olduğunu da anladık. Bana göre Hasan Nail Canat’ın asıl önemi de buradadır. Hiçbir salonun verilmediği, hiçbir şekilde yasal kapı edinemediğiniz, basının asla sizi varsaymadığı, emniyetin her an tepenizde olduğu, bir ekolümüzün olmadığı bir dönemde tiyatro gibi çok netameli bir alanda kendini muhafazakâr olarak niteleyen bir topluma eser sunmaya çalışmış ve bu konuda da inat etmiş birisidir. Türkiye’de bana göre siyasal ya da politik tiyatro dediğimiz konuyu üzerinde en iyi taşımış birkaç isimden biridir Hasan Nail Canat. Çok dirençli birisidir. Hasan Abi’nin anlattıklarından yola çıkarak bunları söylüyorum. Hasan Nail Canat’ın en önemli özelliği de sanatsal yeteneğinin ve çalışmalarının da üzerinde olan bu politik duruşudur. Çünkü bu politik duruşundan dolayı çok bedeller ödemiştir. Bugün burada bulunduğumuz Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi gibi Türkiye’nin dört bir yanında kültür merkezleri var. Fakat bizim tiyatro yaptığımız 1980-1990 yılları arasında, hatta Hasan Abi’nin tiyatro yaptığı 1970’li yıllarda böyle salonlar yoktu. Ağırlıklı olarak tahta iskemlelerin olduğu kötü sinema salonlarında biz sanat icra etmeye çalıştık. Hasan Abi de ‘Bir Avuç Ateş’ isimli oyununun da aralarında bulunduğu oyunlarıyla gerçekten oyunun ismiyle müsemma olarak elinde bir avuç ateşi taşıyarak sanatını icra etti. Hasan Abi yine benim yazdığım ‘Efendi Hayrettin Süperstar’ isimli oyunda Efendi Hayrettin’i oynamıştı. Yine Muhsin Mahbelbaf’ın yazdığı ‘Başkasının Ölümü’ isimli oyunda da birlikte rol aldık. Bu oyunlarda Hasan Abi ile olan çok kıymetli hatıralarımız var. Hasan Nail Canat’ın Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı Sakarya Türküsü ile olan ilişkisine de değinmek istiyorum. Rivayet edilir ki; Üstad Necip Fazıl Kısakürek Sakarya Türküsü için, ‘Ben yazdım, Hasan Nail okudu’ demiştir. Biz nereye gidersek gidelim, hangi oyunu oynarsak oynayalım, her oyunun sonunda Hasan Abi muhakkak Sakarya Türküsü’nü okurdu. Defalarca şahit oldum ki; Türkiye’nin dört bir yanında oyun sahnelediğimizde oyun biter, perde kapanır ve salondaki seyircilerin neredeyse tamamı ‘Hasan Abi, Sakarya, Sakarya’ diye bağırırlardı. O açıdan Sakarya Türküsü’nün Hasan Abi için de önemi ve kıymeti çok büyüktü. Kısacası, Hasan Nail Canat bizim jenerasyonun yani 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından bir şeyler yapmaya çalışan genç kuşağın üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak, en azından moral ve motivasyon açısından büyük önemi, değeri, etkisi ve emeği olan bir isimdi. Türkiye’de tabii ki Hasan Nail Canat gibi “yasal” olmayan sanatçılara ilişkin toplumun genel yaklaşımını biz biliyoruz. Hasan Nail Canat bu anlamda ünlü olmayı tercih etmemiş birisiydi. Öyle de yaşadı, çok mütevaziydi. Her yerde karşılaşabileceğiniz, halkla iç içe olmayı başarmış birisiydi Hasan Abi. Çünkü alkış insan nefsini çok kışkırtıcı bir şeydir. Hasan Abi, bize alkışlara karşı direnmeyi de öğretmiş bir ağabeyimiz, büyüğümüz ve ustamızdı. Biz Hasan Nail Canat Ağabeyimiz için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Allah mekânını cennet etsin” diye konuştu.

 

İSMAİL GÜNEŞ: ‘GÜLÜN BİTTİĞİ YER’ HASAN NAİL CANAT’I TANIDIĞIM TEK İŞTİR

 

Hasan Nail Canat ile beraber çalıştığı dizi ve sinema filmlerinden bahseden ve Hasan Nail Canat’ın sinema oyunculuğu yönünü anlatan Yönetmen İsmail Güneş; “Benim Hasan Abi ile tanışmam 1986 yılında oldu. Muhsin Mete Bey, o yıllarda TRT’de televizyon belgesel daire başkanıydı. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın en iyi film ödülü seçilince bana bir çalışma yaptırmak ihtiyacı hissetti. Süleyman Nazif için bir belgesel filmi çekecektik ve 5 Ocak 1987 tarihine kadar yetiştirilmesi gereken bir çalışmaydı. Oyuncu seçimlerimiz oldu. O yıllarda filmlerde hep büyük insanları canlandıran rahmetli Haluk Kurdoğlu bizim belgesel filmimizde de başrolde oynadı. Hasan Abi de filmde rol alacak oyunculardan biriydi. Tiyatrocu olduğunu söylemişlerdi bana. Bir sahne vardı. Hasan Abi’nin boyu kısa, Haluk Kurdoğlu’nun boyu uzun. Dolayısıyla görüntüyü çekmekte zorlanıyorduk. Hasan Abi’nin ayağının altına yükseltiler koyuyoruz, tekrar tekrar çekim yapıyoruz, yine olmuyor. ‘Hasan Abi, bir sorun mu var? Neden olmuyor?’ dedim. Hasan Abi de; ‘Yahu nasıl olsun? İlk defa hayatımda bir filmde oynuyorum. İlk defa oynadığım filmde de Haluk Kurdoğlu’nun karşısında oynuyorum. Olması da mucize olurdu zaten’ dedi. Bu konuşmamızda karşılıklı gülüşmüştük. Hasan Abi ile olan ilk hatıram budur. Sonrasında Çizme filminde beraber çalıştık. Filmin çekimleri Rize’de yapıldı. Hasan Abi o filmde bir radyo tamircisini oynayacak. Filmin konusu şöyleydi; 1950’li yıllarda Demokrat Parti seçimi kazanmış, bütün vaatlerini ezan okunmasını serbest bırakmak üzerine vermiş. Fakat seçim gecesi de Naim radyoyu kırdığı için o beldenin halkı ezanın serbest bırakılıp bırakılmadığından bihaber. Bir kahve ortamı var. Bir Demokrat Parti’li ve bir CHP’li iddialaşmışlar. CHP seçimi kaybederse kahvede sabahtan akşama kadar kemençe çalınacak. Böyle bir ortamda Hasan Abi de radyoyu tamir etmeye çalışan ve asla işine kimseyi dokundurtmayan bir radyo tamircisini oynuyor. Tabii bildiğimiz radyo tamircisi değil. Bir vakit bir radyoya çarpmış ve radyo çalışınca ‘bu tamircidir’ demişler. 1950 şartlarında bir radyo tamircisi, hiç konuşması yok. Ve Hasan Abi diyalogsuz bir oyunculuk yaparak filmde inanılmaz bir performans gösterdi. Hatta o dönemde Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne katılmıştık. Ödül almasak da herkesin hakkını teslim ettiği bir durum vardı. O festivalde jüri olan Burçak Evren Bey o toplantıda ve daha sonraki toplantılarında da; ‘Kesinlikle bana göre o dönemin en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü Hasan Nail Canat’a verilmeliydi’ demiştir. 1993 yılında Beşinci Boyut filminde beraber çalıştık. O filmde de Hasan Abi, kapıcı Musa’nın karısının aksi babasını canlandırıyordu. Kızını vermemiş, yıllar sonra dostları damadı ile onu barıştırmak istiyor. Fakat inat, aksi, hiç laf dinlemeyen, sürekli konuşan bir adamdı o filmde Hasan Abi. Ve beni de çok şaşırtmıştı Hasan Abi. Hasan Abi ile çalıştığımız ilk filmde de çok şaşırmıştım. Çünkü tiyatrocu insanlar sinema filmlerine hemen adapte olurlar. Hasan Abi ilk çalıştığımız Süleyman Nazif-Kara Bir Gün isimli belgesel filmde adapte olamamıştı. Fakat daha sonraki bütün çalışmalarımızda sürekli beni şaşırtmıştı Hasan Abi. 1995 yılında TGRT’de 13 bölüm olarak yayınlanan Ortaklar dizisinde beraber çalıştık. Hasan Abi, bu dizide başrolde oynuyordu. Dizide biri Kürt, biri Laz, biri Alevi olmak üzere 3 tane asker arkadaşı yanlarına yedek subaylarını da alarak bir inşaat şirketi kuruyorlar. Daha sonra bu şirketi işletemeyip iflas ediyorlar. Bunun üzerine kurulu bir sitcom çalışmasıydı. Senaryosunu da rahmetli Ömer Lütfi Mete yazmıştı. Hasan Abi bu dizide de Kürt işadamını oynuyordu ve o zaman da beni şaşırtmıştı. 1998 yılında Gülün Bittiği Yer filminde beraber çalıştık. Hasan Abi o ana kadar benim için bir oyuncuydu. Çok sohbet etmeyiz, dünya görüşünü bilirdim. Gülün Bittiği Yer filmi Hasan Abi ile beraber çalıştığımız son filmdir. Film şiddet üzerine çekilmiş ama şiddeti eleştiren bir filmdir. Bu coğrafyanın şiddeti ne kadar önemsediğine vurgu yapan ve temelinde 12 Eylül döneminde yapılan işkencelerin de olduğu bir filmdir. Filmde Hasan Abi bir dedeyi oynuyor. Filmin açılış sahnesinde baba oğlunu evire çevire döver, dede uzakta bir yerde bir odada namaz kılmaktadır. Namazını bozar, torununu dövdüğü için gelip kendi oğlunu döver. Sahne böyle, yani herkes bir şekilde birbirini dövüyor. Ama sahneyi defalarca çekiyoruz. Baba rolünde oynayan Ahmet Fadıl Güç, oğlu rolünde oynayan Tolga Tibet’i gerçekten dövüyor ve eli de ağır. Öyle ki, Tolga Tibet her çekim sonrası yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra tekrar çekim yapılıyor. Sahneyi tekrar çekmemizin sebebi; o sahnede baba rolündeki Ahmet Fadıl Güç’e bir tokat atması gereken dede rolündeki Hasan Nail Canat o tokadı atmıyor. Tam o sahnede Hasan Abi, Ahmet Fadıl Güç’ü itiveriyor ama tokat atmıyor. Diyalog da şöyle; ‘sen de beni dövüyorsun ya!’. Çok abes bir durum, yani dövmeden dövüyorsun denilecek. Tekrar çekiyoruz, yine olmuyor. Sabaha kadar uğraştık. Hasan Abi de sabah treni ile Afyon’a turneye gidecek. Ertesi gün çekim yapma imkânımız da yok. Sonunda Hasan Abi’ye ‘Hasan Abi, bak bir sürü insan bekliyor, şurada vuracağın bir tokat, Ahmet Fadıl oğlunu dövüyor, sen de vur’ dedim. Hasan Abi; ‘Yahu onun hak ile ilgili bir derdi yok. Benim var. Şimdi ben ona bir tokat atarım, o bana hakkını helal etmezse ben bunu kendime nasıl izah ederim?’ dediğinde bir yarım saat kadar durgunlaştığımı hatırlıyorum. O filmde şiddeti gerçekten uygulayarak çekmiştik. Bu sefer sahte bir şiddet uygulamasını o sahnede çektik. Gülün Bittiği Yer filmi benim Hasan Nail Canat ile yaptığım son iştir ve Hasan Nail Canat’ı da tanıdığım tek iştir” diye konuştu.

 

NAMIK KEMAL ZEYBEK: HASAN NAİL CANAT’IN İSMİ BİR KÜLTÜR MERKEZİNE VERİLSİN!

 

Anma programına şeref konuğu olarak teşrif eden Kültür ve Turizm Eski Bakanı ve Demokrat Parti Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek; “Bugün tertip edilen Hasan Nail Canat’ı Anma Programı’na katılmaktan çok mutlu oldum. Bu vesile ile değerli dostum Hasan Nail Canat’ı yeniden hatırladım. Hem de çok değerli sunuşlarla daha iyi tanımış oldum. Onun için değerli konuşmacılara da teşekkür ediyorum. Değerli dostum Hasan Nail Canat için söylenecek çok şey var. Ben onu tanımlamak için üç kelime söyleyeceğim. Birincisi; İhlâs. Her şeyin başı ihlâs. İhlâs olmazsa her şey boştur ve söylenen sözün de anlamı yoktur. Yapılan işten de bir sonuç çıkmaz. İkincisi de sanatta ve edebiyatta milli olma kavramına önem vermesidir. ‘Sanatçı milli olmadan evrenseli aramaya başlarsa, bu uğraşın eserini ortaya koyarsa, bu bütün milleti ilgilendirir. O, sanat eseri ile muhatap olan herkesin uğradığı yıkımın sorumlusudur’ dediği bir sözü var Hasan Nail Canat’ın. Ayrıca ‘Dinimi de dilimi de çok seviyorum’ demesi milli değerlerimize olduğu kadar dinimize de duyduğu derin saygıyı ifade ediyor. Ben Hasan Nail Canat’ı bu anlamda Cengiz Aytmatov’a benzetiyorum. Cengiz Aytmatov’un romanlarını okuduğumda hüzünleniyordum. Dostum Hasan Nail Canat’ın romanlarını okuduğumda da hüzünleniyordum. Şimdi ülkemizde bazı romancılar var. Nobel ödülü filan alıyorlar. Ben o eserleri pek okuyamıyorum. On sayfa kadar okuduktan sonra fırlatıp atıyorum. Üçüncüsü de Hasan Nail Canat’ın şiir okurken okuduğu şiire ruhundan da bir şeyler katmasıdır. Ben de dostum Hasan Nail Canat’ı tanımadan önce Sakarya Türküsü’nü okurdum ve okuduğumu sanıyordum. Ta ki Necip Fazıl Kısakürek Üstadın "Sakarya Türküsü" şiirini Hasan Nail Canat'tan dinleyinceye kadar. Hasan Nail Canat’ın Sakarya Türküsü’nü okuduğu zamanki ruh halini, duraksamalarını, kükreyişini, el ve yüz mimiklerini, sahnedeki duruşunu izleyince bu şiirin inceliklerini kavradım. Söz gelimi: ‘Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl / Bu ifritten sualin, kılını çekemez akıl’. Bu mısraları öyle bir okuyuşu vardı ki, şairin kendisini de aşardı. Kolay kolay kimseyi beğenmeyen Üstadın da Hasan Nail Canat'ın okuyuşuna hayran olduğunu ve ‘Ben yazdım, Hasan Nail okudu’ sözünü işitmiştim. Hasan Nail Canat, 2004 yılında vefat etti. Aradan 7 yıl geçmiş. Canat ailesinin Hasan Nail Canat adına bir kültür merkezine Hasan Nail Canat’ın isminin verilmesini istediğini ve bunu özlemle beklediğini duydum. Hasan Nail Canat davasında ne kadar haklıysa Canat ailesini de bu isteğinde haklı görüyorum. Bu iş burada kalmasın. Hemen bir komisyon kurularak gerekli çalışmalar yapılsın ve Canat ailesinin özlemle beklediği kültür merkezine adının verilmesi olayı gerçekleşsin. Bununla da yetinilmeyerek Hasan Nail Canat’ın eserleri ve sanatsal çalışmaları hakkında akademik çalışmalarla dünya çapında haklı yerini almasına vesile olmak gerekir. Ben Hasan Nail Canat için böyle bir çalışma yapılması için elimden gelen desteği vermeye hazırım. Ve kıymetli dostum Hasan Nail Canat da böyle bir çalışmaya fazlasıyla layıktır. Eserleriyle, vakur duruşuyla iz bırakarak yaşayan ve böyle anılmaya devam ettiği müddetçe her anıldığında değeri bir kat daha anlaşılan Hasan Nail Canat’ı bir kez daha rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun” diye konuştu.

 

PORTRE DUA VE ŞİİRDE DÜET

 

Anma programında Şair ve Yazar Ahmet Yüter, Hasan Nail Canat için kaleme aldığı bir portre duası okudu. Ardından İbrahim Sadri ve Seyfullah Kartal, Hasan Nail Canat’ın Erik Ağacı Destanı isimli şiirini birlikte okudular.

 

HASAN NAİL CANAT UNUTULMADI

 

Anma programına Hasan Nail Canat’ın dostları ve öğrencileri de katıldı. Mehmet Karaosmanoğlu, Abdulbaki Kömür, Mahmut Bıyıklı, Bünyamin Yılmaz, Birol Cürgül, Harun Arvas, Betül Zarifoğlu, Fatih Mehmet Koç, Seyfullah Kartal, Mehdi Akman, Mustafa Öcalan, Osman Atalay, Halil İbrahim Perçinkaya, Sümeyye Karaarslan, İhsan Kabil, Bülent Karaçam, Murat Özbek, Erkay Yavuz ve Alper Banko bu anlamlı günde Hasan Nail Canat’ı rahmetle ve özlemle andılar. Hasan Nail Canat’ın oğlu Mehmet Safa Canat ve kızı Hale Canat Cürgül kürsüye birlikte çıkıp konuşan son kişilerdi. Özellikle Hasan Nail Canat’ın öğrencisi Erkay Yavuz sitem ve serzeniş dolu bir konuşma yaptı; “Ben Hasan Hocam’ı tanımadan önce aslında başıboş ve serseri bir gençtim. Tiyatroyu Hasan Hocam’dan öğrendim. Hasan Hocam’ın benim için manevi oğlum dediğini duydum ve emin olun ki ben de Hasan Hocam’ı manevi babam olarak gördüm. Sanat çizgimi de ondan aldım. Bugün ben kendi tiyatro ekibimle, kendi yazdığım oyunlarla sanat yaşamıma devam ediyorum. Benim gibi çok sayıda insanın üzerinde emeği olduğuna inandığım Hasan Nail Canat’ın adının bir kültür merkezine verilmemesi büyük bir eksikliktir. Eğer bir gün param olur da, bir tiyatro salonu sahibi olursam adını Hasan Nail Canat Kültür Merkezi yapacağım ve bu eksikliği kendi gücümle örteceğim” dedi. Programın sonunda Hasan Nail Canat’ın vefat ettiği gecede son kez okuduğu Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü şiirini sinevizyondan izleyen seyirciler duygulu anlar yaşadılar. Videonun sonunda Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in de yazdığı gibi ‘Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!’ denilmesiyle birlikte bütün seyirciler ayağa kalktı. Davete katılan konuşmacıların, katılımcıların tek bir istekleri vardı; Hasan Nail Canat’ın unutulmaması ve Hasan Nail Canat’ın isminin bir kültür merkezine verilmesi.

  

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yaşam Haberleri