Medreseler diyarı Tillo

'Tillo'da icazet merasimi var' diyor biri. “Gidelim mi?” ‘icazet merasimi’ terkibi bile heyecanlanmamıza yetiyor.

Pazar günü yapılacak merasim için çarşambadan yola çıkıyoruz. Yollarda iki araçta on iki kişiyiz. Daha yakından tanıyoruz birbirimizi. Bir hocamız “Seferin bir anlamı da derinin altındaki gerçek derinin ortaya çıkmasıdır.” demişti, daha iyi anlıyoruz bunu. Akdeniz’den ilerliyoruz, doğuya doğru.

Önce Malatya’dayız. Yaşlı bir amcayı ziyaret ediyoruz eşiyle beraber koyu bir yalnızlığın koynunda, koca koca binaların birinde yaşıyor. “Allah’a şükür” sözlerin ardından çokça zikrediliyor. Ama “insanlar ilgisiz ve soğuk, nedendir bilmem” diyor. “Allahtan” Kore Gazisi’ymiş de askerlerin belirli günlerde, bayramlarda ziyaret ettiğinden bahsedip teselli buluyor “Allah’a şükür.” Akşam namazlarımızı kılıp dualarını alıp çıkıyoruz; elini öptürmek istemiyor ama ben ısrar edip eğilip öpüyorum. 

Elaziz diyarında manevi bekçiler

Arabalara binip Elazığ’a doğru hareket ediyoruz. Elazığ’dayız yatsıdan sonra. O gece ve Cuma gecesi de orda kalıyoruz perşembe ikindiden sonra Harput’u, kadim Elaziz’i geziyoruz. Arap Baba başta olmak üzere Harput babalar diyarı ve sanki şehrin üstünde manevi bekçiliklerine devam ediyor, alabilenlere hala himmet ediyorlar.

Buzluk Mağaraları’nı gezerken yüksek kayalardan sanki yakınımızda çok yakındaymış gibi bir ses duyuyoruz. Bilenler biliyor. Biz de öğrenmiş oluyoruz; keklik bunlar. “İki keklik bir kayada ötüyor”… bu mısralar aklıma geliyor hemen ve hafifliğime yorup utanıyorum çünkü çok kıymetli hocalarımın eşliğindeyiz. Epey vakarlı bir havası var topluluğumuzun. Her taraf kabirlerle dolu. Mezar taşları insanda bir dinginlik, saygı uyandırıyor sanki. Cuma gecesi akşam namazını Ulu Cami’de kılıyoruz. Ecdadımıza dualar ederek ayrılıyoruz oradan da. Cuma kahvaltıdan sonra yollardayız tekrar. 

Eğil’de kimler var bilir misin?

Hedefte Eğil var. Adını duysak da nesi var nesi yok bilmiyorum. Sonradan ne kadar da utanılacak cehalet içinde olduğumu bir kez daha ikrar ediyorum kendi kendime. Diyarbakır’a 30 kilometre kala kadar sol tarafa dönüp 23 kilometre gidince ulaşıyoruz Eğil’e. Zülkifl ve Elyesa aleyhisselamlar orada bir tepede medfunlar. Peygamber mezarı ziyaret etmek nasip olduğu için defalarca hamdediyoruz Âlemlerin Rabbine.

Oraya sonradan aşağıdan nakledildikleri yazılı tabelalarda, zira aşağısı baraj gölüne dönmüş. Etrafta sincaplar oynayıp duruyor çok yaklaşmasalar da öyle kaçmıyorlar da insandan. Bu harika yerden öğle namazlarımızı kılıp çıkıyoruz; yağmaya başlayan yağmurun günahlarımızı da yıkamasını dileyerek sahabeler şehri Diyarbakır’a hareket ediyoruz. 

Ve sahabeleri ziyaret...

Hazreti Süleyman Camii’nde 28 sahabe efendimiz yatıyor; ziyaret edemiyoruz zira cami restore edilmekte. Bize rehberlik eden öğrencinin eğilip bükülmeden sabırla ısrar etmesi sonuç veriyor sadece “Fatiha okuyup çıkmak üzere” izin veriyor görevli. Fatihalarımızı okuyup oradan da ayrılırken çocukların “abi, bir Yasin okuyalım mı?” yalvarışları ve verilen küçük harçlıklarla ne kadar da sevindikleri içimizi burksa; hemen orda farklı düşüncelerle çözüm yolları düşünsek dillendirsek de kendi aramızda, hemen yolculuğumuzun disiplinine dönmeye çabalıyoruz.  

Medreseler diyarı: Tillo

Şimdi hedefte Batman var. Silvan üzerinden Batman’a ulaşıyoruz. O gece ordayız. Sabah “gelmişken ziyaret etmemek yanlış olur” diye Veysel Karani Hazretleri’ni ziyaret edip Siirt’e doğru yola devam ediyoruz. Siirt’te bir güzel adamın odasındayız herkes diz çökmüş. Yüzünden nur, ağzından hikmet damlayan bir müfessirin, Ebde’ul Beyan yazarı Muhammed Bedreddin El-Tillovi’nin ziyaretindeyiz. Yemek teklifini geri çevirmedik. Çaylarımızı içip muhteremin yanından izin alarak Tillo’ya “Evliyalar Diyarına” meylediyoruz. Medrese nedir görmemişlerimiz var -ben gibi- aramızda. Edepsizlik olmazsa “melekler şehri” demek geliyor içimden. Öylesine maneviyat dolu ki hemen herkes şehre girerken bunu hissettiğini söylüyor. 

Bir başka hava var gerçekten. Medrese talebelerinin ciddiyetle, ellerinde kitaplar hızla yürüyüp ezber yapmaları, müzakere salonu, müderrislerin dersleri aldıkları odalar gerçekten maneviyatın müşahhaslaştığı yerler. Benim de içinde olduğu bir ikimiz ilk defa görüyor böyle güzel bir manzarayı ve tabiri caizse ağzı açık bir şekilde seyrediyoruz etrafı. Kütüphanesinde ne ararsanız var. Öyle ta uzaklardan pozitivizmin, kapitalizmin hegemonyası haline gelmiş zihinlerimizle anlamakta zorluk çektiğimiz şeyler var burada. Nur yüzlü, kara sakallı, safi edep kesilmiş fevkalade güzel gençler ve onlara mürşitlik, yol ışıtıcılığı yapan fevkaladenin üstünde, yaptığı işin ehemmiyetini bilen, donanımlı ve bir o kadar mütevazı hayatlar var. Hele belirli bir zaman görüşmeyenlerin karşıdakinin eline sarılıp öperken eli öpülenin aynıyla mukabele edip onun da elini öpenin elini öpmesi ve bunun hızlıca ve samimi bir şekilde içten bir refleksle yapılması yok mu ki, iyi ki tanımışım bu “mübarekleri”, iyi ki gelmişim buralara dedirtiyor insana. 

Ne güzel insanlar, ne güzel tören!

Ve beklenen gün Pazar geliyor. Bir akın var, her yerden güler yüzlü namaz nurları yüzlerinden taşan insanlar akıyor özellikle doğu ve güneydoğudan. Büyük, en az iki bin kişi alacak kadar geniş ve sade bir salondayız bir medresede. Medrese dediysem aklımıza hemen olumsuz çağrışımlar gelmesin; bina olarak bir çok fakülteyi geçebilecek donanımda bir bina. İcazet töreni konferans salonu denilen yerde yapılıyor ki bu konferans salonu yine bildiklerimize benzemiyor. Sadece iki tarafında tek sıra kanepe var. Herkes ya diz çökmüş ya da bağdaş kurmuş oturuyor.

Başka medreselerden üstatlar şeyhler gelip oturdukça ziyaretçiler tabii bir refleks ve merakla ayağa kalkıyor. Bilenler -ben gibi bilmeyenlere- gelenlerin kim olduğunu haber veriyor. Daha bıyıkları terlememiş nur yüzlü bir genç “Can-ı dilden aşık oldum” ilahisine başlıyor kadife gibi, insanın içine işleyen bir sesle. Nakarat kısmında kimse yanındakiyle göz göze gelmek istemiyor, herkes kaçamak kaçamak gözyaşlarını siliyor. Günahlarım(ız) geliyor aklım(ız)a, tekrar utanıyoruz beceremediğimiz kulluğumuzdan ve iki damla gözyaşına umut bağlıyoruz: “Rabbim beni de affeder misin?” 

Konuşmalar yapılıyor dilek ve temenniler sunuluyor “mucaz”lara başarılar, hizmette devam dilekleri dile getiriliyor. Bir güzel adam eksiklerinin farkında olduğunu ve bunlar için neler yaptıklarını anlatıyor. Temennileri için “rabbim muvaffak kılsın” duamız oluyor. Güzel insanlardan biri, Muhammed Bedreddin El- Tilovi icazetnameyi okuyor. Rabbimizden orda ismi geçenlerin şefaatini, yardımını onlara verdiği ilmi bize de vermesini, bizleri ilmimizle amil kılmasını; buradaki bereketten her daim bizleri de nasipdar kılmasını diliyoruz. Ülkenin bizden uzak yerlerinde hayatın farklı bir akışı olduğunun farkına varıyoruz. Güzel hizmetlerden haberdar olmanın mutluluğu var yüzlerimizde. Allah’tan İslam’a hizmet eden herkes için muvaffakiyetler diliyoruz.

Ve dönüş yolu

Pazartesi Urfa’ya doğru yola koyuluyoruz. Bu defa hedefte memleket var. Urfa’da kısa bir ziyaretten sonra biraz yorgunluk ama epey memnuniyetle tekrar Akdeniz’e yöneliyoruz. Allah hepimize gücümüzün farkına varabilmeyi nasip etsin. Seyahat edebilmeyi nasip etsin ve seyahatin bereketini versin bizlere. Âmin.

 

 

Halil Arslan-dunyabizim.com'dan alıntı

Kültür-Sanat Haberleri