Merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’den Kadir Gecesi Sohbeti.

"Kadir Geceniz, Ramazanınız, evkàtınız, zamanınız mübarek olsun. Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle fevkalâde müstesnâ, fevkalâde nurlu, fevkalâde sevaplı, hayırlı, feyizli gecelere, zamanlara erdirsin. Her zamanınızı, her gününüzü Kadir eylesin."

Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN:

Aziz ve muhterem ve sevgili cemaat-i müslimîn, değerli kardeşlerim!
Kadir Geceniz, Ramazanınız, evkàtınız, zamanınız mübarek olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle fevkalâde müstesnâ, fevkalâde nurlu, fevkalâde sevaplı, hayırlı, feyizli gecelere, zamanlara erdirsin... Her zamanınızı, her gününüzü Kadir eylesin...

a. Her Şeyimiz Allah’tan

Şâirin birisi diyor ki:

Vücûd, cûd-i ilâhî; hayât, bahş-ı kadîm.
Bu kârhànede bilmem neyim, benim nem var?

Biraz eski bir dille söylendiği için açıklamak gerekir:
“Şu varlığım Allah’tan. Vücudum Allah’ın cûdundan...” Cûd cömertlik, ikram mânâsına. “Şu benim varlığım, dünyada mevcud oluşum; yok değilim, varım şu anda... Şu benim varlığım Allah’ın cûdunun, cömertliğinin, sehàsının, kereminin, ihsânının eseri. Yoksa olur muydum?.. Olsaydım bile, yaşar mıydım?.. Ölürdüm.”
Yâni cûdu olmasa, ihsânı ikramı olmasa, bir an duramayız. O yarattığı halde, bir an duramayız. (Vücud, cûd-u ilâhi; hayât, bahş-ı kadîm) “Hayat da onun ezelden bize ikramı. ‘Bunlar yaşasınlar, hayat sürsünler!’ diye takdir kalemiyle ezelde yazmış, hayatımız ondan.” Bu dünyada var olan her şeyimiz de ondan...
Şâir şaşırmış gibi soruyor kendisine: “Ben neyim?.. Bilmem ki neyim var? Hiç bir şeyim yok, her şey Allah’ın.” diyor. Yâni, her şeyimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin. Neyi hak ettik de bu nimetleri kazandık?.. Yâni, çok matah varlıklar mıyız da, mükâfatlar aldık da mı böyle oldu?..”
Hayır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin cûd u keremi gökten yağmur gibi yağıyor. Güldür güldür, sağanak yağmuru gibi yağıyor. Lâyık olanı, olmayanı, hepsini sırılsıklam ıslatıyor. Rahmeti deryâsına gark ediyor hattâ...
Onun için, Şeyh Sâdî-yi Şirâzî demiş ki:

ای کریمی که از خزانه غیب
گبر و ترسا وظیفه خور داری

Ey kerîmî ki ez hızânei gayb,
Gebr u tersâ vazîfe hordârî;

“Ne kerimsin yâ Rabbi ki, gayb hazinelerini açmışsın! Değil müslümanlara; ateşperestlere, hristiyanlara, kâfirlere, putperestlere bile veriyorsun... Açmışsın hazineni, hepsine veriyorsun!”

دوستان را کجا کنی محروم
تو که با دشمنان نظر داری

Dustân râ küca küni mahrum?
Tû ki bâ düşmenân nazardârî!

“Sen böyle seni tanımayan, seni bilmeyen, nimetine şükretmeyen, ihsânına karşı kulluk etmeyen, bi’l-akis isyân eden, kâfir olan, müşrik olanlara bile böyle cûd u kereminle muamele ederken yâ Rabbi; bu kereminle hiç aklımdan geçmiyor, olur mu ki, dostlarını mahrum eder misin yâ Rabbi?.. Düşmanlarına bile veriyorsun, hasımlarına bile veriyorsun. Adüvvallah, Allah düşmanlarını bile rızıksız bırakmıyor, onlara bile veriyorsun; dostlarını mahrum eder misin yâ Rabbi?”

Güzel bir mânâ yakalamış. Mahrum etmez! Düşmanına bile verecek kadar cûd u keremi coşkun olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, dostlarını mahrum etmez!.. Bir mücrim, âsî, kàsî kalb, katı kalbli kul, günahkâr, zâlim kul, hatasını anlayıp içine pişmanlık ateşi düştüğü zaman, daha “Estağfiru’llàh” demeden affediyor Allah... “Pişman oldu kulum, içinden duyguları değişti.” diye, o zaman affediyor. Söylemeye lüzum bırakmıyor. Çünkü söylemeye lüzum yok, içimizi de dışımızı da o biliyor.
Umarız ki, has kulları hürmetine, dostları hürmetine, karınca kararınca yürüyen kullarını da rahmetine erdirir, rahmetinden mahrum bırakmaz.
Çünkü bir de emretmiş... Hani kimisi utanır, kimisi bilemez, kimisi şaşkınlığından aklına getiremez diye, buyurmuş ki:

وَ قـَالَ رَبـَّـكـُمُ ادْعُونــِى اَسْــتَجِبْ لَـكُمْ (المؤمن:٦٠)

(Ve kàle rabbukümüd’ùnî estecib leküm) Buyurmuş ki: “Bana dua edin!” Emri var. (Ud’ùnî) “Bana dua edin, (estecib leküm) size mutlaka karşılık veririm, vereceğim. Dua ettiniz mi, karşılık vereceğim.” (Mü’min, 23/60)
Onun için Karadenizli bir samimi müslüman, açmış elini:
“—Yâ Rabbi, madem vereceksin, niye bekletiyorsun, versene çabuk da...” filân diyormuş.
Demişler ki:
“—Nereden bildin vereceğini?..”
“—Sus cahil! Eğer vermeyecek olsa, istetir mi? (Üd’ùnî estecib leküm) dedi. Dua edince vereceğine vaadi var. Madem dua ediyorum, verecek. Ama ben, çabuk versin diye sıkıştırıyorum.” demiş.
Yâni Karadenizlinin samimiyeti. Allah razı olsun...

b. Dua da İbadettir

Dua da Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emri olduğundan, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:(1)

اَلدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ (حم. ش. خ. في الأدب، ت. حسن صحيح،
ن. ه. حب. ك. هب. عن النعمان بن بشير؛ ع. ض. عن البراء)

(Ed-duàü hüve’l-ibâdetü) “Dua ibadetin kendisidir, özüdür, iliğidir.”
Namazımız ibadet, el-hamdü lillâh. Teravih ibadet, tesbih ibadet, oruç ibadet, i’tikâf ibadet, hac, umre ibadet... Dua ne?..
“—Canım, duada açıyorsun elini, ‘Ver yâ Rabbi!’ diyorsun. Allah’tan bir şey istiyorsun...”
Evet, o da ibadet! Neden? Allah emretmiş, vazife. Yapmadığın zaman gazabı mûcib oluyor.
Rasûlüllah SAS Efendimiz buyuruyor ki:(2)

مَنْ لَمْ يَسْأَلِ اللهَ يَغْضَبُ عَلَيْهِ (ت. عن أبي هريرة)

(Men lem yes’eli’llâhe yağdabu aleyhi) “Kim dua edip, Allah’tan bir şey istemiyorsa, Allah ona gazab eder.” diyor Peygamber Efendimiz. O kereminin büyüklüğüne bak ki, dua etmeyene gazab ediyor!
Çok istedi diye dünya zenginleri:
“—Eee, yeter artık verdik ya! Dün verdik, bugün de geliyorsun kapıma, başka kapı mı yok, başka mahalleye git, başka eve git!..” der dünyanın zenginleri.
Ama Allah CC, istemeyi teşvik ediyor ve istemeyene kızıyor. Kereminin büyüklüğüne bakın ki istemeyene kızıyor. Sonra bir de buyurmuş ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمـَةِ اللهِ،

اِنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذُّنـُوبَ جَمـِيعـًا، اِنـَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الزمر:٥٣)

(Kul yâ ibâdiye’llezîne esrefû alâ enfüsihim lâ taknetù min rahmeti’llâh, inna’llàhe yağfiru’z-zünûbe cemîà, innehû hüve’l-gafûru’r-rahîm) (Zümer, 39/53)

Şimdi bir yerde emretmiş ki:
“—Bana dua edin, ben duanıza karşılık vereceğim.”
Âmennâ ve saddaknâ... Emretmiş; emir, ferman onundur. Baş üstüne, dua edeceğiz. Dua var...
Bir de insan utanabilir, diyebilir ki:
“—Evet, ‘Dua et!’ demiş ama; Erhamü’r-rahimîn olan, Ekremü’l-ekremîn olan Rabbimiz ‘Dua edin!’ demiş ama, ben çok günahkârım! Benim yüzüm çok kara, benim çevrem çok kirlendi, benim evim çok simsiyah oldu, kalbim karardı... Ben öyle günahlar işledim ki, söylemeye dilim varmıyor; hatırıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor, ben utanıyorum...” diyebilir kullar.
Hakîkaten de böyle diyenlere de rastlıyoruz, rastlamışsınızdır. Belki içinizden böyle diyenler de, böyle düşünenler de vardır. Onlara karşı da; hani böyle bir mahcup yoksul, şöyle uzakta biraz durdu mu zengin der ki:
“—Sen de gel!”
Ötekiler geliyorlar, istiyorlar kendisinden de berikisi utancından kenarda duruyor. O utananı da, mahcup olanı da gördü mü: “Sen de gel!” diye onu da çağırır ya; buyuruyor ki Rabbimiz:
(Kul) “Ey benim Rasûl-ü Zîşân’ım, ey Habîb-i Edîb’im, bu müslümanlara bildir, bu insanlara bildir; (yâ ibâdiye’llezîne esrefû alâ enfüsihim) böyle günahlar işleyip de, nefsine karşı aşırı işler yapmış olup da, kendisini tehlikeye düşürmüş olanlara de ki: (Lâ taknetù min rahmeti’llâh) Allah’ın —CC ve amme nevâlühû ve lâ ilâhe gayruhû— rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin, me’yus olmayın!..”

“—Affetmez beni, çünkü benim günahım çok büyük...”
“—Allah’ın Rahmetinden de mi büyük?”
Arifin birisi, Fâtih devrinin büyük ariflerinden Sinan Paşa diye vezirlik, sadrazamlık da yapmış bir kimse diyor ki:
“—Allah’ın lütfundan da mı büyük günahın senin?”
Yâni o mu daha büyük, yâni beceremez mi, affedemez mi?.. Yâni senin günahını affetmeye affı yetmez mi sanıyorsun?.. Allah’ın lütfundan da mı büyük cürmün senin günahın?.. Öyle bir şey bahis konusu değil.
(Lâ taknetû min rahmeti’llâh) “Ne kadar günahkâr olursanız olun, Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!..”
Onun için,

قَالَ وَمَنْ يَقْـنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبـِّهِ اِلاَّ الضَّاۤلـُّونَ (الحجر:٥٦)

(Ve men yaknetu min rahmeti rabbihî ille’d-dàllûn) “Ancak sapıtmış, şaşırmışlar Allah’tan, rahmetinden ümidi keserler, me’yus olurlar.” (Hicr, 15/56) buyrulmuş. Yoksa, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de yasak.
Bakın, Allah CC nasıl yasaklar koymuş. Yâni ümid kesmek yok. Duvarı çekmiş önüne:
“—Geriye kaçma, gel buraya!”
Şöyle bir duvar çekmiş:
“—O tarafa gitme. İstemekten de çekinme, iste!..”
Susmaya da bir yasak koymuş:
“—İste, dua et, bak istemezsen de kızarım!” buyurmuş.

c. Allah Cennetine Dâvet Ediyor

Rabbimizin cûduna, keremine, ikramına, ihsanına artık bizim akıllarımız yetmez de, dillerimiz anlatamaz da; fakat kıyısından köşesinden, herhalde az çok bu ayetlerden anlıyoruz ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:

رحمتش را بها نمى حويد
بلكه او را بهانه مى جويد

Rahmeteş râ bahâ ne-mihùyed,
Belki û râ bahâne micûyed.

Allah rahmetinin karşılığını bizden istemiyor. Nasıl vereceğiz, veremeyiz zaten. Allah’ın rahmetini hak edecek bir şey, onun dergâhına lâyık bir güzel ameli, bir güzel fiili, tam onun dergâhına götürülmeğe lâyık bir ameli kimse yapamaz. Allah’ın dergâh-ı izzetine lâyık olan ameli, beşer yapamaz. Takat getiremez, güç yetiremez. O kadar güzeli yapmak mümkün değil!..
Namaz kılarız, aklımıza bakkal gelir... Oruç tutarız, günah gelir... Zekât veririz, şurasında kusur işleriz... Hatim indiririz, burasında böyle şey olur... Yâni kusursuz mümkün değil. Ama Allah-u Teàlâ Hazretleri —CC ve amme nevâlühû— Hazretleri, işte şunlardan anlaşılıyor ki, “Rahmetine baha istemiyor, karşılık istemiyor, bahaneler arıyor.” Yâni affedecek de, verecek de, lütfedecek de, cennetine sokacak da, hem de davet etmiş...
Allah-u Teàlâ Hazretleri cennetine davet ediyor. Cennetine davet ediyor, cennetini hazırlamış:

إنّ فِي الْجَنَّةِ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلا أُذْنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلٰى

قَلْبِ أحَدٍ (طب. عن سهل بن سعد)

(İnne fi’l-cenneti mââ lâ aynün reet) “Muhakkak ki cennette kimsenin görmediği, gözlerin bu dünyada emsalini görmediği; (ve lâ üzünün semiat) kulakların menkabesini, efsanesini, şânını işitmediği: (ve lâ hatara alâ kalbi ehadin) hatta hiç kimsenin gözünü kapayıp da tasavvur bile edemeyeceği kadar büyük güzellikler, nimetler vardır.” buyruluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri sekiz cenneti hazırlamış, ondan sonra da:

وَ اللهُ يَدْعُوا اِلٰى دَارِ السَّلاَمِ (يونس:٢٥)

(Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm) Bak, yed’ù, da’vet kelimesinden. Yâni, mübarek analarınızın dilini bilseydiniz, anlardınız. (Va’llàhu yed’ù) “Allah davet ediyor, (ilâ dâri’s-selâm) o selâmet yurdu olan cennete Allah sizi davet ediyor.” (Yunus, 10/35)
Ben şuraya dikileyim:
“—Ey müslümanlar! Yürüyün, Allah sizi cennete davet ediyor!” diyeyim.
Ne yaparsınız?.. Nâra atarsınız, kiminiz bağırır, aşka gelir şuralarda... “Bu ne biçim söz?” derler, “Allah CC, bizi davet mi etmiş, öyle mi hocam?” diye aşka gelir nâra atarsınız. Hani kardeşimiz güzel ilâhîler okuyor namaz bittikten sonra, bazıları coşuyor, yerinde duramıyor, “Allah!” diye bir nârâ atıyor.
(Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm) “O selâmet yurduna hepiniz davetlisiniz. Daveti var Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin.”
Bakın cenneti hazırlamış mü’min kulları için, davetiye çıkarmış. Utanıp da, “Ben günahkârım, istemeye yüzüm yok!” diyenlere, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmek yasak!” demiş. Yâni, “Onu affeder ama, belki beni affetmez...” filân gibi düşünür diye de biraz sert bir hüküm koymuş. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek haram!..
İçki haram, faiz haram, zina haram, hırsızlık haram... Allah’ın rahmetinden ümidi kesmek; o da haram!.. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek yok!..

d. Allah’ın Mağfiretine Koşuşun!

Sonra, ne okudu kardeşlerimiz:

وَسَارِعُوٰا اِلى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبـِّكُمْ وَجَـنَّةٍ عَرْضُهـَا السَّمٰوَاتُ

وَ اْلاَرْضُ اُعِدَّتْ لِلْمُتـَّقِينَ (اۤل عمران:١٣٣)

(Ve sâriù ilâ mağfiretin min rabbiküm ve cennetin arduhe’s-semâvâtü ve’l-ard) Yâni, “Yarışın, sür’atle, birbirinizle, o senden sür’atli, sen ondan daha sür’atli koşuşun!.. Allah’ın afv ü mağfiretine ve sizin için hazırladığı cennete koşuşun!..” (Âl-i İmran, 3/133)
Yâni düdük çalıyor, dırrrt... Bir yarış, koşunun diye. Bir de yâni davet etmiş de, kimisi sallanır, kimisi oyalanır, kimisi gecikir. (Ve sâriù ilâ mağfiretin min rabbiküm) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin afv ü mağfiretine kavuşmağa koşuşun ve cennetine girmeye koşuşun!” diyor.

Ramazan ne ayıdır?.. Ramazan mâh-ı gufrân, affolma ayıdır. Ramazan ne ayıdır?.. Tilâvet-i Kur’ân, Kur’an-ı Kerim okuma ayıdır. Peygamber Efendimiz Cebrâil AS’la mukabele edermiş. Bu mukabeleler o adetin devamı. Peygamber Efendimiz’le Cebrâil AS’ın işini devam ettiriyor mukabele okuyan cemaat...
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bu güzel mevsim, bu güzel zaman... Tabii, güzellikler anlayana... Yâni, güzellikten anlayana bir şey güzel gelir; anlamayana bir şey ifade etmeyebilir. Kimisi güzel bir şeyi görünce, güzellikten anlıyorsa, mest olur. Güzel bir sesten, güzel bir bilgiden, güzel bir hediyeden, güzel bir manzaradan... Güneş doğuyor, güneş batıyor... Bahar gelmiş, sabahleyin güneş bir taraftan doğuyor, saba rüzgarı esiyor püfür püfür, tatlı tatlı... Ağaçlar tepeden tırnağa çiçek açmış, hulle giymiş, donanmış. Kuşlar cıvıl cıvıl, cıvıl cıvıl ötüyor... Evliyaullahtan birisi, o güzel manzaranın karşısında dayanamamış, bir nâra atmış, bayılmış.
Şeyh Sa’dî Şîrâzî, dünyanın tanıdığı hakîm şâirlerden. İran’ın en büyük şahsiyetlerinden. Gülistan isimli kitabı yazmış. Yâni çok yüksek bir şahsiyet, çok ârif, çok kâmil, çok gün görmüş, çok bilgili bir şahsiyet... O diyor ki:
“—Bir gün Halep mescidinde vaaz ediyordum. Vaaz ediyorum ama, herkes böyle kuzu kuzu dinliyor. Ma’rifetullahtan bahsediyorum, ince mânâlardan bahsediyorum, herkes böyle duruyor. Baktım, kapıdan birisi geldi, hâl ehli bir kimse... Şöyle benim sözlerime bir kulak verdi, konuşulan mevzuyu bir duydu, benim sözlerimi bir duydu, bir nârâ attı... Onun o nârâsından, artık bizim cemaat de cûşa geldi, nârâ atan atana, bir hâl oldu.” diyor. Yâni halden anlayan, sözden anlayan nasıl etkileniyor.

Şimdi bu güzel ayda, bu güzel sevaplar ve bu güzel fırsatlar kaçırılmamalı!.. Bunlar büyük fırsatlar... Hocaefendiler her zaman söylerler bunu: Geçen sene aramızda olup da, bu seneye çıkamamış nice tanıdıklarımız var!.. On bir ayın sultanı Ramazan’a erişememiş, nice nice tanıdıklarımız var... Bir dahaki Ramazan’a çıkabilir miyiz, bu güzel günleri tekrar idrak edebilir miyiz?..
Allah’ın sevdiği, razı olduğu bir halde, yine böyle uzun yıllar, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu güzel aylara, bu güzel günlere, gecelere, kandillere cümlemizi eriştirsin ve istifade ettirsin, boşa kaçırttırmasın... İstifade etmeden, gàfil olarak bunları geçirttirmesin... Allah’ın rahmeti a’zamî derecede, bu kadar böyle cûşa gelmişken, isteyene verecekken;
“—Yeter ki istesin, istemesini bilsin, yeter ki istememe durumuna düşmesin, yeter ki rahmetinden uzak yerlerde gàfiller cahiller arasında olmasın!” diye bu kadar göğün kapıları açılmışken, sekiz cennet bezenmişken, yedi cehennemin kapıları kapanmışken, gökler melekler tarafından tezyin olunmuşken, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rahmeti mü’minlerin üstüne yağıp dururken, ve nice nice sevapları kazananlar kazandığı zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi de istifade edenlerden eylesin...
…………………………

20. 03. 1993 – İskenderpaşa Camii

———————————-
(1) Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.76, no:1479; Tirmizî, Sünen, c.V, s.211, no:2969; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1258, no:3828; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.267, no:18378; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.249, no:714; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.667, no:1802; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.208, no:1041; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.37, no:1105; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.450, no:11464; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.21, no:29167; Bezzâr, Müsned, c.I, s.485, no:3243; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.108, no:801; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.492; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.51, no:29; Abdullah ibn-i Mübarek, Müsned, c.I, s.74; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.279, no:6719; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXXII, s.307, no:7081; Ubû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.120; Nu’man ibn-i Beşîr RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.62, no:3113, 3151; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.403, no:1295; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.3, no:12416.
(2) Tirmizî, Sünen, c.XI, s.223, no:3295; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.442, no:9699; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.667, no:1806; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.1, s.229, no:658; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.47, no:2431; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.10, no:6655; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.22, no:29169; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.35, no:1099; İbn-i Adiy, Kâmil fid-Duafâ, c.VII, s.294, no:2197; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXXIV, s.318, no:7649; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.86, no:3126; Câmiu’l-Ehàdîs, c.X, s.82, no:9136.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Haberleri