Ağlama kızım, desem...

xxx65
Şu köşede bir telefon numarası var ya...
Oradan sesler ulaşıyor.
Genellikle istismar etmeyen, ama bir ses vermek, o sesin duyulduğunu bilmek, karşılığında ses duyabilmek isteyenler.
Tabii ki 24 saat açık değil.
Ama her açılışında sesler koşuveriyor, sıkışıveriyor hemen.
Sadece "elektronik postalar"ın, "fakslar"ın sessiz sözcükleriyle kalmıyor yani; sözcüksüz sesleri de buyur ediyor:
Kalpten gözlere akıveren yaşlar gibi.
Biraz yorulmuş nefesim (belki hevesim de) yeterli olsaydı da ben ulaşabilseydim; ama onlar ses nefes ve sessiz ses ile koşturuyor.
14'ünde evlendirilen kıza kıyabilir misiniz?
Ya 24'ünde "Bir türlü hayata başlayamıyorum" diye hıçkırıklara boğulana?
İkincisi, birincileri yetiştirmek, eğitmek, büyütmek, olgunlaştırmak, ayakta durabilmesini sağlamak, boyun eğmemeyi öğretmek, hayata hazırlamak, hayata kazandırmak, hayatı onlara kazandırmak için yola çıkmış bir genç kızdı; "öğretmen" oldu!
Ama, kendisi korunup kollanan "Cumhuriyet" in koruyamadığı 12'lik, 14'lüklerin boynu eğik adeta satıldığı memlekette, ikinciler de hoyratça harcanıyor işte.
Atanmıyor, bekliyor, o da bulursa ayda birkaç yüz liraya kadrosuz, ücretli, öyle ipin ucunda, kapının eşiğinde çalışması isteniyor.
Nasıl içten bir ses, nasıl üzülmüş, nasıl umutsuz, nasıl hayal kırıklıklarına gömülmüş!
"Daha dün annemizin" iken sınıfları doldura doldura diplomalar almış, ihtisaslar edinmiş, mesleğine özenmiş.
Ama binlerce işsiz öğretmenden biri.
Daha iyi anlıyorum ki, mesele sırf işsizlik, sırf üçyüzbeşyüz yenilira maaştan yoksunluk değil.
Elbette, hayata bir kenarından tutunabilmek için az çok liraya tutunmanız şart; ama, sırf o değil.
"Gençler, size emanet" denen ülkede, milyonlarca genç, hem de ellerinde diplomaları, hem de hepsi mesleksiz değil, bizzat bir meslek eğitiminin yılları ile, sadece "işsiz" değil, "işe yaramaz" safra muamelesi görüyor.
Çok seven ana, baba kıyamıyor elbette, karınca kararınca destek oluyor; sevgililer bekliyor, nişanlar uzuyor, evlilikler çatır çutur arasında dik tutulmaya çabalanıyor. Hele çocuk varsa, tüm hayaller tüm kırıklıklarla karıştırılıp bir tas çorba çıkarılıyor, taşları sıka sıka.
Hem anlatıyor, hem tüm kalbiyle öylesine hıçkırıklara boğuluyordu ki, yerin dibine geçtim.
Ne diyecektim?
Bildik teselliler, hamasi umut şablonları dışında.
Sık sık aklına geldiğini söylediği kötülüğü kafasından hiç geçirmemesini mi?
Biraz önce arayanı mı örnek gösterseydim; şiveli ama inanılmaz güzel bir dille anlattığı üzre, Diyarbakır'dan gittiği Ankara'da namusuyla iş arayıp duranı. Çünkü hiç kötü biri olmak istemeyeni.
Benim de kızlarım var ve kızımmış gibi içim acıdı, acıdı, acıdı.
"Ben hakkımla, bilgimle, emeğimle bir şey olsun istedim" diyor, "kölelik" dediğimiz "ücretli öğretmenlik"te ayda bir, iki yüz yetele alabilmek için bile "torpil listeleri"ne yazılanları anlatıyordu:
"Gördüm, uzun bir listeydi Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeki."
Karadeniz'in batısındandı hıçkırık. Başkalarıyla buluştu, boğazımda düğümlendi.
Yüzlerce ses, mesaj ulaştı, yüzlerce umut arayışı, iki, üç yazıya dahi minnet yağdıran yarı cinnet hali.
Bir ülke, bir devlet, bir millet çocuklarını harcayıp duruyor. Yiyor, tüketiyor, bitiriyor.
Üstelik sadece öyle onikisinde evlenmeye zorladıkları, ondördünde mevsimlik işçi yapıp öldürdükleri değil.
Sözde yetiştirdikleri. Ortalama okuma ömrü beş yılı zor bulan memlekette, onbeş yıl, on sekiz yıl okuttukları. Okusunlar da, nice ülkeden daha kalabalık, onbeşmilyonluk öğrenci kitlesine, milyonlarca kavruk evlada bir ışık verebilsinler diye... kandırdıkları!
Orada bir devlet var mı?
Bir hükümet var mı orada!
Var mı aklı başında bir "piyasa"?
Ne yapmalı, bir bilen var mı?
"Ağlama kızım" desem, hiç umut var mı?

Not: Bir yıl olmuş. Önce Şakir Süter'i kaybetmiştik ve kaybetmiştim geçen yıl bu hafta. Hemen ertesinde de annemi. Sevdiklerinizle salt uzun değil, doya doya, sevinçlerle dola dola, kırılmamış dökülmemiş, heba edilmemiş yıllar geçirmenizi dilerim. Kendime de dilerim tabii.