Çanakkale Günlüğü

Mihman Kelimeler

Dostlar bir önceki yazının sonunda da belirttiğim gibi Çanakkale yollarındaydık. Yollar Çanakkale’ye çıkacaktı.  Menzîle varmak arzusuyla gönülerimiz,  târihin bir medeniyet nasıl vâr olur,  nasıl vâr edilir dediği ve diyeceği şühedâ toprağının taşına toprağına yüz sürmeye, öpüp koklamaya hâzır ve de nâzır idi. Daha varamamıştık, varamasak  bile yolundaydık ya şühedâ toprağının. Boşuna dememişlerdi yolcu yolunda gerek diye. Taşı toprağı altındı İstanbul’un, ya Çanakkale’nin neydi taşı toprağı, neydi suyu havası? Çanakkale'nin yolu da suyu da toprağı da aynı türküdeki gibi  söğütlerdi, o söğütler altında yatan aslan yiğitlerdi.  "Of of gençliğim eyvâh” 

                                         .......   Çanakkale içinde sıra söğütler

                                                  Altında yatıyor aslan yiğitler

                                                 Of gençliğim eyvah ........

Zaman, mekân ve kişiler değişti. 1915’ten bu yana,  bu vatan uğruna verilen şehitler hiç değişmedi. Her taşı yakut olan bu vatan/Can verme sırrına erenlerindir. Gönül mülkünden özge değer mi vardır? Değer biçilmeyen cân mülkünden nasıl geçilir, nasıl içilir aşk şerbetinden nümâyân? Yunus’un “gök ekinlerinden daha gök,  gömgök taze civân yiğitler…    Aslan yiğitler ben yaşında, ben yaşında oğlu kızı olan, ben yaşından daha küçük… Aslan yiğitler… Aslan yiğitler…  Bu düşünceler ile şühedâ vatanı Çanakkale’ye vâsıl oluyorduk.

Her taş yerinde ağırdır derler ya bu sebeple Çanakkale’yi sözlerle  anlatmak pek mümkün olmasa gerek. Tasvîri mümkün belki. Taşından torağından, suyundan sancağından, bir lahza ifâde olunabilir lâkin Çanakkale’nin rüzgarı, ayazı, boğazı kendi ruhunu kendisi anlatıyor mihmânına. Acâib ve garâib ülkelerin iklîminden bir rüzigâr, havsalamızın görünmeyen mânevî deryâsına karanlık savaşlar kadar soğuk;   imân, âşk ve şehit kanı kadar saf ve katışıksız sıcak selâmıyla haddi zatına pür-ihtizaz kesilmemize yetmişti Çanakkale’nin. 

Çanakkale’ye vardığımızda durağımız  Çannakkale Fâtihi Seyit Onbaşı’nın o aziz hatırasının bulunduğu top mahfili oldu.

İnsanı hayrete düşüren, nasıl bir alâmet bu dedirten topun yanına varınca şaşkınlığımızı gizleyemedik. Nasıl olur o top mermisi, o nasipsiz geminin bacasından girerdi! Ayrıca aslına sadık kalınarak hazırlanmış olan top mermilerine göz ucuyla bakarken mânidar sükûnları bizi tarifi ve tahlili mümkün olmayan bir teşebbüse itti. Ve üç arkadaşın azimkâr çabaları ile top mermisini kaldırmaya çalışmaları, bir cm bile oynatamamaları da bizi tarihe dair bir daha dönüp düşünmeye, bu doğaüstü gücü idrâke  itti.

Kimdir Seyit Onbaşı?  Hikâyeyi anlatmaktan ziyâde farklı bir pencere açmak istiyorum dostlar. Seyit Onbaşı Çanakkale'yi kurtaran mermiyi ateşledi. Bu bizim için değeri biçilemeyecek hizmete karşı kendisine olanca  maddî meblalar verilmek istense de isteği: “Ben tek darı ekmeği ile doymuyorum, eğer illaki bir şey dileyeceksin derseniz, dileğim bana bir darı ekmeği yerine iki tane verin .”  olmuştur. Âh Koca Seyid âh. Sonra ne mi olmuş? O koca yürek arkadaşlarım tek ekmek yerken "ben iki taneyi yiyemem, varın bunu da aç olana verin" demiştir.  Neredeen nereye dostlar. Bir darı ekmeğini bile vatan hizmetine karşılık çok gören  bir ibret timsâli Seyit Onbaşı. Bir darı ekmeği, bir vatan… Düşünmek lazım, yediğimiz bir lokmayı saymak lazım. Vefâyı unuttuk sonra da Seyit Onbaşı'yı. Seyit Onbaşı’nın hep o kahramanvâri hikâyesini dinledik. Ama  benden size bir küçük bilgi, Seyit Onbaşı’ya ne oldu:

   Seyit Onbaşı savaştan sonra köyüne döner. Geçimini de bir çeki ip,  bir de tahra (odun kesmeye yarayan bir alet) ile sağlar. O medeniyetin istikbâlini düğümleyen Koca Yürek  sırtında kışta, yağmurda odun taşımaktan zatürreye tutulur. Can çekişerek rûhunu teslim eder . Dikkat edelim verem, kanser değil  zatürre.   O kadar sahipsiz, o kadar  melûl muydu Seyit Onbaşı?  Geriye sadece bir çeki ip ve bir tahrası kalır. Ben gidersem sazım sen kal dünyada der ya Âşık Veysel. O bir çeki ip, o tahra sırrını nasıl da âşikâr  etmiştir Koca Seyidin. Bir tahra,  bir çeki ip,  bir de vefâsızlık. Düşünüyorum da Seyit Onbaşı bize hakkını helâl etmiş midir? Etmiş midir bu vatan bize hakkını helâl?

Ve Çanakkale’de gezebileceğimiz alay şehitliklerini ve çıkarmaların yapıldığı yerleri gezdikten sonra Çanakkale Şehitler Abidesi’ne yolumuzu çevirdik. Binlerce Mehmet’in sembolü o âbideye baktık. Bu vatan evlatları vatanın  suyu, toprağı temiz, katışıksız, halel değmeden kalsın diye ne canlar vermiş ne kanlarla pis elleri üzerinden çekip atmıştı. Peki ya biz varlığımızı bu kadar anlıyor ve anlatabiliyor muyduk? En önemlisi ecdâdımıza layık olabiliyor muyduk?

Şehitliğin ardından bir ince düşünceli vatandaş devletin tenezzül edip, hatırasına saygı duyup toplamadığı, korumaya almadığı savaş teçhizatını, mermileri, şarapnelleri, akla ne gelirse her şeyi toplayarak bir müze haline getirmişti. Metre kareye kilolarca merminin yağdığını o müzeyi gezdiğimizde baştan geçmiş olan bâdireyi çok daha iyi anlamıştık.

 

 

                                           

Cesur askerimize karşı neler gaddar ve neler hilekâr oyunların edildiğini daha iyi idrak ettik. Bu zamanın mevsimi, o zamanın mevsimi gibi değildi maalesef. Yolda rahattı ayakkabımız, giyimde şıkır şıkırdı mintanımız, en fakirdik  yine de evimizde vardı  en az bir dolap esvâbımız. Eksikti yetmezdi; yetse bile markasız ise olmazdı, olur muydu hiç? Peki ya Mehmed ne yapardı? Kıl çorap, bir de çarıkla üç tarafı hunhâr, üç yanı çivili mermilerle boşuna mı paraladı o tozuna kurban olduğum ayakları?

    

Bu vatan kolay kazanılmamıştı. Biz neredeydik, onlar nereye gitmişti? Fatih’in İstanbul’u feth ettiği  yaşataydık. Ya gerisi , gerisi yoktu. Ama iyi niyetler bâkî idi.Her niyet amele göre idi muhakkak. Ama amel olmadan da ne işe yarardı niyet? Devran, zaman, mekan dönerdi yine dönmüştü bir akşamı daha etmiştik. Yarın, geçirdiğimiz günlere göre daha hafif ve daha az yoğun bir gün olacaktı. Çünkü sonraki gün yolumuz  epey uzundu.

Ve yine Çanakkale’nin boğaz kokan havasına uyandık.

Güzel bir kahvaltının ardından Truva istikâmetgâhımız olmuştu. Truva’ya vardığımızda gördüklerimiz eski çağlara ait tarihsel anlatıları mevcut olan değerli kalıntılardı. Ne yazık ki Truva deyince akla  kocaman Truva atı gelmekte oysa Çanakkale’nin en sönük nesnelerinden bir tanesidir demek abartı olmasa gerek. Çanakkale’ye mazisi hasebiyle Topkapı sarayı desek Truva atına sonradan yapılmış yapmacık bir İstanbul binası denilebilir. Tahta parçalarından yapılmış bir at. Malkoçoğlu binse üstüne derler “at Allah’ım at”. Merak ederim hep Malkoçoğlu filmleri ile 300 Spartalı filmi arasında ne fark var? Kör müsün demeyin bence fark yok, farkı fark edememek var.  Habbeden kubbe yaratmak da kubbeden habbe yaratmak da elimizde pek âla.Sonrasında Çanakkale’nin “saklı cenneti” Ayazma’ya doğru yola koyulduk. Uzun bir yolun ardından doğanın binbir renkli yeşili ile karşılaşmak , buzhâne ve berrak sular akan kurnalarından su içerek ferahlamak , demli çaylar ile de keyfimize keyif katmak imkânını bulduk. Ayder Yaylası’nin mikro sistemi olarak da değerlendirilebilecek bir  yerdi Ayazma. Çağlayanları, pınarları , taşı toprağı Türkiye’nin oksijen açısındanm lütufkâr toprakları idi.

Bayramiç’te güzel bir yemeğin ardından Çanakkale merkeze dönüyorduk.

Çanakkale merkezinde o dillere destan Çanakkale Türküsü’ndeki Aynalı Çarşı’yı gezdikten sonra akşam kalacağımız yere doğru istikamet tutturduk ve  yarın bizi bekleyen onurlu ve meşakkatli 57. Alay Yürüyüşü için gerek bedenen  ve gerek ruhen kendimizi hazırlamaya çalıştık.

  Sabah saat 3.30-4.00 sularında hava aydınlanmadan yola çıkmıştık. Büyük-küçük mahşeri bir kalabalık  vapurda aynı amaç uğruna aynı hedefe doğru gidiyorduk. Sabahın ve boğazın ayazı vurmuştu gönlümüze, ne işi vardı kim kaldırmıştı bu vakitte bu kalabalığı yerinden? Genç-yaşlı Türk bayraklarına bürünmüş, tarifi olunmaz bir  iştiyakla ilerliyorduk.

  Onlarca otobüs 57. Alay ve tüm şehitlerimiz için orada hazır oldaydı. Ve yürüyüşümüz başlamıştı.

  Tekbirler , salavatlar , Fatihalar ile dağa taşa selâm verdik o gün. Şühedâ toprağında pek az kişinin tanık olduğu  o ruhu ve imânı anlamaya çalıştık. Kilometrelerce insan seli ve farklı yürekle birlikte  ecdâdın rûhunu yâd ettik.

Vardığımız yer Anzakların çıkarma yaptıkları Conk Bayırı civarı idi. Orada saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’mızı bil-cümle iştiyâkla terennüm ettikten sonra yürüyüşümüze devam ettik ve 57. Alay şehitliğine doğru yürümeye başladık.Yolda Yeni Zelanda ve Anzak askerleri için düzenlenen âyinden gelen  turistleri gördük. Biz savaşın mert olanını sevdiğimizden “welcome”lar ile Türk’ün Batı’da anlatıldığı gibi barbar, insan kanı içen biri değil ; asil, mert ve nazik olduğunu bir kez daha şehitler nazarında göstermiş olduk. -Bu iyi niyetimiz suistimal edilmediği takdirde tabî ki-.  Ne gariptir ki yıllar önce düşman sıfatıyla savaştığınız toplumların torunları siz ile aynı yerde ve aynı havayı soluyor. İnsan olgusunun bir gereği olarak, ülkü olarak, evrensel değerler olarak düşünüldüğü zaman bizim ecdâdımıza duyduğumuz saygının aynısı onlar için de geçerli. Lakin savaşandan çok bu savaşa mahal veren nasipsiz milletleri de akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Ve 57. Alay şehitliğine ulaştık,

 

şehitlerimizin ruhlarına Fâtihâlar okuduk. Gördük ki Mehmetler vatanın dört bir köşesinden gelmiş. Ankara , İstanbul, Filistin, Yemen…vs. ülkelerinden gelerek burada ruhlarını teslim etmişlerdi. Peki ya şimdi Afganistan’da, Filistin’de, Bosna’da, Irak’ta ahde vefa nerede idi? Onların bu vatan için verdiği canların diyetini bizim de ödememiz gerekmez miydi? Bu kadar vefâ hakları  değil midir soydaş ve kardeşlerimizin?  Hakkıdır amma…

Zaman bizim için Çanakkale’de durmuştu ama gördüklerimiz ve çıkardığımız dersler bizimle beraber mütemadiyen devam edecekti.

Şen ve şayân olasın ey Çanakkale,

bağrında sakladığın cânlar sana emanet!

Bu duygularla pusulamızı Bursa’ya çevirdik.