DERVİŞ VE KAPİTALİZM

xxx431

Tasavvuf ehlinin dünyaya verilen değer bakımından ikiye ayrıldıkları; bunlardan birinin sufî olup “Onlar, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, noksan sıfatlardan münezzehsin, bizi ateşin azâbından koru, derler” (3 Al-i İmran 191) ayetine göre davrandıkları; diğerinin ise melâmî- ahi olup “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah'ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar” (24 Nur 37) ayetinin timsali oldukları söylenebilir.

Sabri Ülgener bu tasnifi batınî- melami kavramları ile yapmıştı. Sabri Ülgener’in batınîlikten ne anladığını pek bilemiyoruz. Zira Osmanlı sufîliği içinde Ülgener’in melamîleri; yani Bayrami-Melâmî şeyhlerinden İsmail Maşûkî, Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa’nın  idamlarının, Bünyamin Ayaşî, Hüsameddin Ankarâvî ‘nin de hapsedilmelerinin sebebi, vahdet-i vücûdçu düşüncelerin ve Safevîliğe meyleden ehl-i beyt sevgisinin meşrepte önemli bir yere sahip olmasıydı. Ülgener, geliştirdiği bakışla nihayette, “Doğu toplumlarında kapitalizmin oluşumu” meselesine yönelmişti. Yani Batı’da nasıl “Protestan  zihniyet” varsa bizde de “melamilik” vardır; dervişan bir meslek ekolü “sermaye birikimi” sağlamakta aracılık edebilirdi, fikrini işlemişti. Kapitalizmin gelişmesi için gerekli “zihniyet” melamilik ekolünde temsil edilirken der, tasavvuf “batınî” çizgiye kaydı ve böylece kapitalizm zuhur etmedi:“Melamilik dağınık ve üstü örtülü kalarak, tabanda sürekli iz bırakamadı . Batınilik zikr, ayin, cezbe, telkinle irili ufaklı şehir ve kasabaların orta sınıf halkına uzandı” (ÜLGENER, 1981: 86). Peki durum gerçekten böyle miydi?

Sabri Ülgener’in Melâmî’si bir iş ve çalışma ehlidir; ehl-i kasib adamdır. “Görünürde halk’la, gönülde Hakk’la beraber. Sade ve gösterişsiz yaşantısı içinde çalışma ve üretmenin ısrarlı takipçisi. Kendi başına bir ‘hiç’, fakat emanet aldığı Tanrı kudretinin taşıyıcı ve aleti olarak ‘var’ oluşun tam eksiksiz bilincine sahip. Dünya, melami için, bir haz ve zevk ortamı olmadığı gibi, günah ve kusurlarına bulaşmamak için uzağında durulması gereken bir ‘ölümlü dünya’da değil. Tam tersine, dünya, işlenmek, şekil verilmek üzere mü’minin önüne serili bir madde ve malzeme yığınıdır. Bir yanıyla Tanrı’nın madde ve insan halinde zuhuru, diğer yanıyla da beşeri ihtirasların birikimi olarak alt edilecek düşman. Melami için çile, zühd ve türlü yollarla dünyayı terk etmek yoktur. İkinci devre melamilerinden Sarı Abdullah Efendi şöyle der: Melamiliğe gönül vermiş kişi, “el kasibu habibullah” gereğince dünya işlerinden meşru bir kâra meşgul olmak lazımdır. Ve ancak menzile (eve) geldikte kirlilik pasından sıyrılmak için Hakk’a teveccüh ve niyaz eylemek gerekir. Tarik-i Hakk erleri üçü – beşi birarada masivayı gönülden atmak için sohbet eyledikten sonra, ‘Allah’ın fazlından taleb-i rızk eyleyin’ kavl-ı kerimi üzere herkes dağılıp kârlarına meşgul olalar. Tarik-i Hakk erlerinin menzili ya tevekkül iledir ya da kisb iledir? Ama tevekkül ehl-i fenadan gayre caiz değildir.Zamanımızda tam tevekküle kulun gücü yetmeyeceği malum olmakla el kasibu habibullah kavlince kesb-i helal etmek şarttır. Ebu Said Ebül Hayr’e sual ettiler: Falan kimase su üstünde yürür dediklerinde, filan kuş da suda yürür buyurdu. Falan kimse lahzada bir şehirden diğerine varır dedikler, şeytan bir nefeste maşrıktan mağrıba varır dedi. Bunlar kıymetdar değilse ehlullah kimdir diye sual ettiler. Buyurdular ki, halk içine karışıp alış veriş eyleyip bir lahza  hüda’dan gafil olmaya; velilik rütbesi budur. Gaye ibadeti ittihaz etmek, kimseye muhtaç olmamak için ibadetten hali kalan vakitleri temin-I maişet edecek bir meşgaleye hasreylemek olduğuna göre sonuca varmanın yolu gündüzle gece arasında bir ayırım yapmaktan ibaret görünür: Gündüz iş, gece zikr ve ibadet. İbadet rızk ve maişet tedarikinden ayrı değildir; kisbin ortasında, içindedir. Kâr ve kisbsiz rızık da tıpkı ibadetsiz sevap gibi ham hayaldir.” (ÜLGENER, 1981: 78–86 ).

Ülgener’ in çalışmasında “batınî” tekkelerin “rant” ve yiyimlik peşinde koştuğu şeklindeki iddiası, aslında Anadolu’da tımarda iş bulamamışların ya da büyük kaçgunluk sonucu ekonomik dengeleri bozulmuş büyük yığınların çaresizliği gibi düşünülmelidir. Cumhuriyetin hemen başında Türk toplumu köylü bir tabaka halinde karşımızdaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında aktif nüfusun % 82’si tarım kesiminde çalışmakta idi. Tarımsal üretim ilkel araçlarla gerçekleştiriliyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Arazi Kanunnamesi çıkarılmış, aynı yüzyılın sonunda Halkalı Ziraat Mektebi açılmış olmasına rağmen Avrupa’daki gibi tarımsal araştırma ve eğitim çalışmaları olmamıştı. Tarımsal üretim ilkel koşullarda gerçekleştirildiği, ulaştırma olanakları da yeterli olmadığı için tarım ürünleri üretildikleri yerde tüketilebilmiş, büyük kentlerin ihtiyaçları ithâlatla karşılanmıştı. Anadolu’ya oranla ekonomik bakımdan gelişmiş durumda olan Balkan ülkeleri İmparatorluktan ayrılınca geriye onda dokuzu yüzyıllardır aynı durumdaki köylerde yaşayan yoksul bir nüfus kalmıştı (ÇAMURCUOĞLU, 2009: 163). Bundan başka, sürekli savaşlarda vatan çocukları şehit olmuş, çiftçi zümre topraksızlaşmıştı.

Onların ataletleri, tekkeye kaçışları “sığınma psikolojisi” içinde vardıkları bir duruma mahsus olmak gerekir. Osmanlı’da iki yüzyıla kadar varacak bir tarih diliminde Anadolu köylüsü uzun savaşlarda himmetle vazife almış ve kapitalist zihniyeti geliştirecek çalışma hayatından kopmuştu. Bu nedenle Ülgener’in Batınîlik dediği sufi yorum açlığın ve savaşın eşiğindeki kitlelerin sığınma ihtiyacı idi: “Bütün o karışıklık ve kısmetsizlik yıllarında fakr ve fenâ, aza kanaat tarafıyla beraber kütleye yine de iyi kötü tokluk sağlayan tek yolun tarikatlardan geçtiğini kabul etmek lazımdır. Özellikle taşraya – “kırsal” çevreye – açıldıkça tekke ve zâviyeler aç ve savruk yığınlar için geceli gündüzlü kazanların kaynadığı, gelip geçenlerin eşiğinden eksik olmadığı güvenli bir doyum ve kısmet kapısı halini almış (…) ve doyum kapısının da rahat ve cömert bir yiyimlik haline dönüştüğü (…) âtıl – tüketici zihniyet, önü hemen hemen boşaldığı için, rahatça taşmış ve genişlemiştir (…) “Dünya” artık kişinin (…) işleyip şekil vereceği bir madde değil, sadece nimetlerinden bol bol istifadeye konulacağı bir “imaret” yahut (…) önüne serili bir “hak sofrası” (…) sanırız (…) tüketim tarafının emek ve üretim önünde geldiği bir toplum modelini – tüketim toplumunu – doğrulamaya yeterli” (ÜLGENER, 1981: 93- 98). Ancak Ülgener, analizinde savaş olgusu üzerinde durmamıştı. Pazarların kapatıldığı, ithal malların üreticilerin mallarını bloke ettiği, yabancı bankaların kredi vererek köylüğü topraksız bıraktığı bir yüzyıl yaşandı.

Türkiye’de sufiliğin esnaf felsefesinin mahiyetini yeniden şekillendirebilmesi için toplumun huzur ve güvene kavuşturulması, pazarın- üretim alanının – emtianın teminat altına alınması gerekiyordu. İ. Erol Kozak diyor ki, “Moğol istilasından sonra sosyal, siyasi ve iktisadî nizamı alt üst olan büyük karışıklık ve çaresizlik içine düşen İslam dünyasında (...) atıl hayat anlayışı benimseniyordu. Ve böylece dünyadan el etek çeken derviş tipini eğiten tasavvufi hayata dönüşüyordu. Maddi imkan ve dayanaklarını kaybetmiş halk kitleleri için bu tarikatlar, bir sığınak, bir teselli yeri ve bir manevî destek unsuru olmuştur” (KOZAK, 1984: 75). Anadolu’da bu istilalar defalarca tekrarlandı. Kozak, sufilerin üretime ve emeği ile geçinmeye yönelik örneklerinden bahsediyor. Ki bu bahis de kapitalistçe değil gibi görünmektedir: “ Bazı tarikatların bu üretime dönük yönlerinin, 16. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik gelişmesinde büyük rol oynadığı birçok araştırmacı tarafından kabul edilmektedir. Hacı Bayram Veli, müritleriyle birlikte tekkelerin etrafındaki tarlaları, kendisi de bizzat çalışarak ekip biçiyor ve hep birlikte emeklerinin ürünü ile geçiniyorlardı. Ankara şehrindeki, onun müridi olan birçok dokumacı da mamüllerini ortaklaşa yapıyor ve satıyorlardı. Elde edilen bu gelirlerden fakirlere yardım, sosyal ve hayri harcamalar için pay ayrılıyordu” (KOZAK, 1984: 75). Hacı Bayram bir müderris idi. Niçin maaşını, makamını, evindeki rahatını terk etsin de tarlada burçak yolsun. Hadi burçak ekip yoldu, niçin kazancını kapitalist birikime tahavvül etmeyip de baldırı çıplaklara dağıtsın? Demek ki bir sufilik var ki o, Weber’in Protestan’ı değildir. Eli işde gönlü yar(Allah)da adamlar, biriktirmek için değil bereket için çalışmaktaydılar.

Gazali’ye göre, ihtiyaçtan fazla mal ve servet yığmak, insanı, Allah’tan; kişileri ve toplumları da mutluluktan uzaklaştırırmış. Dünyadaki tüm fenalıklar, üç şeyden doğmakta imiş: Haksız kazanç, gerekli yere harcamama, gereksiz yere harcama (KOZAK, 1984: 75). Bu dünyanın sıkıntısı ondan kelli! Kapitalisti var da dervişi göçüp gitmiş. Nerede o paranın kibirli belini büküp, fakir fukara ile birlikte terleyecek dervişler?

 

 

  • ÇAMUROĞLU Gülden, Türkiye Cumhuriyeti’nin Toprak Reformu Ve Milli Burjuvazi Yaratma Çabası, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XIII, Sa. 1-2, 2009
  • KOZAK İ. Erol, İbn Haldun’a Göre İnsan Toplum İktisat, Pınar Yayınları, 1984
  • ÜLGENER Sabri, Zihniyet Ve Din İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı, Der Yayınları, 1981