Din ve ahlak kontrolü

xxx52

Okuyucum Uğur Dinç diyor ki, “Bugünlerde Yeni Şafak da dahil basında çıkan haberlerde komşumuza “iyi niyetle bile olsa”, meselâ içkinin ya da evlilik harici cinsel ilişkinin, kötü ve dinen haram olduğundan bahsetmemizin, hatta sadece “içki kötülüklerin anasıdır” gibi mülayim ve kardeşane cümleler dahi kurmamızın büyük bir kötülük ve insanları ötekileştirme ya da başka bir tabirle “mahalle baskısı” olduğu yazılıyor. Bu şekilde insanların vicdanlarına korkunç bir baskı yapıyormuşuz ve Nuray Mert Hanımın Vatan isimli gazeteye dün verdiği röportajda dediğine göre iyi niyetle, insanları haramdan, kötülükten sakındırma niyetiyle yapılması bunu daha da kötü kılıyormuş. Çünkü bu şekilde olduğunda bu ötekileştirmeyi ve mahalle baskısını yapan insanlar kötü bir iş yaptıklarının farkında bile olmuyorlarmış.

“Hocam bu konuda bir nasihatte bulunabilir misiniz? İyi niyetli “iyiliği telkin etme, kötülükten sakındırma” çabalarımızın sevap olmayı bırakın, kötü (yani günah) olduğu söyleniyor bize. Acaba dinin emri … liberal aydınlarımızın dediği gibi midir? Bizim insanlara dinin emirlerini mülayemetle ve yumuşaklıkla bile olsa anlatmamız gerçekten kötü bir şey midir? Onlara vicdani baskı yaptık diye yarın Allah katında baskı ve zulüm günahı ile suçlu çıkar mıyız?”

Bu mektubu alınca sayın Mert'in röportajını okudum, bahsi geçen ifadesi şöyle:

“Bu kavganın yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiş olabilir. Ama olabilir dediğimiz durumda bile bu az buz bir sorun değil. Mesele bu. Ama onun ötesinde velev ki tamamen iyi niyet taşlarıyla döşenmiş olsun, gittiği yer iyi bir yer değil. Çünkü toplumsal barışı zedeliyor. Taraflar bunu karşılıklı olarak baskı diye algılıyor. Zaten bunun kendisi bile yeterli. Ki, ne adına yapılıyor olursa olsun, muhatabı bunu bir baskı olarak, özgürlüklerine saldırı olarak yaşıyor. Ancak kendimizi muhatabımızın yerine koyabilirsek bu sorun büyümez.”

Benim anladığıma göre sayın Mert, “şöyle yapın, böyle yapmayın” demiyor, “Siz dini vazifeniz diye ve iyi niyetle karşı tarafa hatalarını günahlarını söylediğiniz ve daha iyi bir dini hayatı anlattığınız zaman karşı tarafın bunu nasıl algıladığını anlamaya çalışın. Eğer baskı olarak algılıyor ve nasihatinizi dinlemek şöyle dursun size karşı olumsuz duygular beslemesine, ilişkisini kesmesine… sebep oluyorsa bunda ısrar etmeyin. Bir de şöyle düşünün: Karşı taraf size niçin namaz kılıyorsun, ne gerek var, neden içki içmiyorsun, ne zararı var…) dese siz bunu nasıl algılarsınız?”

Evet, ben sayın Mert'in sözlerini böyle anlıyorum. Bu takdirde, içinde yaşadığımız şartlarda dini vazifemizi yerine getirme ve müslümanca yaşama bakımından bazı problemlerin olduğu ortaya çıkıyor. Ben içinde bulunduğumuz durumu “laik düzende dini yaşamak” şeklinde ifade etmiş, yazılarımı topladığım kitaplara da bu adı vermiştim.

Laik düzende dini yaşarken devlet, dindarların değil, laiklerin arkasındadır. Dindarların baskısına karşı laikleri korumayı tercih eder. Dindarların din özgürlüğü, karşı taraf baskı hissediyorsa kısıtlanabilir. AİHM'si de bir yorumunda, “din özgürlüğünün, bir dine inanmayanları korumayı öncelediğine” işaret etmiştir. Şu halde laik bir düzen içinde müslümanca yaşamak isteyen kimselerin din özgürlüğü, farklı olanların özgürlük sınırında son bulmaktadır. Bu kurala göre “emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker” vazifesine bakalım. Bu vazife Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir; mutlaka birileri tarafından yapılmalıdır. İslam toplumu, açıkça ihlal edilen din kurallarına tepki göstermeli, kötülüğü engellemeli, iyiliği (bu arada dindarlığı) yaşatmalı ve yaymalıdır. Ama bu vazife mutlak değildir, şartları vardır.

Yarınki yazıda bu şartları ele alalım.